“Bu âlemde her ne varsa benim sıfatımdır. Ben olmasam, bir şey olmazdı. Ben “hep”im yahut “hiç”im; ben “hiç”im yahut “hep”im. Zaten hiç ile hep birdir, aynı şeydir! Ancak bunun farkında olmayanlar, bir şeyi iki farklı adla anıyorlar...” İşte daha kitabın başlarında bu tür cümlelerle sarsıntı üzerine sarsıntı geçiriyorsunuz. Tabii kitabın kahramanı Râci ile birlikte. Râci genç, zeki ve devamlı etrafını inceleyen, ‘hayatın manasını çözmeye çalışan’ birisidir. İşte bu filozof özelliği ve sorularına aradığı net cevapları bulamaması onu içkiye, avareliğe yöneltmiştir. Tâ ki bu tür sözler duyana ve Aynalı Baba ile tanışana kadar...
Râci’nin Aynalı Dede’nin verdiği ilhamla yaptığı hayalin derinliklerindeki yolculukla Buddha ile, Zerdüşt ile, Anka Kuşu ile bir çok olaya şahid oluyor ve adeta onunla biz de değişik boyutlara göçüyoruz. Kimi zaman heyecanlanıp, kimi zaman korktuğumuz, kimi zaman da üzüldüğümüz hikaye boyunca ister istemez biz de bir çok kavram üzerinde uzun düşüncelere dalıyoruz. Râci, hayal dünyasında bir şehri kurtarmak için “Saadet nedir?” sorusuna cevap ararken biz de onunla birlikte düşünüyor ve sanki cevabı bulsak hemen sesli sesli Râci’ye haykıracakmış gibi oluyoruz.
Bu kitap Doğu dünyasının da Felsefeye ne kadar ciddi ve önemli bir noktadan baktığının göstergesi.
Felsefeyle ilgileniyorsanız, özellikle ‘hayat’ konusunda derin düşüncelere dalmak istiyorsanız bu kitabı okumamanız büyük bir kayıp olur.