Geçmişteki olayları anlatan bir kitabı okumak, âdeta mânevî bir yolculuk gibidir. Hele savaşlar, yokluk, çaresizlik, bozgun sahneleri anlatılıyorsa kendinizi bir anda o atmosferin içinde hissedersiniz.
kitapzamanı
İçinizde bazı duygular kıpırdanmaya başlar. Güngörmüş kıymetli beyinlerin bıraktığı hatıraların bir milletin hafızasını tazeleyebilmesi için en önemli vesileleri oluşturur. Öne çıkan badireler, ancak geçmiştekiler gözden geçirilip ders çıkarılabilmişse atlatılabilirler. Tarih, hamaset ve kılıç şakırtılarından soyutlanıp, bir ibretler manzumesi halinde ele alınmadıkça, kaybettiklerimizi niçin kaybettiğimizi, elimizde olanları nasıl tutabileceğimizi hiçbir zaman bilemeyiz. Bu anlamda merhum Mehmed Ârif Bey, yaşadıkları ve gördükleriyle, yaptığı hayati tespitlerle “Başımıza Gelenler”de milletimizin vicdanının sesi oluyor. Yaklaşık 120 yıl geriden, belimizi kıran ilk büyük facianın içinden derlediği tecrübe ve tespitleri ile âdeta haykırarak bizlere sesleniyor. Ondaki yürek yangınının merhum Mehmed Âkif’te mısralara nasıl döküldüğünü şu satırlarda görüyoruz:
“Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!
Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?
‘Tarih’i ‘tekerrür’ diye tarif ediyorlar;
Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?”
Mehmed Ârif Bey, tarihimize 93 Harbi olarak geçmiş 1877-78 (Hicri 1293) Rus Savaşı’nı ve ardından gelen hezimeti anlatıyor. Savaşta “Anadolu Ordu-yu Hümayunu Mühimme Baş Kâtipliği” görevinde bulunan Ârif Bey, 600 yıllık bir devletin diz çöküşüne sahne olan bu savaşın sadece kronolojik anlarını kaydetmekle kalmamış, perde arkası olaylarını, subay, er ve gönüllülerin psikolojilerini; müslim-gayrimüslim tüm ahalinin fedakârlık ya da hamiyetsizliklerini belgelemiş. M. Ertuğrul Düzdağ’ın gerçekten titiz bir çalışmayla yayına hazırladığı, dipnotlar ve indeksle zenginleştirdiği bu önemli çalışmada, eserin bir asırlık süreç içinde geçirdiği yayın evrelerini de sırayla izleyebiliyorsunuz. Ârif Bey, Doğu’da cephelerin çökmesine, ordunun bozulmasına, Müslüman ahalinin perişan olmasına sebep olan siyasi/idari/askerî hastalıklarımızı en ince ayrıntısına kadar isabetle tespit etmiş ve her devlet adamına/askere lazım olacak bir başucu eser kıvamıyla satırlara dökmüş. Osmanlı bu tecrübeye kulak tıkadı ve bu savaştan 50 sene sonra koskoca imparatorluk Anadolu’ya sıkışıp kalıverdi.
Endülüs, ey Endülüs
Mehmed Ârif Bey, 800 sene bin bir zahmetle vatan edilmiş Endülüs’ün, yine 600 sene aynı şekilde fatihler diyarı olmuş Rumeli’nin kavmiyetçilik ve ihanetlerle bir çırpıda nasıl elden çıktığına dikkat çekerek, “Şark Meselesi’ni halletmek niyetinde” olanların hedefinde artık Anadolu’nun “3. Endülüs” olarak görüldüğünü ifade ediyor. Eseri kaleme aldığı Mısır hakkında da önemli tespitlerde bulunan Ârif Bey, özellikle birtakım ulemâ kıyafetinde kimselerin, masonluğun kordon ve peştemali ile loca kapılarında aldıkları acayip tavırları çok gülünç ve teessüfe şâyân buluyor. “11 Eylül 1888” tarihini attığı önsözün son satırları ise bir vasiyet gibi asırları aşıp bize de hitap ediyor: “Devletimiz henüz yaşamaktayken, aziz torunlarımız, ümmetinin ahlâkına musallat olan bozukluğun giderilmesine, Allah için, el birliğiyle çalışsınlar. Kahramanlık rûhunu ve milleti yaşatma aşkını, en ücra yerlerdeki köylerin mekteplerine kadar götürecek parlak fikirli muallimler arasınlar; yok ise, yetiştirsinler. Bilhassa bu harpten sonra Rumeli’deki, Bulgaristan’daki kardeşlerimizin görüp geçirdikleri halleri ve zulümleri, duçar oldukları ikinci Endülüs faciasını unutmasınlar. Bir üçüncüsüne düşmemek için gerçekten uyanık olsunlar