Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Her şey yıllar önce, başka bir yerde başlamıştır, anlatıcıya göre hikâyeyi hâlâ oradaymış gibi yazması mümkündür ama o diğer kişi, diğer kendisi gibi yazması mümkün değildir. Hangi zaman kipini kullanacağını bile bilmez. Geçmişteki kendisi gelecekteki kendisini bulup çıkaracaktır hikâyede, "geleceği anımsamak". Baştan şu: üç beş katmanın kesiştiği, ayrıştığı yerleri tespit edebilmek için nirengi noktalarını belirlemek şart. Geleceği anımsama olgusuyla daha başta karşılaştığımızı bu yazıyı yazmak için ilk sayfayı açtığımda fark ettim, esası Gilberto Owen'ın yaşlı bir adamla ettiği sohbette. Haliyle hikâyelerden birindeki bir çapanın hangisinin zeminini taradığını görebilmek için dikkatle okuyacağız, roman fragmanlardan oluştuğu için -dedim ve metnin iğnesi battı: "Fragmansı bir roman değil. Dikey anlatılan yatay bir roman." (s. 74) Tamam da bu yataylığın başı sonu, dikeyliğin eni boyu, anlatıcıların kaşı gözü?- geçişlere de dikkat etmemiz gerekiyor. Bölümleme biçiminden bir şey çıkmıyor, anlatıcıların sesleri de katmanlarda hemen hiç değişmediği için başta bocalayabiliriz, not düşerek veya anlatıcıların yaşamlarındaki detayların örüntüsünü iyi belleyerek üzerimize düşen vazifeyi yerine getirir, bu girdili çıktılı ilginç metinden keyif alabiliriz. Yıllar önce başlayan bir şeyin şimdi yazıldığını, başlayan şeyde yazılan şeyin şimdiyi de etkilediğini ve aslında "şimdi"nin yoruma son derece açık olduğunu unutmayalım, üst anlatıcının altlardakilere kendi yaşamından kattıklarını hatırlayalım, tabii kurmacanın gerçeği her türlü eğip büktüğünü de. Nedir, anlatıcı kadın yıllar önce bir yayınevinde çalışmaktadır, White'ın yönetiminde. Baş editör White gizli kalmış Latin Amerika hazinelerini aramakta, meşhur yazarların açtığı yolda iş yapacak metinleri bulması için anlatıcıya güvenmektedir. Anlatıcı haftanın iki günü kütüphanede, üç günü ofiste, geri kalan zamanlarda da evini kullanan tuhaf insanlarla keşfe benzer ilişkiler kurmakta. Moby cumaları geliyor, anlatıcının hayatından tamamen çıkana kadar işe yaradığını söyleyebiliriz. Müzisyen kadınla birlikte gidilen partiler yine bir yeniliktir, anlatıcı yeniliği aramaktadır o sıra. Buna ikinci katman diyelim, ilkinde bu geçmişi kurgulayan üst anlatıcı eşiyle, Ortanca adlı çocukları ve adsız bebekleriyle birlikte yaşamaktadır, romanını yazmaya çalışırken sessizlikten yanadır çünkü uyanmak kabustur gecenin bir vakti. Hatice Erbaş'ın çocuklarını sessiz ağlatması geldi aklıma, eşi şiir yazabilsin diye. Var olma biçimi, geçmişteki anlatıcı anahtarlarını verdiği insanlarla kurduğu ilişkileri gelecekte anlatmaktadır, o sıra başka bir metinle haşır neşir olacaktır. "Çok uzun süre yalnız yaşadığınızda hâlâ hayatta olduğunuzu teyit etmenin tek yolu eylem ve nesneleri açık bir şekilde, anlaşılır bir sözdizimiyle ifade etmektir: bu yüz, yürüyen bu kemikler, bu ağız, yazı yazan bu el." (s. 10) İnsan da yetmez bir noktadan sonra, hayaletlere evde yer vardır. Ortanca hemen isim takar: Yüzsüz. Bebek onu görebilen tek kişi, gülümsüyor. Karmaşa yetmiyormuş gibi bir de bunlarla uğraşacağız yani, Luiselli'nin aralara sıkıştırdığı buluşlar parıldayıp söndükleri için tatlı bir iz bırakıyorlar ve kayboluyorlar hemen, şahane. Yazılanların çok küçük bir kısmı bu, üst anlatıcının kocası ara sıra gelip soru soruyor: Moby kim, adamları nereden tanıyor, anlattıklarının ne kadarı kurmaca? Evde yeni eşyalar beliriyor, büyüyen bir evde yaşıyorlar, kocanın kabusu yazılmayı sürdüren bir roman aslında. "Dikey düzlemde yatay anlatılan bir roman", Deleuze müydü şimdinin geçmiş ve gelecek tarafından işgal edildiğini söyleyen? Üst anlatıcının sabiti diğer katlardan görülmedikten sonra pek de bir önemi yok gözlem noktasının, değişkendir. Geçmiş hayal mi edilir, anımsanır mı, geleceğin hatıraları şimdiden görülebilir mi, hepsinin cevabı hayaletlerde ve kalabalıklardaki yüzlerde. Şu da güzel, üst anlatıcının ve bir altındakinin aklına takılan ne imge, düşünce varsa en alttaki hikâyede, Giberto Owen'ın yaşamının anlatıldığı parçalarda kurgulanmış olarak karşımıza çıkıyor, müthiş bir fikir. Kalabalıktaki bir yüz belirsizdir, anlatıcının karşısına sürekli çıkar da Owen'ın metroya binerken defalarca karşılaşıp bir şekilde bağ kurduğu kadında somutlaşacaktır örneğin. Owen'ın yaşamına geçmeden önce katakulli var, kütüphanede zaman geçiren anlatıcının yaratma ihtiyacı şaha kalkınca sevdiği White'ı bile kandırmak zorunda kalacaktır kadın, kafadan bir çeviri uydurup kendi yazdığı metinleri editörüne sunacak, metin kabul edilecek ve basılacaktır. Büyük olay tabii, Owen'ın son metni piyasaya çıkınca toplantılar, röportajlar başlar, foyasının açığa çıkacağından emin olan anlatıcı dayanamaz ve yediği haltı White'a söylemek zorunda kalır. Eliyle yarattığı hayalet ayrı bir hikâyeye evrilir o noktadan sonra, Owen'a selam dururuz çünkü 1950'lerde sonlanan, şiirle tıka basa dolu yaşamını şiirin ipek yüzeyinin pürüzsüzlüğüyle anlatacaktır. New Jersey veya Harlem civarında yaşayan şairler vardır o zaman, William Carlos Williams karşımıza çıkar, orada olmayan şairler veya Owen'a yakın oturup Owen'la hiç görüşmemiş şairler de bir araya gelecektir bu romanda. Anlatıcı kadın yaşamındaki şeyleri bir araya getirip anlamlı bir yapı oluşturmaya çalışır işte, erişemediği tutarlılığı, belirginliği, anlamı över bir açıdan. Kaosu düzenlemeye çalışır da ne çalışır, ayrı güzeldir o hikâye de. Jodorowsky'nin filmlerindeki şairler gelir akla, Luiselli'nin Jodorowsky'den etkilenip etkilenmediğine bakayım. (Beş dakika sonra: Bir şey bulamadım.)

Günlüklerinde, mektuplarında yazmaktadır Owen, yaşamı ciğerlerine çekip de yaşar, öyle bir dolu dolu yaşamak. Gördüğü kadının anlatıcı olduğunu anlamaması, kendisinin anlatılan olduğunu anlamaması, karşılaşmalara iki taraftan da bakabilmemiz, hangi yaşamın kurgu olduğu ve hangisinin olmadığı ama zaten kurgunun içinde kurgu olmasından ötürü her şeyin kurgu olması. İçinde bulunduğu kip: "-miş'li gelecek zaman", çekimlenecek gibi değil, başı sonu belli yaşamının zamanıyla oynamak mümkün değilse de o yaşamı biçimlendirmek anlatıcının elindedir, istediğince eğip büker. Owen eski eşinin içkilerini tüketip zom olmuş mudur, 1928'de ruhunu şiirle takas etmiş midir bilinmez, metroda Ezra Pound'u görmediği kesin çünkü Pound o sıralarda İtalya'da. Gördüğünü düşünse yeter çünkü o da bulunduğu gerçeklik düzleminin oynaklığının farkında. Diye düşünmek hoşuma gidiyor, hikâyenin özgürlüğü daha bir hoşuma gidiyor, Luiselli öyle bir yapı kurmuş ki daha sekiz on kat çıkardı. Sevdiğim bir bölümle bitiriyorum: "Bir hayatı geride bırakmak. Her şeyi havaya uçurmak. Hayır, her şeyi değil: İnsanların arasında işgal ettiğimiz o bir metrekarelik alanı havaya uçurmak." (s. 58)

Julian Barnes'tan Geoff Dyer'a pek çok yazar övmüş Moore'u, övdükleri kadar var. "Öykü hafızası" diye bir şey var Moore'da, "Burada Sadece Böyle İnsanlar Bulunur: Ped-Onk Servisinde Düzenli Olarak Babıldayanlar" öyküsünün başlarında Bebek eve getirilir, pencereden dışarı bakar, "Güle güle dışarısı," der. Uzun bir öyküdür bu. Moore geride neredeyse hiçbir şey bırakmaz, en umulmadık anlarda basit bir ayrıntı olarak kodlanıp geçilen sözleri, nesneleri, düşünceleri tekrar işler. Çok iyi buluşlarla da yapar bunu, tersine adımlama bu kez. Diğer öykülerde de sıklıkla görebileceğimiz türden bir örnek: "Bir başlangıç, bir son: İkisi de yok sanki. Her şey öylece yere inen, içinin her yeri yağmur sularıyla dolu bir buluta benzer. Bir başlangıç: Anne, Bebeğin bezinde bir kan pıhtısı bulur. Hikâyesi nedir? Bunu buraya kim koymuştur? İçinde soluk haki bir damarı olan, büyük ve parlak bir şeydir." (s. 230) Kurmaca tahlili, hikâyeden öyküye geçiş, başı sonu belli bir metnin arayışı. Yolu, istikameti belirleme isteği sırf anlatıcının bir numarası olarak görülebilirdi, Anne'nin hem ünlü bir yazar hem de öğretmen, belki akademisyen olduğunu öğrenmeseydik. Kurgularken dönüp geriye bakmayan, düz yolda basıp giden öykücülerden değil Moore, öyküleri dikkatle okunmalı ki detaylar arasındaki mesafeyi bir anda nasıl aştığı görülsün, işçiliği takdir edilsin. "Müthiş Bir Anne"de belirgindir bu, anneliğin veya çocukluğun zirvesiyle karşılaşmayı bekleriz hikâye boyunca. Bu iki öyküyü bir grupta toplayabiliriz, aslında oldukları yere ait olmayan insanların esas aidiyetlerini ortaya çıkarma uğraşlarını anlatır bu öyküler. Bütün o hastane sürecinin derdi tasası bittikten sonra diğer ailelerle vedalaşan Anne'yle Baba arasında geçen konuşma mesela. Moore'un bir harikası da yarattığı atmosferdir. Evet.

Yol hikâyeleri bir diğer gruptaysa yekün epeydir, Mack ve Quilty'nin karış karış gezdikleri "Daha İyi Yapmak İstediğin" ne hoş öyküdür. "Bazı İnsanlar Hakkında Söyleyebileceğimden Fazlası" bir anneyle kızın örtülü yüzleşmesini anlatır. Şahane öykülerdir bunlar, kitaptaki diğer öyküler de öyle.

Alengirli, yer yer şamatacı üslubu Türkçeye on numara aktaran Eda İşler'e teşekkürler, çok iyi bir öykü kitabı okudum sayesinde.
Avusturya'nın büyük savaşlardan önceki cafcafı meşhur, Zweig'ın umutsuzluğunda o günlere dönemeyecek olması pay. Edebiyat, müzik, sanatın bütün dalları yükselişte, balolar şenlikli, yaratıcılık açısından ideal ortam. Lucius gibiler için bilim var, çocukluğunda ilgi duymaya başladığı tıbba yönelen genç adam dönemin bilimsel gelişmelerini izleyerek "sanatında" diyeceğim, hızla ilerliyor, Profesör Zimmer'in ilgisini çekerek röntgen yoluyla damarların daha net görüneceği bir karışım üzerinde çalışmaya başlıyor. Frenoloji gibi zırvalar bırakılmış ama buluşa tamamen hazır zihinler henüz ortada yok, Lucius umut vadediyor. Marie Curie'yle tanıştıktan sonra doğru yolda olduğuna kanaat getiriyor iyice, tek sorun üzerinde çalışacağı deneklerin yokluğu. Zimmer zar zor buldukları köpeklerin ölümünden pek rahatsız değil, oysa Lucius kesin icatlar için en ideal kaynakları elde edemediği için orduya katılmaktan erinmeyecek, ailesinin ve hocasının ısrarlarına rağmen cephe gerisinde değil de savaşa en yakın noktada görev alacak. Birinci Dünya Savaşı henüz çıkmasın, Lucius tıp okumaya da başlamasın, ağzından kanlı köpükler saçarken bulalım onu. Zırvaların da altın çağı değil mi o dönem, spiritüalizm zirvede, bilim tuhaf konseptlerin etkisi altında, değişik. Mason'ın metnini kabaca bölümlersek az matrak, çok tuhaf ailenin, hocaların, arkadaşların dünyası ilk bölümü oluşturur, ikinci ve en uzun bölümde savaş vardır, üçüncü bölümse Modiano'ya çark eder resmen, Lucius yıllar önce gördüğü bir kadının peşine düşüp tehlikenin göğsüne bombalama atlar. Davranışlarının nedenleri öyle saklı değildir, Mason okura çözümlenmesi gereken pek bir giz bırakmaz: Lucius'un kekemeliğinin sebebi sosyal fobisidir, annesi yüzünden kalabalık içine çıkmak istemez Lucius. Askere gitmek istemesinde babasının sevgisini kazanmak istemesi vardır da esas nedeni tıp öğrencilerine pratik imkanı sunulmamasında bulabiliriz, arkadaşı Feuermann'la birlikte koşa koşa giderler cepheye. Luc nörolojiyle ilgili araştırmalarını rahatça sürdürebileceğini umar, cepheye yaklaştıkça işlerin pek de istediği gibi gitmeyeceğini dehşetle fark eder.

Luc hep ateş hattına gitmek istese de Ruslar adım adım ilerleyince birkaç atama iptal olur, Luc istediği işi bir türlü yapamaz. Okulunu henüz bitirmemişse de savaş şartları gereği doktor olarak çalışabilecektir artık. Kasaba dönüşecektir Luc, yaralı askerlerin yaşaması için kesip biçmeye başlar, uzun zamandır askerlerle ilgilenen rahibe Margarete'in yardımlarıyla ehlileşir, yaşadığı şokun etkisini hemen atlatıp ortama uyum sağlar. Hikâyelerin insanı yeni bir yaşama adapte edebildiğini görmek hoşuma gidiyor, Kolıma Öyküleri ve İzak Babel'in metinleri aklıma geldi hemen, deneyimle birlikte anlatının parçası haline gelmek lazım sanıyorum. Bir yandan salgınlarla boğuşurlar, tifonun kimi alıp götüreceği belli değildir, her şeyin geçici olduğu bir ortamda insan kalmaya çalışırlar ve başarılı olurlar, öyle ki Margarete'ye ilgi duymaya başlar Luc. Hata yapacaktır elbet, savaşın en civcivli günlerinden birinde getirilen Macar askeri çırılçıplak soyup karların ortasında bekletir, adamın soğuktan kıvrandığını görünce Luc'u uyarmakla yetinir. Herkes için travmatik bir olaydır Macar'ın uzuvlarını kaybetmesi, Luc neden olduğu faciayı yıllar boyunca unutmayacaktır. Margarete de unutamayacaktır ki onun unutamaması bambaşka bir hikâyeyi doğuracaktır, metni okuyacaklar için sürpriz.

Luc ve Margarete arasında yaşananları başlangıçta her an ölümle yüz yüze gelmelerine bağlayabiliriz. Bitmek bilmeyen yolculuklar, sayısız insan, yıkım manzaraları, müthiş detaylar. Kahraman esas evine dönüyor ama kolay olmuyor açıkçası, ülkelerin sınırları yeniden çizilirken dostla düşman karışmıştır, Luc kendini bilinmeyenin ortasına atmıştır, maceralardan macera beğenir. Tesadüfler, şanssızlıklar, ölüm korkusu iç içe geçer, haftalar boyunca süren yolculuk hiç beklenmedik bir yerde sonlanır. Hayattır, üzülürüz veya seviniriz sonuca, arayışın bittiği nokta Luc'un yeni hikâyesinin başlangıcıdır. Tek bir cümleyle bildirir bunu Mason, son bir cümleyle.

Klasik bir anlatım, mizah kıvamında, döneme dair ayrıntılar şahane, cephe gerisinin detayları zengin. İlgiyle okunur, Luc'a sempati duyulur, sonunda Mason'ın diğer metinleri beklenir.

Çalışmanın Mitolojisi'ndeki mevzular, sıkıntı büyük, Fleming'in yaşadığı geç kapitalizm kaynaklı arızalar cabası. Hikâye iç daraltıcı, uyandırıcı, her konunun sonunda çıkış yolları verilmiş de çıkabilirsek. Atlas'ın gücü, Zeus'un dirayeti falan lazım da mümkün. Simit Sarayı'nda Ponzi'ye enayi kovalayanların İngiliz versiyonları biraz eğlendirmedi değil, Fleming yakın bir dostunun davetiyle Amerikalı bir kişisel gelişim şirketinin etkinliğine katılıyor, kapıda izbandut gibi adamlar, sağda solda şıkır şıkır kadınlar, erkekler, tam tokatlanmalık mekan. Guru çıkıyor sahneye, bir iki zırvalıyor, sonra koltukların altındaki davetiyelere geliyor sıra. Fleming zarfı açıyor, o sıra guru kredi kartı numaralarının doğru girilmesini rica ediyor. 300 papel o muazzam tarikata girmek için az bile. Bahsetmiyor da dostuna sağlam bir küfür etmiştir Fleming, o sıra tuvaleti geldiği için ayağa kalkıyor, izbandutlar yanında bitiyor. Onları bir şekilde atlatıp hızlı hızlı yürürken kadının biri durdurmaya çalışıyor bu kez, onu da atlatıyor ve koşarak uzaklaşıyor oradan, kurtuluyor. Yazının başlığı "Kapitalizm Bir Tarikat Mıdır?", neoliberal kapitalizmin kuruluşuyla ilgili. 1960'ların Şikago Okulu'ndan mühim tipler, Milton Friedman ve Theodore Schultz muhabbet ediyorlar, mevzu iyice palazlanan SSCB'ye karşı ekonomik duruş. Devlet mi özel sektör mü yüklenmeli uçuşu, tartışmadan özel sektör galip çıkıyor ve homo economicus taşıyamayacağı bir yükü sırtlanıyor. Hepimiz birer girişimciyiz, şirketiz, makineyiz artık, toplumun bir parçası değiliz zira toplumlaşacak bir durum, değer kalmadı, borca gömüldük ve strese boğulduk ki teoriyken pratik hale geçmemiz de kesin değildi o sıra, 1970'lerin sonundaki neoliberal devrim uygun siyasi ortamı yaratınca sendikal haklar, aslında genel olarak haklar yavaş yavaş buharlaşmaya başladı. Fleming 2019'da, metni yazdığı zamanda duruma bakınca çöküşün çoktan gerçekleştiğini ama tarikatlardakine benzer bir bağlılığın geliştiğini, yetkili abilerin söylediklerinden çıkamadığımızı belirtiyor. 2008'deki büyük kriz 10.000 intihar vakası eklemiş istatistiklere, kayıpların haddi hesabı yok ama sistemin hâlâ eskisi kadar savunulmasının mantıklı bir yanı yok açıkçası, kemer sıkma politikası da bu çarpıklığın bir parçası. Mark Blyth'in dediği: "'Moğol Altın Orda Devleti olimpik at biniciliğinin gelişmesinde ne kadar etkili olmuşsa, kemer sıkmanın ekonomik bir politika olarak uygulanması da bize barış, refah getirmede ve en önemlisi de borçların daimi olarak azalmasını sağlamada o kadar etkili olmuştur.'" (s. 42) Tarikatlar birbiriyle çelişen kanıtlarla karşılaştığı zaman kendi temel varsayımlarını saçma yollarla da olsa doğruluyor, örnek Dorothy Martin'in tarikatı. Martin dünyanın 21 Aralık 1954'te havaya uçacağını söylüyor, takipçileri işlerinden istifa edip malı mülkü satıyorlar, boşanıyorlar, sonra malum tarih geliyor ve geçiyor. Dünya yerinde, o zaman tarikatın müthiş iyi kalpliliği kıyameti önledi. Mesela kriptoya girdim ve bana göre sağlam bir para kaybettim, çıkmayıp bekleseydim her şeyin süper olabileceğine rahatlıkla inanırdım ama döndüğüm yerin sonrası kâr diye hemen çıktım. Örneğimin dandikliği bir yana, Fleming'in çözüm yolları şunlar: cemaatin kirletemediği yakın müttefiklerle beraber iş görelim ama başta neoliberal kapitalizmi bir etik-politik imkansızlık olarak reddedelim, olumsuzluğu olumsuzlayalım, sinikleşmeden gerçekleri görelim, paraya mümkün olduğu kadar alternatif üretelim, kaybımızı kabullenip azıcık hissizleşelim ama nihil nihil dolanmayalım, Fleming'in üzerine basa basa söylediği gibi "devrimci kötümserlik" yoldaşımız olsun.

"Allah'ın Cezası Robotlar". Fleming uçakta, pilotluğun ortadan kalkacağı zamanı düşünüyor. Pilotluk pahalı, makinelere bırakılsa sermaye daha hızlı büyüyecek, o zaman otonomlaşabilecek işler otonomlaşsın, insan da ne halt ederse etsin. Bunun yanında çöpçüler çöpçülüğe devam etsin çünkü onların yapacağı işin otonomlaşması fuzuli yatırım olacak, insan çalıştırmak çok daha ucuza geldiği için bazı meslekler bir süre daha ortadan kaybolmaz da teknoloji ucuzladıkça her meslek tehlikeye girecek. Kötücül yapay zekânın birkaç örneği var, Alexa'nın verilen emirleri yerine getirmeyip kötü adam kahkahası attığı en az iki örnekten bahsedebiliriz, Volkswagen fabrikasında çalışan bir işçiyi öldüren robottan, geçtiğimiz günlerde kontrolden çıkıp faciaya yol açan Tesla'dan söz edebiliriz de Fleming'e göre esas sorun kötücül yapay zekâ değil, insanın robotlaşması. Açıkçası ataç üretimini maksimize etmek için dünyadaki bütün demiri hüp diye çekip insanı demirsiz bırakan veya çoğalmak için ne bulursa yiyip kendini kopyalayan nanoteknolojik gri çamur bilimkurgudan fırlamış zırvalar gibi gözüküyor, bizi esas ilgilendiren Uber gibi şirketlerin sendikalaşan işçilerine zorbalık yapması, davaları kaybedince sürücüsüz araba teknolojisine yatırım yapıp kısa-orta vadede işçinin canına okuması. Yaşanmış bir olay: 1998'de Denizciler Sendikası'yla limanı yöneten şirket arasındaki tartışmalar patlak vermeden başarılı grevler düzenlenmiş, haklarını kısa süreliğine geri alan işçiler bir süre sonra kovulmuşlar çünkü limandaki işler tamamıyla otomatikleşmiş. Koca mekanda robotlar taşıyor konteynerleri, sıfır insan. Sınıf ayrımını daha da keskinleştiriyor bunlar, kaymak tabakadakiler canavar gibi prim ve maaşla uçurumu büyütüyorlar, yarı otomatik işler pek çok iş kolunun ortaya çıkmasına yol açsa da bu işler uzun süre var olmayacak gibi görünüyor. Üçüncü aşamada işsizlik var, hak aranmadığı sürece insanlar işlerinden olmaya devam edecek. Fleming'in bu konuda pek yaratıcı tavsiyeleri yok, her algoritmanın ifşa edilmemiş bir kusurunun olduğunu söylüyor, bulup faydalanacağız. İnşallah. Baktım da, ikinci maddede Fleming kendisiyle çelişiyor, makinelerin işimizi elimizden almak istemeyeceklerini söylüyor da yazının başında bu makineleri insanların kodlayacağını söylüyordu, ne istenirse onu yapacaklarsa işimiz var (yok) demektir. Teknolojinin üzerinde oynayarak çalışmanın var olmadığı bir dünya, eh, kapitalizmden kurtulup kurtulmamakla belli olacak şey.

"İHA Çağında İyimserlik" aslında soyut bilginin kötüye kullanımıyla somut gerçekliğin birleşerek kafamıza bombalar bırakmasıyla ilgili. Çağla benim çalıştığım okula gelip siber zorbalığa karşı hukuki bilgiler vermişti çocuklara, aslında nasıl korunacaklarına ve haklarını nasıl arayabileceklerine dair güzel bir etkinlikti ama ne oldu, çocuklar işledikleri suçlardan nasıl yırtabileceklerine yoğunlaştılar bir yerden sonra. "Soyut bilgi, artık kolektif hamlığımızı alt etmenin peşinde koşmak yerine elverişli bir çareye başvurma ve eleştirel açığa vurma kisvesi altında onu besliyor gibi görünüyor." (s. 29) Sebald'ın bir metnine, Satürn'ün Halkaları'na odaklanıyor Fleming, İkinci Dünya Savaşı'nda Hırvatların Sırp bir gencin kafasını testereyle kesiyorlarmış gibi yaptıkları fotoğraftan aşırı etkilenen Sebald'ın incelediği olayda rol alan bir Nazi subaydan bahsediyor. Bu adam Kurt Waldheim, Sırpların katledilmesindeki kilit adamlardan biri. Savaştan sonra başarılı bir kariyere imza atarak BM'nin genel sekreterliğini yapıyor, son görevlerinden biri Voyager II. 1977'de uzaya fişeklenen alete uzaylılara gidecek mesajı kaydediyor Waldheim, salt barış ve dostluk aradıklarını söylüyor. "Gülünç rezillikteki durum"un temsil ettiği "çürük medeniyet" tam gaz devam, serbest çalışan haline getirilen işçiler sadece ve sadece emeklerini harcadıkları zaman için ödeme alabilirlerken ürettikleri değerden çok daha azına razı gelmek zorundalar, sigortaları zaten yaş, üstelik durmadan artan vergiler yüzünden zenginleri daha da zengin yapmakla meşguller. Yeni Zelanda'dan sığınak alan kaymak tabaka ne yapmak, nereye varmak istemektedir, açlıktan ve susuzluktan millet birbirini kırarken bunlar dünyanın bir köşesinde fırtınanın dinmesini bekleyecekler. Milyarlar var, tepelerine binerler valla. Çıkış yolları umut da veriyor, umutsuzluğa da düşürüyor, önemli olan o devrimciliği ve kötümserliği yitirmemek. Hiçbir şey daha iyiye gitmeyecek. Her şey insanlar birleştikten sonra değişecek. Ne zamansa.

İyi okumalar..

Konuca geniş dünya, tipolojik takla yok da benzetiler, cümle kesikleri gırla, kurmacaya yeni soluklar. Eski soluklar da var, Kertişçe bakış bir yerinden yeniye çekiyor illa, hoş. Bazen hoş değil, üzerinde çok durulan, oynanan meseleler tatmin etmiyor, diyalog bir yerden sonra sıkıyor mesela. Örneklere bakalım. Kısaların arasında vasat öyküler çok, "Düğün" tuhaf kurguya yanaşıyor da rüya mamulü olduğunu belirten ithaf olmasa daha doğru algılanabilirdi, belki yazarın istediği gibi görmemiz gerekir ama gerekmez, yazar neyi nasıl görmemiz gerektiğini söyler de umursamama hakkımız saklıdır, o zaman "Estetik kâbuslara..." değil de okurun alımlayışına. Düğüne gelir anlatıcı, tokalaşır, damat soğuk duygular dükkânından giyinmiştir, eh, gelin ateş giyinmiştir, heh. İnsanlar her yerdedir, koşturan çocuklar ve zıplayan kurbağalar. Hayvanlar âlemine girmeye başlarız, Firdevs Ev'in öykülerinde de böyle geçişler vardır da o öyküler Kertiş'inkilerden uzun olduğu için daha yumuşak ve belirsizdir, Kertiş bodoslamadan girer çünkü öykünün kısalığı. Arkadaşlar masaya dizilsin için arkadaşlık, sonra muhabbet ve kertenkele, geldiği masanın rengini alır, kimle konuşursa rengi başkalaşır. Tavuklar ve horozlar piste çıkar, halay çeker. "Sonra ben de halaya kattım kendimi, azıcık rakıyla demlediğim yüreğimi az biraz çalkaladım. Arkadaşlarıma bakındım, kertenkelenin boynundaki zaman ve mekân dondurucusuna pozlar veriyordular. Gülümseşip, şakalaşıyorlardı onunla. Gördüklerim arkadaşlarımı soyuyordu. Önce her bir 'arkadaş'ımın üzerinden 'a'yı soydu, sonra 'r' de gitti ve gece bittiğinde 'ş' bile tutunamayacakmış üzerlerinde. Duyumsadıklarım onları soydukça etçil kuşlar kalıyordu yavaş yavaş, arkamı kollayanlardan geriye. Benim leşimi bekleyen akbabalar ile gezindiğimi anlayacaktım, gece bittiğinde." (s. 10) Aslanın ruhu bütün bunlara direnmeye kalkmış, anlatıcı krallığını ilan edemese de görmesi yeterliymiş her şeyi, gördükleri düşten olsa bile. Atmosfer iyi kurulmuş öyküde, figürlerin dönüşümü başarılı, iyi öykü. "Hayalet Annem"se eh, bir tuhaflık denemesi olarak dışarıda kalmalıymış belki.

Biraz daha uzun öykülere geliyoruz, Kertiş'in has öykülerine yaklaşıyoruz. Çocukluktan kalan bir eksikliğin, beyhudeliğin diyeyim, yetişkinlikte başka bir kimlikle ortaya çıktığı bu öykülerde yiten bir şeyin iki zaman dilimindeki seyrini görürüz. "Sevgibey ve Sarı Çizmeleri" şalvarlı bir ninenin torununu çizmeler konusunda uyarmasıyla başlar. Yerelliği de iyi yedirir Kertiş, Sevgibey "oğul balı"dır nineye göre, çizmelerini giydiği zaman sarı sıcakta fırtınayla yarıştığını düşünür. Çok sever o çizmeleri, ninesi kavurucu sıcağa rağmen üzerine halıları, battaniyeleri neden giyinmişse çocuk da ondan giyer. "Önce ben yıkandım. Sonra tozunu, kirini belki de kendisinden bile çok sevdiğim çizmelerim yıkandı. Ben yatağa sokuldum, çizmelerim naylon poşete ve koynuma koyuldu. Ben fırtınayı düşündüm, çizmelerim ninenin ellerini, masmavi gözlerini düşündü... İkimiz de uykumuzu uyuduk." (s. 29) Bir iki öykü sonra "Babalar Da Ağlar" geliyor, baba olmayanların da ağlayabileceğini gösterebilir, benim gözlerim doldu bazı. Kertiş'in şu iki çizgili anlatım tekniği sürekli tekrarlandığı için sıkabiliyor da bağlama iyi çekildiyse görmezden gelmesi kolay.

Daha da uzun öyküler, "Aysel ve Çiçek", Kertiş'in bu kitaptaki en iyi öyküsü "Aysel ve Çiçek"tir diyesiyim. On numara öykü. "365. Resim" ilişkilerdeki orantısızlığı usulca, perdeyi şöyle hafifçe aralayarak gösteriyor, bodoslamadan değil. İyi seri bu da. Köşeli, öykünün ovalliğini zorlayan diyalogları hariç. Kertiş'i okurum daha.