Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Anıların işlenmeden aktarılması zor. Bilincin parladığı anın biricik peteğine sıkışmış olanlar haricinde anılar olabildiğince kurgulanır, hikâyeleştirilir ve paketlenir, sonrasında bir uyarıcıyla birlikte ortaya çıkacak biçimde depoya kaldırılır. Bir şarkı, bir koku, algıların anahtarları her türlü kodu çözer ve yıllar bir anda aşılabilecek mesafeler haline gelir.

Aynı mevzuyla alakalı Hafızadan Kurtulmanın Beş Kadim Yolu diye bir öykü yazıyordum, adam kitabını yazmış. Ben bitireyim de dergiler yine basmasın. Knausgaard'ın üçüncü kuşatması tamamen çocukluğundan ibaret. Bir bölümü olduğu gibi çocukluk, şu parıltılı anlar, diğer bölümler çocukluğun yetişkin yorumlaması şeklinde okunabilir.

Yeni bir mahalleye taşınan ailenin küçük çocuğu, manzarayı hiç unutmayacağı şekilde zihnine kazıyor. Küçük Karl Ove, çocukluğundan bir anda yetişkinliğe adım atıyor ve geçen zamanla birlikte kişiliğinin nasıl değiştiğini, nasıl değişebileceğini merak ediyor. Kitabın yazıldığı ana kadar böyle pek çok an yaşanmış, çoğu hatırlanıyor ve zamanın henüz işlenmemiş bölümü bir bilinmez olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk, ölüme dair sahte anılar yaratabilir. Cenaze evinde masaya yatırılan bedenle yeni mahallesini keşfedilmiş bir dünya gibi inceleyen aynı: Karl Ove.

"Bellek, yaşam için güvenilir boyutlarda değil. Üstelik belleğin gerçeğe öncelik vermemesi gibi basit bir nedeni yok bunun. Belleğin bir olayı doğru veya yanlış hatırlamasını gerçeklik gereksinimi belirlemiyor hiçbir zaman. Öz çıkarlar belirliyor bunu." (s. 21)
Bazen karıştırıyorsunuz; anıların anlatıcısı hafıza kodlarını bu çıkarların peşinde çözüyor gibi görünürken çocukluğun doğal anıları bir anda ortaya çıkıyor, karma bir yapı oluşuyor. Güzel bir şey bu, çok katmanlı yapıyı kendiniz aralamalısınız. Hemingway'in buzdağı metaforunu anımsarsanız daha derinlere inebilirsiniz.

İnsanın söylemedikleri olduğunu kim söylemişti?

Tek bir sözcük olsun israf edildiğini düşünmüyorum, Knausgaard okuruna sunduğu şemada anılarının yazınını nasıl etkilediğini anlatıyor aslında. Bu yüzden uzun uzun anlatılan ve anlamsız/değersiz görünen bölümler bile bir amaç uğruna yazılmış. Fark edersiniz ki büyük bir felaketin öncesi ve sonrası uzun uzun anlatılmıştır, zira felaket unutulsa bile ardılı ve öncüsü asla unutulmaz, hafıza eklektik bir şekilde çalışır ve bazı parçaları daha çok parlatır. Bu parlamalardan sıkça görürüz, zira Karl Ove'ın babası, özellikle ilk kitapta ölümünün ardında bıraktığı boşluğa düştüğümüz adam, tam bir sığır olduğu için çocuğa etmediğini bırakmıyor. Bunun yanında ergenlik problemleri, akran despotizmi derken kimsenin yabancısı olmadığı bir dünyayı, orman yasalarının yaşam boyunca en geçerli olduğu zamanları izliyoruz. 60'lı yılların Norveç'i oldukça ıssız, yeşil ve depresif. Despot baba, sessiz anne ve kendi halindeki abi ile birlikte Karl Ove için onlarca kez damgalanmış bir çocukluğu yazmak zor olsa gerek.

Cinsellik, edebiyatın ve müziğin keşfi, okul, arkadaşlar, hepsi bir yerden çocukluğa tutunmuş.

Tekrar söylemek istiyorum, baba tam bir sığır. Ortaokul öğretmeni olup çocuk psikolojisinden bu kadar uzak kalan bir adam olamaz. Mesleki deformasyon mu diyeyim, ne diyeyim, bilemedim.

Müthiş.
İnsan bilişsel dönemlerden geçiyor, beynin işleyişi -özellikle çocuklukta- aylarla ifade edilebilecek kadar kısa sürelerde muazzam değişimler geçirebiliyor. Büyük zenginlik; yaratıcılığı zenginleştiren bir durum. Kendini çizgi film karakteri sanıp camdan atlayanlar ve benzerleri dışında güzel sonuçlar doğuruyor, Çavdar Tarlasında Çocuklar mesela. Onca Yoksulluk Varken de bir diğer güzel örnek. Filmlerde, dizilerde çokça görürüz, ekmeği iyi yenmiştir yani. Eh, bu açıdan Villalobos'un çocuğu yeni bir şey değil ama içinde yer aldığı uyuşturucu kartellerinin ortamında ilgi çekici hale geliyor. Tochtli nam velet, uyuşturucu taciri olan babasının yanında, çölün orta yerine konuşlanmış bir kalede yaşıyor. İki izbandut koruma ve babasının yardımcısı olan özel öğretmeni dışında ilişki kurabildiği kimse yok, yalıtılmış bir ortamda yaşıyor. Televizyon izleyebilir, kitap okuyabilir ve babasının kendisi için getirdiği hayvanları izleyebilir. Hayvanat bahçesine gitmek tehlikeli olduğu için kalenin bir kısmı hayvanat bahçesine çevrilmiş, kolay iş.

Çocuklukta hiçbir şey olduğu gibi değil, lunaparktan pek bir farkı olmayan beyinde olgular/nesneler arasındaki ilişkiler bağdaştırmaların doğruluğuna ve yanlışlığına bakılmadan, kendiliğinden beliriverir. Bu yüzden Tochtli'nin Japon kültürünün etkisi altındayken Liberyalı cüce suaygırları için delirmesi, vücuttaki delik sayısının ölüme yol açıp açmamaya etkisiyle ölülerin de sayılabilecek kişiler olarak görülüp görülmeyecek olması, kısacası dünyayı algılayış şekli tam bir kaos. Bütün eğlenceyi bu kaosa borçluyuz.

Küçük bir çocuğun anlatıcı olduğu metinlere girişmeden önce iyi hazırlanmak gerekiyor; düşüncenin biçim değiştirdiği aşamaları bilmeden, literatürü taramadan bu tür karakterler yaratmak büyük risk. Belli bir pencereden görülen dünyanın bir anda yetişkinlerin dünyasına dönüşmesi, çocuğun kozmosunun dışına çıkılması bütünlüğü bozar. Villalobos bu konuda oldukça iyi, herhangi bir falso görülmüyor.

Üç bölüm. İlk bölümde bu kanun dışı dünyanın çeşitli halleri, ikinci bölümde Liberya gezisi ve son bölüm çözülüş.




Mevzuda dil problemi çıkmasın diye gramerle başlıyor Badiou, "Sonlu", "sonsuz olmayan" anlamına gelmektedir ve bunun tersi de geçerlidir. Kelimeler sezgiyi sınırlamasın diye iki sayfada bu sonuca varıyoruz. İşbu kitap, sonu olmayan ve olan şeyler hakkındadır.

Bir sonlunun içindeki daha küçük sonluların varlığını inceliyor Badiou. Zamanın, mekanın bir sınırı olduğu ve ölçülebileceği söyleniyor. İnsanın sonlu varlıkları sonsuzlardan arındırma çabası bu, tamamen insan yaratımı. Mesafe, zaman, sayılar, bilinmeyeni açığa çıkarma, isimlendirilmelerinden önce de var olan şeylere kimlik verme çabası. Bilinmeyenden korkarak yaşayamıyor insan, koca uzaya ne adlar savurmuşuz. Yine insanın kendinden. Başka bir yaşam formuyla -düşünebileninden- karşılaşırsak eğer -ki zamanın birinde olacak bu- insanoğlunun yaşayacağı travmayı görmek isterdim.
İnsanoğlu sonludur, düşünceleri sonsuzdur ve bu düşüncelerle sonsuzun ne olduğunu sezebilir. Badiou için eğer bir Tanrı varsa o sonsuz olmalıdır, sonlu olduğu an Tanrılık haklarını yitirir. Bencilliğimize rağmen sonlu olduğumuzu kabullenebildik. Kabullenmemiz gerekir. Tanrı'nın sonluluğu insanoğlu için büyük hayal kırıklığı olurdu. Tanrı, sonluluk kavramını hiçbir şekilde içermez. Buradan tasavvufa yürümeye korkuyorum, neler çıkar kim bilir. İnsanın sonluluğu, sonsuzluk karşısında küçücüktür. Koca bir karanlığın içinde minicik bir mum alevi. Çevirmen Murat Erşen, Pascal'ın kamışlı sözüyle Mevlana arasında ilişki kurarak insanın evrensel kaygısına referans veriyor: Çok küçüğüz.

Cantor'un sonsuza açtığı yeni pencereler, insanoğlu için daha farklı sonsuzları düşünme olanağını sundu. Cantor, bütün sayıları bir araya getirdi ve bu sonsuza "omega" adını verdi. Kilise ayağa kalktı. "Tanrısal sonsuzluk varken bu ne lan?" İnsanlar ayağa kalktı. "Ulan bu ne?" Edimsel sonsuzda hep bir sonraki adıma ulaşırsınız. Bir sonraki sayı, bir sonraki evren, her neyse. Sanal sonsuz... Sonsuz işte.


Robert E. Howard, Conan gibi, Kull gibi adamları yaratarak kılıçlı, büyülü maceraları da yaratmış oldu. İlginçtir, Kılıç ve Büyü Öyküleri adlı kitabıda okuyabilirsiniz bu türü seviyorsanız. İthaki bunun ilk cildini basmış, sonra yarım bırakmış. Clark Ashton Smith'in öykülerinde yaptığı gibi. Devamını bassalar keşke. Neyse, Howard'ın bu tür dışındaki öyküleri de çok güzel, birkaçını İngilizce olarak okudum. Korkunç gerçekten. Karanlıkta 33 Yazar seçkisinde Cehennem Güvercinleri vardı, şahane bir öykü o. Daha ilk cümlelerde yaratılan bir dehşet atmosferi, okuru ne olduğunu anlamadan çarpıyor. Tekinsizlik yaratmada üstüne olmayan bir adam Howard.

Almuric bir kılıçlı vurdulu kırdı türünden güzel bir roman. Esau Cairn'ın maceralarını, kestiği kafaları ve kırdığı kemikleri takip ederek nihayete varmadan önce farklı dünyaları, farklı ırkları ve bütün bunların arasında mücadeleden vazgeçmeyen iki Arzlı'yı -en azından birinin ruhu Arzlı- tanıyacağız.

Başta profesöre benzer bir adamın anlatımıyla mevzuya aşina oluyoruz. Bu Esau Cairn arkadaşımız katıksız gücüyle çevresinde ucube olarak görülen biri. Düşünce yapısı oldukça basit ve kasları oldukça sıkı, bu yüzden bir ucube gibi muamele görüyor. Üniversiteden atılıyor, acı gücünün yüzünden boksörlük lisansı elinden alınıyor. En sonunda karanlık işlere bulaşıp profesörün evine kaçıyor. Profesör, bu arkadaşımızı "kendi çağına uydurulan ve kendi olmaktan vazgeçmeyerek dışlanan" şeklinde niteler. Gerçekten de doğduğu yer, ABD'nin cangıl bölgesidir ve bir Spartalı gibi yetiştirilen Cairn, toplumda yeri olmadığı ortaya çıkınca başka bir güneş sistemindeki Almuric adlı gezegene yollanıyor ve oradaki maceralarını profesörün anlatmaya yanaşmadığı bir şekilde Dünya'ya ulaştırıyor. Anlatı bu maceralar üzerine kurulu.

Güzel, türü sevenler beğenecek.
Karl Ove anlatıyor, çocuğuna bakar gibi anlatıyor, aşık olduğu kadınla kavga eder gibi anlatıyor, su içer gibi anlatıyor, nefes alır gibi anlatıyor. Okura oyun oynamadan, anlatmakla ilgili başka hiçbir derdi olmadan elinde nesi var nesi yok ortaya koyuyor. Blöf yok. Anlaşılmak, tek derdi bu. Övgü istemiyor, hayran istemiyor. Ne eksik ne fazla, sadece bir mesele var ve anlatılması lazım. İki mesele, pardon. "Bir yaşamı anlamak kolaydır, onu belirleyen etkenler azdır. Benimkiler iki tane. Babam ve gerçekte hiçbir yer ait olamamam. Bu kadar basiti." (s. 536) Basiti? Yedi veya sekiz typo var ve göze oldukça batıyor. Bir de "simgesiler" olayı var, o da ilginç. "Simgeleri" yerine "simgesiler".

Bu mevzunun ne olmadığından başlamak daha iyi bir tercih.

Karl Ove'un meselesi kendini bir şeye çevirmek değil, başta onu söylemek gerek. Yaptığı şey bu değil, olduğunca gerçeğe sığınıyor, sadece gerçek. Kendini alçalttığı yok, kibarlık yaptığı yok, utancı yok, elinde zaman zaman kaçırdığını düşündüğü bir yaşam var ve bu yaşamın kaçan noktalarıyla birlikte anlatılması gerekiyor, hepsi bu.

Cüzdanla zaman kaybetmeyen bir adam daha.

İlk kitapta Karl Ove'un babasıyla olan ilişkisi, babanın ölümünden sonra göğüs germek zorunda kaldığı sıkıntılar, ailesi ve gençliği vardı. Karakter hakkında temel oluşturacak bilgileri aldık, ikinci kitapta üç yıllık bir zaman dilimini geri dönüşlerle birlikte görüyoruz.

Meseleler bir bir belirip kaybolurken metnin akışında hızla yol alıyorsunuz. Başlardaki doğum günü bölümü, Karl Ove'un çocuklarıyla olan ilişkisini ortaya koyarken diğer ebeveynlerle kendini kıyaslamasını, her zaman kendini hissettiren bir ait olamama duygusunu ortaya çıkarıyor. Yalnız babalar, puset ittiren babalar, çocuklarıyla boğuşan babalar anlatıcının büründüğü rollerden bazıları. Babalık, Karl Ove'u besleyen en büyük kaynaklardan biri, büyük ödünleriyle birlikte.

Kaçırılanlar, Karl Ove'un davranışlarını bir ölçüde belirlediği gibi dünyaya verdiği anlamı da büyük ölçüde etkiliyor. Adam Phillips'in Kaçırdıklarımız nam metniyle birlikte okunduğu zaman daha doyurucu çıkarımlar elde edilebilir. "İnsanlar tarafından yeniden yaratılma" olayını onca karaktere karşı çoğunlukla farklı tavırlar sergileyen Karl Ove'un kişilik tahlillerinde görmek mümkün. Kendi çıkarımı olan anlamların yanında çok fazla şeytan terapist göremememiz, benliğinin dışından bakmamaya çalışan anlatıcıyı düşündüğümüzde anlaşılabilir. Başka bir insanın anlatıcı hakkında söyledikleri başka bir anlatıdır ve metinde yeri pek yoktur, Geir'le olan muhabbet hariç. O noktada da kendini şekillendirme ortaya çıkıyor. Neyse, şöyle bir şey: "Yalnızca küçük ve kendini önemsizleştiren ile büyük ve mesafe yaratan vardı. Ve benim gündelik hayatım işte bu ikisinin arasında yer alıyordu. Belki de bu hayatı sürdürmekte o yüzden bu kadar zorlanıyordum. Gündelik hayat, bütün görevleri ve rutinleriyle katlandığım bir şeydi; hoşlandığım ya da bana anlamlı gelen ve beni mutlu eden bir şey değil. Bunun yerleri silmek ya da çocuğun altını değiştirmek konusundaki isteksizlikle hiçbir ilgisi yoktu, esasen daha temel bir şeyle ilgiliydi; sürdürdüğüm hayat anlamlı değildi, ondan hep uzaklaşmak istiyordum. Dolayısıyla sürdürdüğüm bu hayat bana ait değildi. Benim olmasına çabalamıştım, kavgam bu olmuştu ve bunu istemiştim elbette, ama başaramamıştım, başka bir şeye duyduğum özlem bütün çabalarımın kuyusunu kazmıştı." (s. 75) Anlamı ne kadar çok ararsa o kadar çok kaçıran, bulunduğu anın dışında başka bir zaman arayan anlatıcı, her yolun ölüme çıkmasıyla anlamsızlığı bir tutar, bütün sıkıntısını bu çıkmaza bağlar. Ölümlü olmanın bilinci her güzelliği katletse de hayatı değerli kılan da ölüm duygusunun ta kendisidir, yine Monokl'dan çıkan Ölümü Düşünmek'le paralel haller. O halde nasıl yaşamak lazım gelir, hormonlara yükleme yaparak? İyi fikir, insanların aşk için yalvarması belki ölümsüzlük isteğinden kaynaklanır. Aşık olunca anlam arayışının bittiğini söylerler, her şeyin tek bir anlamla dolup taştığını söylerler, sonuçta aşk insanı sonsuza en çok yaklaştıran duygu olduğu için lazımdır. Karl Ove, aşık olduğu zaman bunun farkına varıyor. Gelsin cicim ayları ve sancı.

Bu adam yaşadığını bir fırtına gibi anlatıyor ve kafaya kazıyor, elinizdeki kitabın soluk alıp verdiğini duyacaksınız.