proust bu eserinde çağdaş roman anlayışında kullanılabilecek tüm teknikleri kullanmıştır. her ne kadar roman birinci tekil kişi ağzından anlatılmaya başlansa da daha sonra 3. tekil kişi ağzından anlatım da, tanık anlatıcı da, çoğul bakış açısı yöntemi de romanın diğer ciltlerinde kullanılmıştır.ancak yedi ciltlik romanın hiçbir yerinde klasik romanlarda sıkça rastlanılan tanrısal bakış açısı yöntemini asla göremezsiniz. bunun da en büyük nedeni proust'un gerçeğin peşinde olmasıdır.yani 7 ciltlik romanın hiçbir yerinde "..... diye düşündü" gibi bir ifadeye rastlayamazsınız.çünkü bir insan hiçbir zaman başka bir insanın ne düşündüğünü bilemez.sizin romanda gördüğünüz, bildiğiniz, duyduğunuz her şey anlatıcının gördüklerinden ve duyduklarından ibarettir. "swanlar'ın tarafı" koskocaman bir dünyanın girişi niteliğinde olan devasa romanın birinci cildidir sadece. üniversitede fransız dili ve edebiyatı profesörü hocamın her derste proust'tan bahsetmesidir ki beni bu romanın tamamını okumaya yönlendirmiştir. romanda yaşama dair neler yoktur ki... bir çay fincanına takılan madlen kırıntılarından çocukluk yıllarına uzanan bir adamın peşinden sürüklenir gidersiniz. bir anlatıcı vardır romanda ama görünmez adamdır sanki bir kamera gibi peşinden gider durursunuz. kahramının adı 7. ciltlik romanda sadece bir defa geçer ve başka hiçbir yerinde adına bir daha rastlayamazsınız.(bu arada kahramanın adı da marsel'dir bu adı vermesi Proust'un başını sonraki yıllarda az ağrıtmamıştır.yazdığı eserin roman değil de bir otobiyografi olması eleştirisini beraberinde getirmiştir bu ad. ) bu romanda ana karakter ise tek kelimeyle zamandır ; zamanın değiştirici, dönüştürücü, önlenemeyen ve reddedilemeyen kudretli gücü karşısında insanoğlunun acizliğini görürsünüz. aşkın her türlüsünü romanın tamamın okuduğunuzda görebilirsiniz. bir erkeğin bir kadına duyduğu tutku dolu aşkın yanında, bir erkeğin başka bir erkeğe duyduğu aşkı da, bir kadının başka bir kadına tutku dolu aşkını da bulabilirsiniz. tabii aşkın, aşıkta uyandırdığı her türlü insani duyguyu da müthiş bir biçimde kelimelere dökülmüş bir biçimde görebilirsiniz. bu duyguların en belirgin olanları da kuşkusuz şüphe ve ardından ortaya çıkan kıskançlıktır. daha neler yoktur ki romanda botanikle uğraşıyorsanız envayı çeşit çiçek adı bulursunuz romanda, psikologsanız belki de hiçbir zaman karşınıza çıkmayacak insanların ruhsal çözümlemelerini bulursunuz, müzikle ilgileniyorsanız teorik olarak ve uygulanış biçimi olarak müziğin insanda ne gibi etkiler uyandırabileceğini klasik müziğe dair pek çok detayı bulabilirsiniz, tarihçiyseniz dönemin Fransa aristokratlarının da içinde bulunduğu fransız sosyetesinin çarpık ilişkilerini ve bazı sosyal olaylara (Dreyfus Davası gibi) kişilerin farklı bakış açılarını bulabilirsiniz. bir felsefeciyseniz zaman kavramı ile ilgili de sizi derin düşüncelere sevk edecek çarpıcı sözler bulacağınıza eminim. ancak eğer pasif bir okuyucuysanız, yazar "her şeyi benim yerime düşünsün aman ben aklımı fazla yormayayım" diyorsanız, ve roman okurken "neden" sorusunu sormaktan ziyade "sonra ne olacak" sorusunun peşindeyseniz proust'tan uzak durun (çünkü sonra olacak bir şey yok bu romanda) başka kitaplar okuyun.romancının dile de oldukça zor bir dildir çaba ister, bazen tekrar tekrar okumak ister. (bir cildinde 3 sayfalık bir cümle vardı varın gerisini hesap edin artık.) türk edebiyatında yakup kadri, abdülhak şinasi hisar, ahmet hamdi tanpınar , oğuz atay ve de orhan pamuk belirgin bir biçimde proust'tan etkilenmiş olan en önemli yazarlardır. bunun dışında proust dünyada da pek çok edebiyatçıyı da etkilemiştir.