Çocukluğundan itibaren kendi hayat hikayesini ayrıntılı bir şekilde anlatan Aydemir bu eserinde, akıcı bir Türkçe ile kaleme almış Birçok yönden dikkati çeken eserin çok okunmasında hem kullanılan dil ve üslubun hem de yazarın hayat hikayesinin çok renkli olması etkili olmuştur. Edirne’de doğan yazar, hayatının değişik dönemlerinde farklı siyasi görüşleri benimser, idealleri uğruna yolculuklar yapar, yargılanır, hapis yatar, devlet kademelerinde görevler yapar ve sonunda emekli olur. İşte yazar eserinde bütün bu yaşadıklarını, hayallerini, düşüncelerini ve seyahatlerini çok başarılı bir şekilde anlatmıştır. Okuyucular için dikkati çekebilecek en önemli şey; karşılaştığı zorluklar karşısında yılmayan, hep inancı doğrultusunda, kendisinin de var olduğunu ve bir şeyler yapabileceğini kanıtlamak isteyen bir insanın azmi karşımıza çıkmaktadır.
Enver Paşa(s.190-6, 261-267), Doktor Nazım ve az da olsa İskilipli Atıf Hoca (s.374) hakkındaki değerlendirmeleri kitabın dikkati çeken yönleridir. Ayrıca Aydemir’in özellikle mahalle tasviri (s.12,13,15, 22, 27) Edirne ve Selimiye tasvirleri(s.29-30); İttihat ve Terakki(282-283) ve inkılap(s.446) hakkındaki değerlendirmeleri özellikle Turancılık(s.153-154,432) konusundaki geçirdiği aşamalar okunmaya değer bölümlerdir. Turancılık serüveni şu cümle ile özetlenebilir: Turancı olarak başladığı fikir serüvenini, eğitimini tamamlamak üzere gittiği Rusya'dan Türkiye’ye bir komünist/marksist olarak dönmüş, sonra Kemalist olarak tamamlamıştır.
Kitaptan özet bölümler şöyle:
Mahallede Hoca hanım denilen bir yaşlı kadın vardı ki bizim mahalleye başka bir mahalleden misafir gelirdi. Fakat gelince de her evde istediği kadar kalırdı. Onun mahallede bulunduğu zamanlar gece toplantıları daha kalabalık olurdu. O herkesi tanırdı. Her şeyi bilirdi. Yarı sofu, yarı meczup, yarı derviş bir kadındı:
- Edirne, sudan, İstanbul ateşten batacak, derdi.
Buna da herkes inanırdı. Hatta Osmanlı Devletinin sonunu da haber verirdi:
- İnneke Hamidün Mecid, derdi. Bunu da şöyle tefsir ederdi:
- Bu devletin son padişahı Sultan Hamid olacak. Sonra bir Mecid gelecek ama, o artık padişah sayılmayacak.(s.22)
“Allah hayırlara tebdil eylesin oğlum, devletle oyun olmaz.”(s.45)
Uyumak ve unutmak? Bazen uyku ve unutuş ne kadar kurtarıcıdır.(s.79)
“Tanrı’nın bize verdiği en büyük nimet, sahip olduğumuz halde, sahip olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmaktır.”
Damat namzedi, kendisine bildirildiği gün ve saatte sarayın bahçesinde, kendisine gösterilen yolda yürüyecektir. Bir balkonun veya cumbanın altından geçecektir. Fakat başını kaldırıp yukarı bakmayacaktır. Çünkü orada padişah, müstakbel damadı gözetlemektedir. Karar, padişahta kalan intibaa tabidir. Damatlık isteklisi, bu yüksek görücü önündeki yürüyüşünden sonra ağalar tarafından karşılanır. Mabeyn dairesine alınır. Meseleden hiç bahsedilmez. Eğer netice menfi ise, damatlık talibine atlas bir kese içinde padişahın 20 altın liralık ihsanı verilir ve namzet yolcu edilir. Mesele de biter.(s.279)
Din, hatta onun ilkelerine uymasak, isteklerini yapmasak bile, ruhumuzun dokusunda yaşayan ve yıpranmayan bir duygudur.(s.301)
Halbuki biz, bir Tunus, bir Cezayir, bir Fas istiklal mücadelesini Birleşmiş Milletlerde, Fransa’nın bir iç meselesi sayarak Atatürk’ün ruhunu incittik. (s.466)
Kitap şöyle sona eriyor:
Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber yaşamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düşman olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşamak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün olmasın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?
Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üstünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim hayat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrademizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başarabilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz ondan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.
Son hükmüm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.
Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.
Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir su başındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir su başında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu. Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu. Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Suların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dolduracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı: “Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir.”
Ve gene onun dediği gibi. “Huzurun bir pahası var…”
Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.(s.488)