Kitabı okuyup bitirdiğim zaman, Türk edebiyatı adına sevindim, Türk edebiyatçıları adına üzüldüm. Çünkü Menteş, bu romanı yazmakla, çıtayı bir hayli yükseltmiş oldu.
Romanın son sayfası da bittiğinde, kendimi, tufandan sağ kurtulmuş gibi hissettim. Kanımca, Nuh Tufan isimli şahsiyetin romanın kahramanı olması boşuna değil.
Murat Menteş, romanında; iş makinesine, mutfak robotuna, tüketim canavarına dönüşen insanların, yani modern çağın eleştirisini yapıyor. Romanda geçen “Hedefe ulaşan, her şeyi ıskalamıştır! Çok paraya sahip olanların o acayip huzursuzlukları bundan” cümleleri, bu eleştirinin bir parçası. Fakat bu eleştiriyi öylesine ustalıkla yapıyor ki, ancak iş işten geçtikten sonra meselenin farkına varabiliyorsunuz.
Bir arkadaşıma “nasılsın, iyi misin” diye sormuştum. Verdiği cevap, tüylerimi diken diken etmişti: “Canavar gibiyim!” Sözünü ettiğim eleştiri, öncelikle böyle insanlar için...
Aslen şair olan Menteş, romanın her sahfasında, şansını bir hayli zorlamış. İyi de yapmış. Kitabın kimi yerlerine ‘belgesel havası’ hakim olsa da, bu hava, okuyucuyu sıkacak, tempoyu düşürecek türden değil. Hatta, böyle bir seçeneğin, kitabın besin değerini yükselttiğini bile söyleyebilirim.
Romanı benim gözümde özel yapan etkenlerden biri de, adeta özlü sözler panayırına benziyor olması. Öyle ki, onca direnmeme rağmen, birçok cümlenin altını çizmek zorunda kaldım. İşte bir kaç örnek:
“Gerçek acı, insanı yapay sevinçten daha çok canlandırır.”
“Arkadaşınız ne kadar zenginse, size o kadar pahalıya malolur.”
“Kayıtsız şartsız merhamet, ne kadar besleyici, doyurucu bir gıdaymış meğer.”
“Bir sözün doğruluğu ile inandırıcılığı arasında hiçbir bağ yoktur.”
“Daha çok düşünüp daha yavaş hareket etmek gerekir. Terbiyenin ilk şartı budur.”
“Keder, insanı erdemli kılar.”
Tek kelimeyle söylersek; bilgece!
Her fırsatta, şairlerin, eğer isterlerse iyi roman yazabileceklerini iddia eden biriyim. Nitekim, Dublörün Dilemması, bu iddiamı doğruladı. Keskin zekasını ve yeteneğini, şairliği ile birleştiren Menteş, neredeyse her sayfada/olayda, okuyucuyu ters köşeye yatırıyor. Siz, ‘sonu şöyle biter’ diye tahmin ederken, sonu ‘böyle’ bile bitmiyor. Okumuş olduğum birçok roman, benim için sıkıcı bir otobüs yolculuğuna dönüşmüşken; bu romanda yollar ve zaman, su olup aktı.
Ve romanın kahramanları...
Bir numaralı kahraman Nuh Tufan, her şeyden önce, albino olmasıyla dikkat çekiyor. Yetimdir. Ve yazarın anlatımıyla; “Yetimlik zaman aşımına uğramaz, haddizatında yetim olmayanlar da yetimliğe doğru seyreder. Yani, kimsesizlik, kimsenin tekelinde değildir.” Tufan’ın bir özelliği de “kimseye güvenmediği halde, herkesin güvenini kazanmış” biri olmasıdır.
Bir diğer kahramanımız İbrahim Kurban. Kurban’ı da yazarın şu cümlesiyle özetlemek mümkün: “Kimilerinin hayatı öylesine monotondur ki, insan, dünyaya ilk kez geldiklerine inanamaz.” Tabii Kurban’ın Tufan’la tanıştığı gün, işin rengi değişir...
Ve bir kekeme olan Ferruh Ferman! Başı belada olan Ferman’ı uzun uzadıya anlatmanın imkanı yok. En iyisi, yazarın şu cümlesini kılavuz edinmek: “Durum biraz ciddileşince, insanın gözüne herkes şüpheli şahıs gibi görünür.” Ve herkesi şüpheli şahıs olarak gören biri de ancak Ferruh Ferman gibi olabilir.
Rıza Silahlıpoda’yı da unutmayalım. Kendisi, romanın kötü adamı oluyor. Hatta, bu romanın yazılma nedenlerinden biri de o! Silahlıpoda için, sadece şu sözü söylemek bile yeterli olacaktır: “Kötü adamların cehaleti sayesinde, acaba kaç kişinin ömrü uzamıştır?”
Tabii, bütün bunların ne anlama geldiğini öğrenmek için mutlaka kitabı okumanız gerekiyor.