Tarihin bütün devirlerinde ve bütün toplumlarda daima kendisiyle karşılaşılan evrensel bir olgu olan din, insanı hem içten hem dıştan kuşatan, onun düşünce ve davranışlarında kendini gösteren bir disiplindir. En basit anlamı ile din insanlar için hayat bilgisidir. Hayat bu bilgi yokmuş gibi yaşanamaz. Ne zaman ki din, laiklikle bir arada kullanıldı ve uygulandı ise ibre hep dinin aleyhine olmuştur. Başgil’in adeta mayın tarlası mesabesinde olan ve birçok kalemşörün cesaret edemediği bu konuyu ele alması, yazıldığı 1950’li yıllar düşünülünce ülkenin o dönemde içinde olduğu buhranlara net çözümler sunmaya çalışan bir fikir işçisinin çırpınışlarını yansıtmaktadır. Bu eser, yazarın her ne kadar İskilipli Atıf Hoca’nın ‘Frenk Mukallitnamesi’ gibi idamına neden olmamışsa da herhalde cumhurbaşkanlığından el çektirilmesinde en büyük pay sahibi olmuştur.
Başgil,ilk olarak din mefhumunu ele almakta, unsurları üzerine eğilmekte, dinin iman ve amelden oluştuğunu ifade ederek, imanın ve amelin çeşitleri üzerinde durmaktadır. Bu bölüm daha çok dinsizliğe /ateizme karşı bir din savunusu mahiyetindedir. Daha sonra din nedir? sorusunun cevabını arayan Başgil, dinin ortaya çıkmasıyla alakalı nazariyeleri ele alarak, yanılgılar üzerinde durmaktadır. Nihayetinde dinin, mücerred bir iman ve çıplak bir akideden ibaret olmadığını; aynı zamanda ahlak ve ibadet, dua ve münacattan da oluştuğu; talim ve tedris, neşir ve telkini ihtiva ettiği ifade edilmektedir. Daha sonra bugünkü toplumlarda din ve devlet münasebetleri çerçevesinde laiklik ve din hürriyeti meselesi, din hürriyeti prensibinden doğan haklar konusunda inanma hakkı meselesine değinildikten sonra ibadet ve dua hakkının da din hürriyeti prensibi içinde mündemiç olduğunu ifade edilerek, bu hakların korunması sadedinde laikliğin ne demek olduğu; laiklik ve modern devlet başlığı altında ise din hürriyetinin hem din düşmanları kanadından, hem de din taassubu içinde olanlar sebebiyle düştüğü olumsuz durum ele alınmış, bu iki aşırılığın dengesinin ise laiklikle temin edileceği tezi savunulmuştur. Daha sonra Türkiye açısından önemli bir ayağını oluşturan din ve devlet münasebetlerinin tarihine kısa bir bakış atılarak, zamanımızda ilim ve din mücadelesi konusu ele alınmıştır.
Başgil, yazılarında, akıcı, sürükleyici bir üslup, insanın içine ferahlık veren, edebi zevkle örülmüş, çekici bir anlatış tarzı vardır. Makale ve çalışmalarında, etkili benzetmeleri, istiare ve kinaye sanatları, tasvir kabiliyeti, deyim ve atasözleri yazarın dile hakimiyetini göstermektedir. Bu tasvir kudretine psikolojik tahliller de girince, yazısı tam bir canlılık ve dirilik kazanır. Mesela: İki ağızlı balta gibi kullanmak (s.26); dumanı görüp de ateşi inkar etmek (s.80); kütük enseye kubbe göbeğe feda etmek (s.83); ölecek hastanın başında hekimden şifa ummak(s.86); çölün serabını havuz zannetmek(s.92); kilimin dört ucunu bırakmak (s.114); hastalığı zehirle tedaviye kalkışmak (s.118); köpeksiz köy bulup değneksiz gezmek (s.135); kötü söz geçmez akça sahibinindir (s.132); Kayalıkta pirinç bitmez (s.211); iğne ile kuyu kazmak(284).
Kitaptan alıntılar şöyle:
Eserlerini her baskıda adeta yeniden yazar gibi düzeltip zenginleştiren Fransız Voltaire’e sormuşlar: ‘Eserlerinizin son baskısını ne zaman vereceksiniz?’ ‘Öldüğüm zaman’ cevabını vermiş. Beşikten mezara kadar öğrenmeye muhtaç olan insanın son eseri, hakikaten, öldüğü gün mevcut olanıdır.(s.11)
O ganîyem ki, bu bâzâr-ı cihanda(fenâda) feleğe/Metelik vermek için bende bozukluk yoktur. (Ben bu yokluk pazarında (dünyada) öyle zengin biriyim ki, feleğe metelik vermek için bende bozukluk yoktur.)
On dokuzuncu ve yirminci asırların tarih ve sosyoloji araştırmaları ile anlaşılmıştır ki, din, derin bir duygu ve manevî mesnet olarak, insanoğlu ile beraber var olmuş ve ilk medeniyet eserleri, medenî duygular ve düşünceler, hep dinî inançlardan doğmuştur. Hukuk, ahlâk ve siyaset, hattâ teknik ve san‘at bile zuhur ve inkişâfını dinî duygu ve düşüncelere borçludur.(s.13)
Dinsiz ilim, belki aklı tatmin eder, fakat muhakkak ki, gönlü karartır. Nitekim ilimsiz din de ruhu ve gönlü ışıtır, fakat aklı karanlıkta bırakır.(s.42)
İnanmayan ve içinde imanı taşımayan insan, suya kanmayan bir hasta gibidir; servete, konfor ve sefahate kanmaz. Fert için olduğu kadar, cemiyet için de felaketlerin kaynağı, bu kanmamazlıktır. Din, insan ihtiraslarını frenleyen en kuvvetli manevi dizindir.(s.72)
Din, şek içinde bunalan insan ruhunun ışığıdır. Hem de yalnız inanma değil, aynı zamanda bilme ihtiyacının ifadesidir.(s.73)
Ciddi mümin, iyiliği Allah’ını sevdiği için yaptığı gibi, kötülükten de bu sevgiyi kaybetmekten korktuğu için kaçınır.(s. 93) Taklidi iman, başkasının imanına imandan ibarettir.(s.100)
Dindarın iç hayatını nurlandıran iman, kuvvet ve gıdasını ibadetten alır.(s.103)
Hükümet elinin ve gözünün girdiği mabedde iman ve akide çürür ve çöker.(s.112)
Ruhlarında iman etme istidadı taşıyan insanlar için, Allah’a imanın yerini hiçbir şey dolduramaz. (s.114)
Din halka inmiş ve kitleye malolmuş insanlıktır. Böyle olduğu içindir ki dine ve maneviyata düşman olanlar, dikkat ederseniz, insanlığa da düşmandırlar.(s.116)
“Kafaları bilgi nuru ile aydınlatınız, tâ ki onları kesme ihtiyacı duymayasınız.” (Victor Hugo) (s.120)
Bir din için en büyük tehlike, hadimlerinin memurlaşması, kürk ve saltanat hırsına düşmesidir. (s.180)
Dine bağlı devlet sisteminde din adamları nasıl birer ‘Sezar’ kesilirse, devlete bağlı din sisteminde de hükümet adamları ve her cins huydan politikacılar birer fuzulî din doktoru ve ehliyetsiz reformatör rolü oynamaya kalkışırlar.(s.183)
Tarih ifrat ile tefrit şeklindeki aksülamellerin uzun bir hikayesi olmaktan başka bir şey değildir.(s.274)
Dizginlenmeyen arzu ve ihtiyaç, sahibini çiğner. Arzu ve ihtiyaçlarımızın esiri olmamak için onları dizginlemeye mecburuz. Aksi halde ciğer bulaşmış bir eğeyi yalayan aç kedi vaziyetine düşer, dilimizden akan kanları yalarız da haberimiz olmaz.(s.280)