Zor bir metin. Okuması, anlaması ve sindirmesi oldukça zor. Karmaşık bir dil yapısı var. Eksiltili cümleler, farklı öznelerin aynı cümlede kastedilmesi gibi bulanık ve sıçramalı anlatımı var. Yazar “şu oldu bu oldu”’dan çok bunların tanık olan zihinler tarafından betimlenmesine odaklanmış. Her zaman bir bilincin içinden konuşuyor. Anlatıyı o bilincin gözünden kuruyor. Zaman kullanımı lineer değil. Olaylar kronolojik değil psikolojik önemine göre sıralanıyor. Hiçbir şey anlaşılamayan cümlelere paragraflara rastlamak zor değil. Yine de kuşatıcı bir roman. Alıp götürüyor. Emek verildiği zaman kendine özgü bir tını yaratan roman kendini açıyor. Kurgu çok iyi, parçalar kronolojik sıraya uymaksızın beliriyor ve bütünü tamamlıyor. Bir şeyin sebebini o şeyden sonra öğreniyoruz sıkça. Romanda doruk nokta denebilecek bir nokta yok gibi. Joe Christmas’ın silahla vurularak ölmesi bile doruk noktaymış gibi verilmemiş. Joe Christmas’ın Mrs.Burden’in öldürüp öldürmediğini ve evi yakanın o olup olmadığını tam olarak anlayamıyoruz. Her şey öldürdüğünü göstermesine karşın bir kesinliğe vardıracak veri söz konusu değil. Din ve zenci sorunu temaları ağırlıkta. Lena’nın (hamile) yürüyüşü ile başlıyor roman. Mrs.Hines’in (Joe’nin büyükannesi) Joe yakalandıktan sonra bir günlüğüne olsa bile onu görebilmek konuşabilmek için Hightower’dan yardım istediği sahne çok duygulu. Yine Mrs.Hines’in Lena’nın yeni doğan erkek çocuğuna Joey diye hitap etmesi öyle. 20.bölümde Hightower’ın evinin penceresinden dışarıya bakarak aklından geçirdiği hayatını okuyoruz. Bu kısım, en zor kısımlardan biri. Higtower burada kendi hayatını ele alıyor ve benliğini sorguluyor. Byron Bunch’ın Lena’nın bebeğini doğurtması, onunla evlenmek istemesi ama sonra Brown hapisten çıkınca vazgeçip Jefferson’u terk etmesi etkileyici. Derli toplu bir şölen havası, ders verici, vurgulayıcı bir içerik değil de karmaşaları öylece bırakılmış bir atmosfer kalıyor geriye.