Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Ayşe Kilimci'nin öyküleriyle Yıldız Ramazanoğlu'nunkiler arasında bir yakınlık var, iki yazar da toplumun farklı kesimlerine olabildiğince içeriden bakıyorlar. İçeride bulunmuşlar zaten, Kilimci çocuk mahkemelerinden hastanelere, fuhuş komisyonu üyeliğinden cezaevlerine kadar pek çok alanda sosyal hizmet uzmanı olarak çalışmış, Ramazanoğlu ülke ülke gezerek dünyanın insanı büken, kıran yönlerine şahit olmuş, duyarlılıkları gelişkin. Karakterleri ağır ağır kuruyorlar hikâyeleri, araya edebiyatın ve anıların önemine dair vecizeler sıkıştırabiliyorlar ve öykünün özgül yapısını zorlamıyorlar bu sıkıştırmayla, sağlamlıkları o bir iki cümleyi, belki üçü dördü de taşıyabiliyor, beşi altıyı. Biçim benzerliği açık, kısa bir zaman aralığında yaşanan olaylar geçmiştekilerle anlamlanıyor veya tek başına yeterince anlamlı, toplumsal sorunlarla bezeli kişisel çıkmazların anlatımı için anılara başvurmak veya başvurmamak, işte bütün mesele. İki yazar da sıklıkla başvuruyor, ya bir anıştırma ya da doğrudan anlatım, temel geçmişten yükseliyor. Bunlar bir yana, Kilimci'nin öykülerinin rengi biraz daha parlak. Anlatıcı çocuksa ona göre cümle kurulumu, sözcük seçimi, anlatıcı yaşlıysa ona göre hafıza, Kürt'se ortaya karışık bir dil, açıkçası muazzam bir yansıtım var Kilimci'nin karakterlerinde, geldikleri yerin niteliklerini olduğu gibi döküyorlar öyküye. Başarısız bir örnek olarak Ömer Polat'ın Saragöl'ü geliyor aklıma, Doğu'nun ağa-maraba çatışmasını şahane anlatan romanda karakterlerin konuşmalarında yerellik ara ara kayboluyordu, bu da can sıkıyordu çünkü o yörenin insanı o yörenin insanıymış gibi konuşuyor, arada bir o yörenin insanı değilmiş gibi konuşuyor, hasılı konuşuyor ama kimlik değiştirmiş gibi. Kilimci'nin insanları neyse o, değişme yok, kayma yok, akarı kokarı yok, on numara insanlar. 2000 Haldun Taner Öykü Birincilik Ödülü'nün sahibi "Yıldızları Dinle..."de erkek çocuğun ağzı ne laf yapar mesela, Memet Abla'nın öldürüldüğünü söyleyerek başladığı hikâyesinde Beyoğlu'nun girilmedik sokağını bırakmaz.

"Milletler Fotoğrafhanesi" ne renkli öyküdür, kaç milletin insanı geçer bu öyküden bilinmez. Bulgaristan'ın Filibe'sinde bir laternacı, Mariana Anatoliyeva ki soyadından kelli bizim buraların toprağı da kokacaktır öyküde ister istemez. Türklerin yemek ve kadın konusunda iyi olduklarını düşünür yabancılar, Türkiye'de neden bu uğraşlarını sürdürmediklerini merak ederler de ortaya çıkar sonra, mesela Bulgaristan'da türlü eziyete maruz kalan, isimleri değiştirilen insanlar Türkiye'ye göçtükleri zaman pahalılıktan akıllarını kaçırıp geri dönmeye bakarlar. Hepsi dönmez tabii, dönenlerinse başka çaresi yok gibidir. Bulgaristan'da parasız tedavi, eğitim, komünizmden kalan parasız işler Türkiye'de yoktur, basit bir muayene için hastaneye giden karakter her şeyin bedava olacağını düşünürken kendisiyle alay eden bir grup çalışanla karşı karşıya kalır. Beleş yoktur öyle, paranın yettiğince sağlık. Anatoliyeva her şeyi görüp duyar, komşularından da öğrenir bazı şeyleri. Alman Hans ve Azeri Yasemin işçi maaşlarıyla geçinmeye çalışırlarken ABD'ye gitmeye karar verirler de yeşil kart çıkmaz. Svetlana ve Fantomas barda ne kazanmışlarsa Mariana'yla birlikte yerler, mastika rakısı veya Vino şarabı hemen biter. Sohbet ederlerken Türklüğünü hatırlar Mariana, ne kadar Türkleşmişse. Komşuları, bazı akrabaları, mahallelinin bir kısmı Türk'tür, bu sebeple Türkçe sözcükleri bilir, komşularının âdetlerine saygı gösterir. Acır da biraz, "kaybetmeleri kaçınılmaz olan savaşların peşinde yılmadan koşan romantik Türkler" genelde lokanta veya market açarlar, huzurla yaşamaya bakarlar da Bulgarlar rahat vermez bir, kapılara polisler, siviller dayanır, anadildeki adı anımsatacak yeni bir isim seçmeleri için baskı yaparlar. Türkiye de ayrı ıstırap. "Kolay yaşanmaz ahbaplar, komşular, Türkiye'de, ama çok kolay ölünür, dedi gidip de geri gelenler. Sattıkları evlerini sonradan mahkeme kararıyla alıp girdiler evcağızlarına, misler gibi oturdular. Sonra Jivkov delirdi, milletin ismine el koydu, bizim gül gibi sosyalizmimize de... Bir ismin hatırına göçtü Gülizargil, döndüler ki, İstanbul'da namuslu adama incelikli insana yer kalmamış, orda herkes haydut olmuş, dediler." (s. 131) Öykünün adı Kilimci'nin öykü tekniğini özetleyebilir, karakterlerin arasında Mardin'den göç etmiş bir Kürt, ahlak kumkuması bir polis memuru, eş teröründen mustarip kişioğlu gibi her telden insan var, düşüncelerinin genişlediği yerler o kadar zengin ki öyküler bitmese bitmez, kolaylıkla romanlaşabilir ki uzun öyküler bunlar zaten, bir tek kişioğlununki görece kısa. "Karım Öle"de Şoför Niyazi'nin bahtsızlığını görüyoruz, kardeşimiz alt sınıfın yılmaz bir neferi olarak her türlü işi yapıyor, ailesini ayakta tutuyor. Askerlik bittikten sonra evlenmek istiyor, mevzuyu çözebileceğini söyleyen bir adama iyi bir para verip Doğu'dan gelecek Kürt kızını beklemeye başlıyor. Adam dolandırıcı, civardan bir kızı evlenmeye ikna ediyor, abileriyle birlikte adamı yolmaya başlıyor kız. Çocuk doğuyor, taksi şoförlüğüne başlayan Niyazi gece gündüz çalışmasına rağmen belini doğrultamıyor bir türlü, çekirge sürüsü gibi üşüşüyorlar adamın başına. Adam isyan ediyor, Allah'tan karısının ölmesini diliyor nihayet. Diğer öykülerden ayrı bir yere koymak lazım bunu, kendi yatağında akan bir öykü. "Söyle Kalbim" Kilimci'nin tipik öykülerinden diyeyim ve kalbimi bırakayım bu öyküye, elli yıl sonra edilen bir telefonun öyküsüdür. Kilimci'nin hikâyeyi monologla kurma huyundan ve suyundan nasiplenmiştir, yetmiş yaşlarındaki kadının Sabit Bey'e geçmişi baştan kurmasıdır. Öğrenci olaylarında en önlerde yer alan çiftimiz birlikte yaşlanamazlar belki de birlikte hatırlayabilirler, o karışık günlerde çok arkadaşları kaybolmuştur, ilişkileriyle birlikte. Kadın bilir ki pek zamanları kalmamıştır, telefonda da olsa son bir kavuşmayı mümkün kılar. "Sevmek, geleceğe karışmak, yarınlara kalması demek midir, insanın? Sevmek, müşkül iş... Gençlerin en çok bu bahse çalışmaları gerek." (s. 84)

Ayıramam, öykülerin tümü başarılı. Kilimci'yi okurken bir heves, keyif.

Günlüğünü kendi geliştirdiği kodla yazan bir arkadaşım vardı, yaşamını meraklı annesinden gizlemek için bir teknik uydurmuştu. "A" yazıyor, harfin tepesine bir sayı ekliyor, sonra başka bir harf, başka bir sayı, öyle kısa kısa kayıtlar. Annesi çözmüş tabii, o sayı kadar ileri veya geri gidileceğini anlamış. İlkokul çocuğu için iyi bir taktikti ama, sonradan o arkadaş mimar oldu, kentsel dönüşümün yılmaz bir neferine dönüştü herhalde. Projelere sadece kendisinin görebileceği birkaç sayı eklediğini düşünürüm ara sıra, belki orada olmaması gereken bir duvar, kapı, belki çatının üzerinde yükselen bir bina çizmiştir, formülleştirmiştir yapıyı, birinin anlamasını umarak kıs kıs gülmüştür. Kendi kendimize oyunlar, sıkıntıdan. Milletleri ilgilendireni görüyoruz bu kitapta, mesela Spartalıların tekniği hoş: Savaş çıkaracaklar ve müttefiklerine haber vermek istiyorlar ama Atinalıların mesajı okumasını istemiyorlar. Skytale adını verdikleri bir silindirin etrafına bir şerit sarıyorlar, şeridin üzerine mesajı yazıyorlar. Şerit açılıyor sonra, gideceği yere gönderiliyor. Açık halde bakıldığı zaman hiçbir şey anlaşılmıyor, harf çorbası. Silindirden müttefiklerde de bulunmalı ki şeridi tekrar sarsınlar ve mesajı okusunlar. Daha basitlerden ikisi görünmez mürekkep ve kafa derisine yazmaca. Bir kölenin saçları kesiliyor, mesaj kafaya yazılıyor ve saçların uzaması bekleniyor. Daha sonra saçı tekrar kazıtarak mesajı okuyorlar. Kullanışlı değil tabii, taktiği çözenler ele geçirdikleri bütün kölelerin saçlarını kazıttılar mı bitti olay, savaş kaybettirir bu deşifre. Polybius Kodu var, satırlar ve sütunlar boyunca sıralanmış harfler yukarıdan ve soldan iki sayıya denk geliyor, o sayıyı yazıyoruz, elimizde bir harf. Poe'nun "Altın Böcek" öyküsündeki kod var, öyküyü okuyarak nasıl bir şey olduğunu öğrenebilirsiniz. Bunlar basit gizler, esas kriptoloji Sezar'la başlıyor. Sezar Kodu'nda düz metin karakterleri ve şifrelenmiş metin karakterleri aynıdır ve yerleşik değişkenlikle iki daireye yerleştirilmiş harfler farklı biçimlerde alt alta getirilebilir. Bu da kolaylıkla çözülebilse de uzunca bir süre işe yaramıştır, şifreyi çözmeye çalışanlar avuçlarını yalamıştır.

Kodlama algoritma ve anahtar demektir, esas gizi algoritma sağlarken anahtar o gizin çözülmesini sağlar. Algoritmaya sahip olan kişinin anahtara da sahip olması gereklidir, yoksa hiçbir şey çözemez. Sezar Kodu'nun kullanıldığı diskleri bulan biri o diskleri çözecek anahtarı elde edemediği sürece döndürür durur çemberleri. Bulmacalar da böyledir aslında, size algoritmayı verir, dilediğinizce incelersiniz ve anahtarı bulursanız bulmacayı çözersiniz. Anahtar bu tür kodlarda bulmacanın içindedir, mesela Gandalf'ın mellon sözcüğünü dile getirmesiyle açılan kapıları düşünelim, Moria Kapıları elflerin zeki varlıklar olduğunu gösterse de şifreyi olduğu gibi algoritmanın içine koymak nedir? Neyse, normalde bu algoritma ve şifre, gönderenle alıcı arasındaki bir münasebete dayanmaktadır tabii, filmlerde genellikle bu ilki gönderilir de ikincisi gönderilmeden önce karakter ölür, başına bir iş gelir, o son hamleyi yapamaz ve şifreyi çözmek için maceradan maceraya koşan kahramanların kahır çektiklerini görürüz. Bilginin değeri ne kadar yüksekse kriptolojiyle uğraşan, şifreleri çözmeye çalışan insanlar o kadar uğraşırlar. Batı Karadeniz'de definecilik çok yaygındır, haritalar satılır da insanlar kolay yoldan zengin olma hayaliyle olmadık yerleri kazarlar, yolları göçerttikleri bile görülmüştür. Bu haritaların bir algoritması vardır, tabii gerçek harita olduğunu varsayıyoruz, defineciler bu haritaya bakarak kodu çözmeye çalışırlar, uğraşırlar, her şey yolunda giderse gerçekten bir şeyleri elde ederler. Günümüzde de kolay zor pek çok şifreyle karşılaşıyoruz, bazılarını bulup bazılarını bulamıyoruz ki bulamamamız isteniyor zaten, özellikle internet tabanlı işlemlerde. Beutelspacher dijital âlemlerdeki kodlamalara da değiniyor, çok çeşitli yazılımları teker teker değerlendirirken sistemin nasıl işlediğini göstermek için işin matematiğine de giriyor, arka arkaya diziyor formülleri. Matematikten anlayanlar için iyi bir kaynak bu, benim gibi anlamayanlar içinse basit örneklere de yer verilmiş. Vigenère Kodu mesela, verilen tablodan anladığımız kadarıyla Polybius'un çok çok daha karmaşık hali, çözülene kadar 300 yıl boyunca iyi şifrelemiş gizli bilgileri. Tabii çözülmeyecek kod yoktur düsturundan da bahsediyor Beutelspacher, her kod çözülebilir, sadece zaman meselesidir bu. Yeterince güçlü bir zihin, zihnin yetmediği noktalarda yeterince güçlü bir işlemci her türlü gizi açığa çıkarabilir.

Enigma'dan bahsedilmeliydi tabii, İkinci Dünya Savaşı'nda Almanların kullandığı bu kodu çözen Alan Turing'in filmi çekilmişti bir zamanlar, izlemeli. Enigma bir makine, anahtarı, rotorları ve iç kabloları var, kablolar sabit kalırken iç ayarları her gün değiştiriliyor ve anahtar belli noktalara gönderiliyor. İlginçtir, Polonyalılar daha 1932'de Enigma'nın mevcut sürümünü tamamen analiz etmiş de bu bilgiyi neden İngilizlere vermemiş, bilmiyoruz. İngilizler 1940'tan itibaren çalışmalara başlayıp Enigma'yı çözmeye çalışıyorlar, insan kaynaklı hatalardan ötürü çözüyorlar da. Anahtar bir seferinde arka arkaya iki kez aktarılıyor, detaylar verilmese de anlıyoruz ki iki kez yollanan bilgi hemen dikkat çekiyor. İkinci mesele de anahtar harf kombinasyonu pek yaratıcı olmayan bir şekilde seçilmiş, üç harften oluşan anahtarı da "AAA" olarak belirlemeyiz ya. İstatistiklere göre kişinin doğum tarihini banka kartının şifresi olarak belirleme ihtimali yaş arttıkça yükseliyor, böyle kötü bir şifrelemenin çözülmesi de çok kolay tabii. Bu işin bir faydası daha var, Enigma çözülürken inanılmaz derecede uzun ve karmaşık hesaplamaları yapabilmek için 1943'ten itibaren modern bilgisayarların ilk prototiplerinden Colossus kullanılmış. Merhaba bilgisayar.

Kırılmaz kod diye bir şey yok ama teknolojinin gelişmesine bağlı olarak kırılması bir dönem için çok zor kodlar geliştirilebiliyor, DES bunlardan biri. Bilgiyi her biri 64 bitlik bloklara böler ve ardından blokları sırayla kodlar, 56 bitlik bir anahtarla da açar. Kendini kanıtlamış bir sistemdir ama üzerinde ısrarla durulduğu gibi, kırılmaz değildir, 1999 baharında DES ile kodlanmış bir ileti 22 saat içinde kırılmıştır. Günümüzde birkaç saniye içinde yapılabilmektedir bu, haliyle daha karmaşık kodlamalara geçilmiştir. Üçlü DES ve PIN sistemi gelmiştir ilkel DES'in yerine. Kredi kartlarımızı düşünelim, manyetik şeridi okutup şifreyi gireriz ve işlemi başlatırız. PIN manyetik şeride kaydedilip saklanmaz ama kodlanmış hali manyetik şeritte kayıtlıdır, biz doğru kombinasyonu girmeden dekod olmaz o zımbırtı. Haliyle kartımızı kaybetsek bile hiçbir işlem yapılamamasını sağlayabiliriz zira en önemli bilgi bizdedir, yine de insan faktörü devreye girer de kart kötü işlerde kullanılır diye iptal ettiririz. PIN bilgimizi de kimseye vermeyiz, vermemeliyiz, polisinden banka çalışanına hiç kimse bizim PIN'imizi istemez, istememelidir.

Günümüzün dünyasında milyonlarca insanın şifreleri olabildiğince güvenle saklanır, örneğin tarayıcılarımıza şifrelerimizi kaydederiz ve tekrar tekrar girmekten kurtuluruz. Neye güveniriz, firmanın güvenilirliği bir yana, çeşitli sertifikalar vasıtasıyla bilgilerimize erişilemeyeceğini biliriz, bilgilerimiz tarayıcıyla bizim aramızda bir sırdır. Topluma açık bir kod veriyoruz her gün, mail adresimizi milyon tane yere gönderiyoruz da o hesaba girilmeyeceğini biliyoruz, şifre mail adresinin içinde değildir, mail sunucusunda ve hesabımıza giriş yaptığımız tarayıcımızdadır. Benzer bir şekilde bu e-imza muhabbeti de yaygınlaşmıştır, herkes bizim bir belgeyi imzaladığımızı bilir ama imzalamak için gereken şifreyi bilmez. İki kişinin bildiği sırdır bu sistemde, biz aracıya A bilgisini veririz, ondaki B bilgisi bize gelir, sonra tam tersini yaparız ve aldıklarımızla verdiklerimiz birbirini tutunca basarız imzayı.

Pek çok güvenlik yöntemi, kodlama, şifreleme biçimleri var bu kitapta, meraklısı kaçırmasın.

Dursun Akçam’ın Analar ve Çocuklar & Kanayaklılar kitabında Doğu’nun bütün gerçekliğini, sosyal ve kültürel kurumlarını köy çerçevesinde görebiliriz, kirvelik makamından nökerliğe insanın insana kulluğuna yol açan bütün toplumsal yapılar örnekleriyle anlatılır. Beran’ın Bedel adlı romanında Akçam’ın dile getirdiği gerçekleri kurmaca formunda görebiliyoruz. “Bedel” kavramı üzerinden ilerleyen hikâyede var olmaya çabalayan Seydo’nun tehlike ve acılarla dolu yaşamı her açıdan inceleniyor. Törelerin kıskacındaki bireyler eğitimsizliğin başı çektiği sorunlar yüzünden her an ölümle burun buruna gelebiliyorlar, özellikle kan davası gibi çağ dışı geleneklerin sürdüğü ve kanunun ikinci plana atıldığı topraklarda bu durum daha belirgin.

Beran sadece insanın hikâyesini değil, doğanın insan için anlamını da irdeleyen bir yazar. İlk bölümde Çiya köyünün topografik niteliklerini ve doğal güzelliklerini anlatırken o köyde yaşanacak olaylar için arka planı da oluşturuyor. Köyün kahvesini işleten Reşo’nun bir nevi mahalli hâkim ve gözlemci olarak görev yaptığını düşünebiliriz, köyün yaşlılarıyla birlikte sözü geçenlerden biri olan Reşo yoksulları kollayan, sosyal yardımlaşmayı ayakta tutan en önemli figür. Hapisten çıktıktan sonra erdemli bir hayat yaşamak istemesi karakterlerdeki iyiyi bulma arzusunun bir örneği, başlarına ne gelirse gelsin çoğu doğru yolu bulmak için çabalıyor, tabii bu süreçte hukuka uymayan geleneksel yollarla sorunları aşıyorlar ama doğrudan kötülüğe meylettikleri söylenemez.

Bir kan davası sonucu hapse düşen küçük Seydo’nun ailesiyle düşman aile arasındaki çatışmanın tatlıya bağlanması büyük mücadeleler sonucunda gerçekleşiyor, Beran bu süreci detaylarıyla ele alırken ara bölümlerde geleneksel yapıları ve bu yapıların insanlar üzerindeki etkilerini anlatının dışına çıkarak açıklasa da herhangi bir kopuş sezilmiyor, hikâye aynı akıcılığıyla sürüyor.

Kürt halkının yoksullukla mücadelesi, kadim geleneğini yaşam pratiğinde ortaya çıkarması ve yeri geldiğinde aksayan yanları değiştirme çabası yetkinlikle ele alınmış. Doğu’daki yaşamı merak eden okurlar için birebir.
Evrimsel biyoloji insanın adaptasyon yeteneğine sahip birçok hayvan türünden sadece biri olduğunu gösteriyor. Diğer hayvanlarla kıyaslandığımızda hayvan olduğumuzu biraz daha iyi anlayabiliriz. Sanatla uğraşmamızın nedeni, cinsellik, bunların hepsi kıyas götürür, davranışlarımızın kültürel veya biyolojik olup olmadığını evrimsel biyoloji vasıtasıyla anlayabiliriz çünkü bir zamanlar yaptıklarımız ve şimdi yaptıklarımız bulguların karşılaştırılmasıyla anlamlanır, mesela babunların veya şempanzelerin sosyal yaşamlarından insanın sosyalliği görülebilir, ayrıştığımız noktayı aşağı yukarı bildiğimize göre toplumun, eğitimin biyolojik doğamızı ne ölçüde etkilediğini kestirebiliriz. Junker önce insanın atalarını belirliyor, kuyruklu maymunların ve insansı maymunların dahil olduğu sınıfın biçimlenme tarihini aktarıyor. "Bu açıdan bakıldığında insanlar tabii ki maymundan gelir ama bugün yaşayan türlerden değil, milyonlarca yıl önce yaşamış ve nesli uzun zaman önce tükenmiş maymunsu atalardan." (s. 14) Doğal seçilim işini görmüş, bizim geldiğimiz taraf bir şeyleri doğru yapmış, sonuçta yaşıyoruz. Elenenler günümüze ulaşamamış, dolayısıyla bugün ormandan gelen bir maymun, "Selam agalar, ben insan oldum," demez. 28 milyon yıl önce kuyruklu maymunlar kuyruksuzlardan ayrılmış, bunu DNA ve protein bazlı araştırmalardan biliyoruz. Bizim akrabalığımız yakından uzağa şöyle: Şempanze, goril, orangutan. Genomumuz şempanzelerle %98 aynı, kafamız yaklaşık beş kat daha büyük olduğu için soyut düşünce yeteneğimizi geliştirip farklılaşmışız ama şempanzelerin de şarkıya benzer seslerle iletişim kurduklarını düşünürsek bir zamanlar farkın o kadar da büyük olmadığını söyleyebiliriz, homo sapiens ve hatta daha öncekiler de aynı şekilde iletişmişler. "Ara formların fosilleri yok" savının çürüdüğünü de görüyoruz, örüntünün ortaya çıkarılmasına yetecek kadar bulgu sağlanmış, kanıtın yokluğunun yokluğun kanıtı olmadığı ispatlanmış yani. Neyin nerede bulunduğu detaylarıyla anlatılıyor, Afrika dışında 2 milyon yıldan daha eski bir hominini fosilinin bulunmadığını söyleyerek bu bahsi bitireyim. İnsanların ve şempanzelerin en son ortak atası Darwin'in de tahmin ettiği gibi Afrika'da yaşamış ve insan evriminin sonraki aşamaları burada cereyan etmiş. Bizim atalarımızın ilki muhtemelen 6-7 milyon yıl önce yaşamış, ilk geçiş de aynı dönemlerde gerçekleşmiş ve ilk şempanzelerden dik yürüyen insanı maymunlar, australopithecus'lar türemiş. 5 milyon yıl boyunca tropikal ormanların dışında geniş alanlara yayılmış bunlar, göl ve nehir kenarlarında yaşamışlar. İkinci geçiş 2 milyon yıl önce: homo erectus. Yavaş yavaş beliriyoruz, sürekli yürümeyi mümkün kılan eklemlerimiz gelişmiş, atalarımız gibi ağaçlarda fıy fıy dolanmak yerine iki ayak üzerinde yürümeye başlamışız. Çoğu iki ayaklı canlıya göre hızımız zavallılık derecesindeymiş ama uzun mesafeleri yürüyecek kadar dirençli olmamızla kapatıyormuşuz bu açığı, ekolojik felaketlerden bu uzun yürüme yeteneğimizle yırtmışız. Eller de serbest kalınca eşya yapımına yönlenmişiz, dallara tutunmak yerine bir şeyler yapmak, yontmak, kesip biçmek için nesnelerle oynamanın sonucunda bilişsel yapımız gelişmiş, açlıktan ölmemişiz. 2,5 milyon yıl önce Afrika'nın iklimi kuraklaşmış, ilk insanların ortaya çıkışı bu olumsuz şartlarda hayatta kalmak için diğer canlı formlarından farklı bir seyir izleyen atalarımızın sayesinde. Akraba türler aynı coğrafyalarda hayatta kalmayı başarmışlar gerçi, sosyal öğrenme yoluyla nereden besin sağlanabileceğini çözmüşler ki normal olan bu, normal olmayan bugün sadece tek bir türün yaşaması. Hominini genlerini taşıyoruz ama bizim olayımız belli, yarın bir homo erectus doğmayacak. İmkansıza yakın bir ihtimal doğması.

Yayılma üzerine birkaç senaryo var, bazıları siyasi çatışmaların gölgesinde kalmış. Çok bölgeli modele göre bugünkü Avrupalıların ataları neandertal ve Doğu Asyalıların ataları Pekin veya Java Adamları, Afrika kökenli modelse böyle bir ayrıma gitmeden mitokondriyal DNA'yı baz alarak hepsinin kardeş olduğunu öne sürüyor ama ilk model ikincisini suçluyor, neandertal ve homo erectus'a soykırım yapıldığı iddialarını eleştiriyor. Doğrudan gösterge yok ama üç dalga halinde göçülmüş Afrika'dan, son dalganın ilk iki seferde göçenleri ortadan kaldırdığı düşünülüyor. Antropolojiyle ilgili başka kaynaklarda bu olayın gerçekleştiğine dair iddialara denk gelmiştim, muhtemelen homo sapiens gittiği yerlerdeki neandertal ve cro-magnon nüfusunu kuruttu. Birinin yerini hemen diğeri almıyor da zaman içinde bazıları ortadan yok oluyor, bir süre birlikte yaşadıkları ispatlanmış. Bizi diğerlerinden ayıran niteliklerimiz için evrimsel biyolojiye ve adaptasyona dönüyoruz, Junker'ın değerlendirmeleri dikkat çekici. Darwin'in teorisine göre yaşamın anlamı kendi genlerimizi mümkün olduğunca yaymak, evrimsel açıdan gen yayma makineleriyiz. Kültürün karmaşık yapısı ortaya çıktıkça güzel bir kitap okumanın veya şahane bir manzaraya bakmanın çocuk yapmaktan daha önemli olduğunu düşünebiliriz, ömrümüz boyunca hiç evlenmeyip çocuk yapmayabiliriz, bu da mümkün. Üreme yaşamın asıl biyolojik anlamı ama tek amacı değil, gerekli ön koşullar sağlanmadığı müddetçe bu aşamaya geçemiyoruz. Rahat bir yaşam sürdüremeyeceksek hiç varmıyoruz o noktaya, önce kendi ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekiyor. Obezitenin sebebi çok basit, eskiden yağ, tuz, şeker nadiren tüketilirken bugün canavar gibi yiyoruz, elimizde enerji veren bir yiyecek varsa hemen yiyip enerji almalıyız da bu bolluğa nasıl adapte olacağız, orası belirsiz. Cinselliğin amacı belliyse de kuzenlere baktığımızda farklı tablolarla karşılaşıyoruz, gibonlar tek eşli çiftler olarak yaşarken orangutanlar tek başlarına, goriller haremler halinde ve şempanzeler rastgele cinsel ilişki ve gruplar halinde yaşıyorlar. Bu sadakat meselesi kültürel gibi gözüküyor, eşi sıkça değiştirmenin evrimsel avantajları var. Farklı babalardan yapılan çocuklar genetik çeşitliliğin fazla olmasını sağlıyor, birden fazla eşe sahip olan primat türlerinde bağışıklık için önemli olan alyuvarlara daha sık rastlanmış ayrıca. Erkekler kadınlara göre farklı partnerlerle ilişkiye girmekte daha istekli çünkü erkek embriyoların ölüm oranı daha yüksek, erkekler daha kısa ömürlü ve daha çabuk yaşlanıyorlar. Evcilleşmeyen bir şey bu, gerçi sadakat hormonu mu, geni mi ne bulunmuştu yakın zamanda, yakın zamanda insanların sadakatini artırabileceğiz gibi gözüküyor, tabii böyle bir şeyi istersek. Savaşlara ve şiddete gelince, hayvanlar belli ekolojik sorunlar ortaya çıktığında birbirlerinin yavrularını öldürüp katliam yapıyorlarsa eğer, savaşın çok kötü bir şey olduğuna dair bütün o savlar, etik çağrılar, kısacası kültürel ve sosyal girişimler evrimsel biyolojiyi yenemeyecek demektir. Kaynakların dağılımında denge gözetilirse belki de hiç savaşılmayacağı anlamına geliyor bu. Kısmet artık.

Beynimiz büyüdü ve vücudumuz ağırlaştı, kuzenlerle daldan dala atlayamıyoruz artık. Soyut düşüncenin, kafatasının hacimce büyümesinin bedeli olarak hareket kabiliyetimizin azaldığını söyleyebiliriz. Beyin elde ettiğimiz enerjinin neredeyse yarısını kullanıyor, peki bunun bize kattığı ne? Çok sayıda benzerimizle iletişim kurmak, bir topluluk oluşturabilmek en büyük yenilik gibi duruyor, 150-200 kişi ile sosyal ilişki kurma kapasitemiz yerleşim yeri oluşturmak, avlanmak gibi kolektif işlere yaramış. Etleri kemikten ayırmak için alet yapmışız, kültür ve sanatı belirlemişiz, bir dünya şey. Sanat gibi pratik yaşamda pek de bir işe yaramayan olguyu ortaya çıkarmamızın sebebi: "Sanatın doğrudan hayatta kalma görevinin ötesine geçerek kullanımına 'sosyal bir sinyal' olarak bakarsak, görünürdeki bu tezat çözülebilir. Bu durumda estetik çabayı öncelikle sanatçının veya sanat eseri sahibinin 'faydasız şeyler' üretmeyi veya bunlara sahip olmayı göze alabilecek durumda olduğuna dair bir işaret olarak algılamalıyız. Bireysel durumlarda böyle bir şey ne kadar zorsa ve bir birey hayatta kalmasına 'faydasız şeyler'le kendini ne kadar çok donatabilecek durumdaysa, bu onun hayatta kalmayı sağlayacak genel becerilere o denli fazla sahip olduğuna işaret eder." (s. 103)

Kapakta yazdığı gibi "bir varoluş yolculuğu", seyir esnasında başımıza neler geldiğini, atalarımızın neler yaptığını görebilirsiniz. İyi bir çalışma.

Thompson büyük dönüşümlerin genel çerçevesi dahilinde tarihin nasıl ve neden belirli bir doğrultuda ilerleyip diğer olasılıkları devre dışı bıraktığını tartışıyor, Marx'ın tarihsel materyalizminin insanlık tarihini incelemek için en uygun yaklaşım olduğunu söyleyerek yöntemini açıklıyor. Karamsar değil ama geleceğe dair umudunu dile getirmekte gönülsüz olduğunu söyleyebiliriz. Bu metni okuduktan sonra Steven Pinker'ın Doğamızın İyilik Melekleri'nde öne sürdüğü optimist savları tekrar değerlendirmek gerekiyor açıkçası, özellikle Rusya'yla Ukrayna'nın savaşını düşününce. Pinker cephe savaşlarının artık kolay kolay çıkmayacağını söylüyor ama Thompson'ın belirttiği gibi 1960'larda nükleer silahları ateşlemeyi reddeden düşük rütbeli bir iki subayın emirlere itaatsizliklerini düşünürsek küresel felaketin bir adım, hatta verilen emirlere uyacak bir asker kadar uzakta olduğunu görürüz, ayrıca sömürü sadece biçim değiştirdiği için pamuk tarlalarındaki kölelerin beyaz yakalılara dönüştüğünü söylemeye gerek yok. Thompson Voltaire'den alıntı yaparak dünyanın cinayetler ve felaketler tablosundan ibaret olmayabileceğini söylese de direniş cılız, kazanım yetersiz ve tarihsel kayıtlar zaferleri de içermesine rağmen genelde pek parlak değil. Metinde her bir bölüm insanlığın yaşam pratiklerinin nasıl dönüştüğünü belli konular etrafında irdeliyor, daha sonra kronolojik bir düzenle konular açımlanıyor ve detaylandırılıyor, örneğin "İş" başlığı altında tarımsal üretimin ilk kez tesis edilmesinden itibaren insanlık tarihinin çeşitli biçimleriyle zorunlu emeğin tarihine dönüştüğüne değiniliyor, Thompson'ın sıklıkla alıntı yaptığı Michael Mann'ın kavramı olan "zorunlu işbirliği"nin nedenleri ve geçen zamanla birlikte kölelik, serflik ve ücretli emeğin ortaya çıkışının temelleri inceleniyor. Cinsellik hem iş hem de iktidarla ilgili olduğu için bu iki gücün biçimlediği anlamlarıyla ele alınıyor, kadın düşmanlığının ve erkek egemen dünyanın kadının emeğini nasıl sömürdüğünün hikâyesi binlerce yıldır hız kesmeden yazılıyor ne yazık ki. İktidar meselesinde şu alıntı yazarın niyetinin özeti: "Metin, iktidar ilişkilerine dair en mühim hususun, toplumun farklı düzeylerinde ve tarihin farklı dönemlerindeki seçkin grupların, günümüze kadar var olan hemen hemen tüm tarihsel toplumların asli unsuru olan temel üreticilerin ürünlerinin görece az veya çok bir kısmını zorla ele geçirmek için kullandığı yöntemler olduğu önermesinden hareket etmektedir. Çekirdek aile içerisindeki ilişkilerden, farklı karmaşıklık düzeyine sahip örgütlere kadar, iktidarın elbette başka boyutları da vardır." (s. 25) Bu bağlamda uygarlığın "ilerlemesinin" oldukça göreceli bir anlam içerdiği söylenebilir, onaylama ve olumlama bu kavrama içkinmiş gibi gelse de ilerlemenin bedeli genellikle ağırdır, uygarlık acı çeken insanların omuzlarında yükselmiştir denebilir.

Thompson ilk bölümde evreni, canlıları ve bilinci incelerken insanın soyut düşünme yeteneğinin ve başarıyla kurduğu sosyal ağların doğayı kontrol altına almada en başat etkenler olduğunu söylüyor. Bilince sahip olmanın götürüsünü düşündüğümüzde insanın varlığını sürdürmesi için başka bir yol bulamaması anlaşılabilir. Bilinç gerçekten de çok pahalıdır. Dil yeteneği başta olmak üzere kendini geliştirecek araçlar da bulmuştur, aslında kişilik algısından bilişsel savunma mekanizmalarına dek pek çok ögenin bilinci beslediğini söyleyebiliriz. İşbirliğine geliyoruz böylece, pişirilen ürünlerin daha kolay depolanabildiğini ve verdiği enerjinin arttığını keşfeden insan pişirilecek daha çok yiyeceği elde etmenin yolunun grup çalışması olduğunu da anlar, böylece ilk klanlar ortaya çıkar ve erginlik ayinlerinin eleyiciliğiyle klanlara sadece güçlü olanlar alınır. Yerleşik hayat, servet ve toplumsal farklılaşma için zemin hazırdır artık, James C. Scott'ın Tahıla Karşı'sında belirttiği gibi yerleşik hayata bir anda geçilmemiş, avcı-toplayıcı gruplar göçebe yaşam tarzını sürdürürlerken de tarımla uğraşırlar ama insanlık tarihinde devrim yapanlar yaşamlarını tarımsal faaliyetlerle yönlendirip yerleşik hayata geçenlerdir artık, dünyanın farklı bölgelerinde hemen hemen aynı zamanlarda ortaya çıkan tarım belli bir sistemle sürdürüldükçe üretilen artı değer korunur, korunması için ayrı iş kolları türer, ele geçirilmesi için de iş kolları türer, en önemlisi kadınlar da tarımla birlikte üretimde rol almaya başlarlar. Köylü kadınlar aristokrat kadınların gördüğü kadar sert muamele görmüyorlardı örneğin, ağır bedensel işleri başardıkları için üretim bağlamında daha değerliydiler ama kadınlar genel olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında dezavantajlıydı.

İyi avcılardan oluşan meritokrasiyi engellemek için eşitlikçi fikirlerin hızla ortaya çıktığına dair görüşler olsa da eşitliğin tahakküm karşısında direnemediğini anlıyoruz, bazı klanlar üstünlük iddiasıyla diğer klanlardan ayrılarak "iyiliğe iyilik" düsturunu benimsedi, haracını zamanında ödeyenler öldürülmüyordu. Şehirleşmeyle birlikte imtiyazlı olanların konumu meşruiyetini güçlendirdi, mülkiyet normalleşti, yazıyla birlikte okuma yazma bilenler gücü daha iyi kavradılar. Tabii teknik gelişmeler de aynı imtiyazlılara hizmet etti, yontulan taşlardan tunca geçiş askerî üstünlüğe yol açtı, tunçtan sonra demirin işlenmesi imparatorlukların ortaya çıkmasında en önemli olaylardan biri oldu. İlginçtir, "karanlık çağ" denen dönemden birkaç yüzyıl sonra tanrısal monarşiler çoğaldı, daha önce görülmemiş bir zorbalık peyda oldu ve kadın düşmanlığı eşzamanlı olarak arttı, kısa sürede büyük bir "ilerleme". Kast sistemi, onur ve utanç kavramlarının etkilediği toplumsal yaşam bu dönemde ortaya çıktı, sömürünün sistemleşmesi de yine bu dönemin ürünü. Sonradan çokça biçim değiştirecek olsa da süreğen ihlalin temellerini bugünden görmek mümkün, Thompson köleliğin ilk yazılı metinlerin ortaya çıkmasından çok önce var olduğunu belirtiyor, Roma İmparatorluğu'ndaki köleliğe değindikten sonra serfliğe geçişi ve değişen dünyanın emeğe yaklaşımını değerlendiriyor, günümüzdeki ücretli işçiliğin kazanımları için ne büyük mücadeleler verildiğini anlatıyor. Son bölümde geleceğimize dair sunduğu mütevazı değerlendirmede Elizabeth Ermarth'tan ödünç aldığı tanımla "aşırı nüfuslu, suyu yetersiz, ölümcül bir şekilde ısınan bir gezegen" için yapılabileceklere değiniyor. Küresel ısınmanın durdurulması için yapılması gerekenler belli, kaynakların tek bir toplumsal kutupta toplanmasını engellemek ve kadınlarla erkeklerin eşitliğini sağlamak için yapılması gerekenler de belli, önemli olan bunlar yapılabilecek mi? Kapitalizm en iyi senaryo olduğuna dair verdiği güveni istatistiklere göre yediremiyor artık, dünyada her gün daha fazla insan değişim istiyor. Hakkın alınacak bir şey olduğu tam olarak anlaşıldığı zaman değişimi, devrimi göreceğiz sanırım, Thompson seyrin pek de olumlu olmadığını söylese de umudunu koruyor.