Toplam yorum: 3.087.413
Bu ayki yorum: 7.100

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Dursun Akçam’ın Analar ve Çocuklar & Kanayaklılar kitabında Doğu’nun bütün gerçekliğini, sosyal ve kültürel kurumlarını köy çerçevesinde görebiliriz, kirvelik makamından nökerliğe insanın insana kulluğuna yol açan bütün toplumsal yapılar örnekleriyle anlatılır. Beran’ın Bedel adlı romanında Akçam’ın dile getirdiği gerçekleri kurmaca formunda görebiliyoruz. “Bedel” kavramı üzerinden ilerleyen hikâyede var olmaya çabalayan Seydo’nun tehlike ve acılarla dolu yaşamı her açıdan inceleniyor. Törelerin kıskacındaki bireyler eğitimsizliğin başı çektiği sorunlar yüzünden her an ölümle burun buruna gelebiliyorlar, özellikle kan davası gibi çağ dışı geleneklerin sürdüğü ve kanunun ikinci plana atıldığı topraklarda bu durum daha belirgin.

Beran sadece insanın hikâyesini değil, doğanın insan için anlamını da irdeleyen bir yazar. İlk bölümde Çiya köyünün topografik niteliklerini ve doğal güzelliklerini anlatırken o köyde yaşanacak olaylar için arka planı da oluşturuyor. Köyün kahvesini işleten Reşo’nun bir nevi mahalli hâkim ve gözlemci olarak görev yaptığını düşünebiliriz, köyün yaşlılarıyla birlikte sözü geçenlerden biri olan Reşo yoksulları kollayan, sosyal yardımlaşmayı ayakta tutan en önemli figür. Hapisten çıktıktan sonra erdemli bir hayat yaşamak istemesi karakterlerdeki iyiyi bulma arzusunun bir örneği, başlarına ne gelirse gelsin çoğu doğru yolu bulmak için çabalıyor, tabii bu süreçte hukuka uymayan geleneksel yollarla sorunları aşıyorlar ama doğrudan kötülüğe meylettikleri söylenemez.

Bir kan davası sonucu hapse düşen küçük Seydo’nun ailesiyle düşman aile arasındaki çatışmanın tatlıya bağlanması büyük mücadeleler sonucunda gerçekleşiyor, Beran bu süreci detaylarıyla ele alırken ara bölümlerde geleneksel yapıları ve bu yapıların insanlar üzerindeki etkilerini anlatının dışına çıkarak açıklasa da herhangi bir kopuş sezilmiyor, hikâye aynı akıcılığıyla sürüyor.

Kürt halkının yoksullukla mücadelesi, kadim geleneğini yaşam pratiğinde ortaya çıkarması ve yeri geldiğinde aksayan yanları değiştirme çabası yetkinlikle ele alınmış. Doğu’daki yaşamı merak eden okurlar için birebir.
Evrimsel biyoloji insanın adaptasyon yeteneğine sahip birçok hayvan türünden sadece biri olduğunu gösteriyor. Diğer hayvanlarla kıyaslandığımızda hayvan olduğumuzu biraz daha iyi anlayabiliriz. Sanatla uğraşmamızın nedeni, cinsellik, bunların hepsi kıyas götürür, davranışlarımızın kültürel veya biyolojik olup olmadığını evrimsel biyoloji vasıtasıyla anlayabiliriz çünkü bir zamanlar yaptıklarımız ve şimdi yaptıklarımız bulguların karşılaştırılmasıyla anlamlanır, mesela babunların veya şempanzelerin sosyal yaşamlarından insanın sosyalliği görülebilir, ayrıştığımız noktayı aşağı yukarı bildiğimize göre toplumun, eğitimin biyolojik doğamızı ne ölçüde etkilediğini kestirebiliriz. Junker önce insanın atalarını belirliyor, kuyruklu maymunların ve insansı maymunların dahil olduğu sınıfın biçimlenme tarihini aktarıyor. "Bu açıdan bakıldığında insanlar tabii ki maymundan gelir ama bugün yaşayan türlerden değil, milyonlarca yıl önce yaşamış ve nesli uzun zaman önce tükenmiş maymunsu atalardan." (s. 14) Doğal seçilim işini görmüş, bizim geldiğimiz taraf bir şeyleri doğru yapmış, sonuçta yaşıyoruz. Elenenler günümüze ulaşamamış, dolayısıyla bugün ormandan gelen bir maymun, "Selam agalar, ben insan oldum," demez. 28 milyon yıl önce kuyruklu maymunlar kuyruksuzlardan ayrılmış, bunu DNA ve protein bazlı araştırmalardan biliyoruz. Bizim akrabalığımız yakından uzağa şöyle: Şempanze, goril, orangutan. Genomumuz şempanzelerle %98 aynı, kafamız yaklaşık beş kat daha büyük olduğu için soyut düşünce yeteneğimizi geliştirip farklılaşmışız ama şempanzelerin de şarkıya benzer seslerle iletişim kurduklarını düşünürsek bir zamanlar farkın o kadar da büyük olmadığını söyleyebiliriz, homo sapiens ve hatta daha öncekiler de aynı şekilde iletişmişler. "Ara formların fosilleri yok" savının çürüdüğünü de görüyoruz, örüntünün ortaya çıkarılmasına yetecek kadar bulgu sağlanmış, kanıtın yokluğunun yokluğun kanıtı olmadığı ispatlanmış yani. Neyin nerede bulunduğu detaylarıyla anlatılıyor, Afrika dışında 2 milyon yıldan daha eski bir hominini fosilinin bulunmadığını söyleyerek bu bahsi bitireyim. İnsanların ve şempanzelerin en son ortak atası Darwin'in de tahmin ettiği gibi Afrika'da yaşamış ve insan evriminin sonraki aşamaları burada cereyan etmiş. Bizim atalarımızın ilki muhtemelen 6-7 milyon yıl önce yaşamış, ilk geçiş de aynı dönemlerde gerçekleşmiş ve ilk şempanzelerden dik yürüyen insanı maymunlar, australopithecus'lar türemiş. 5 milyon yıl boyunca tropikal ormanların dışında geniş alanlara yayılmış bunlar, göl ve nehir kenarlarında yaşamışlar. İkinci geçiş 2 milyon yıl önce: homo erectus. Yavaş yavaş beliriyoruz, sürekli yürümeyi mümkün kılan eklemlerimiz gelişmiş, atalarımız gibi ağaçlarda fıy fıy dolanmak yerine iki ayak üzerinde yürümeye başlamışız. Çoğu iki ayaklı canlıya göre hızımız zavallılık derecesindeymiş ama uzun mesafeleri yürüyecek kadar dirençli olmamızla kapatıyormuşuz bu açığı, ekolojik felaketlerden bu uzun yürüme yeteneğimizle yırtmışız. Eller de serbest kalınca eşya yapımına yönlenmişiz, dallara tutunmak yerine bir şeyler yapmak, yontmak, kesip biçmek için nesnelerle oynamanın sonucunda bilişsel yapımız gelişmiş, açlıktan ölmemişiz. 2,5 milyon yıl önce Afrika'nın iklimi kuraklaşmış, ilk insanların ortaya çıkışı bu olumsuz şartlarda hayatta kalmak için diğer canlı formlarından farklı bir seyir izleyen atalarımızın sayesinde. Akraba türler aynı coğrafyalarda hayatta kalmayı başarmışlar gerçi, sosyal öğrenme yoluyla nereden besin sağlanabileceğini çözmüşler ki normal olan bu, normal olmayan bugün sadece tek bir türün yaşaması. Hominini genlerini taşıyoruz ama bizim olayımız belli, yarın bir homo erectus doğmayacak. İmkansıza yakın bir ihtimal doğması.

Yayılma üzerine birkaç senaryo var, bazıları siyasi çatışmaların gölgesinde kalmış. Çok bölgeli modele göre bugünkü Avrupalıların ataları neandertal ve Doğu Asyalıların ataları Pekin veya Java Adamları, Afrika kökenli modelse böyle bir ayrıma gitmeden mitokondriyal DNA'yı baz alarak hepsinin kardeş olduğunu öne sürüyor ama ilk model ikincisini suçluyor, neandertal ve homo erectus'a soykırım yapıldığı iddialarını eleştiriyor. Doğrudan gösterge yok ama üç dalga halinde göçülmüş Afrika'dan, son dalganın ilk iki seferde göçenleri ortadan kaldırdığı düşünülüyor. Antropolojiyle ilgili başka kaynaklarda bu olayın gerçekleştiğine dair iddialara denk gelmiştim, muhtemelen homo sapiens gittiği yerlerdeki neandertal ve cro-magnon nüfusunu kuruttu. Birinin yerini hemen diğeri almıyor da zaman içinde bazıları ortadan yok oluyor, bir süre birlikte yaşadıkları ispatlanmış. Bizi diğerlerinden ayıran niteliklerimiz için evrimsel biyolojiye ve adaptasyona dönüyoruz, Junker'ın değerlendirmeleri dikkat çekici. Darwin'in teorisine göre yaşamın anlamı kendi genlerimizi mümkün olduğunca yaymak, evrimsel açıdan gen yayma makineleriyiz. Kültürün karmaşık yapısı ortaya çıktıkça güzel bir kitap okumanın veya şahane bir manzaraya bakmanın çocuk yapmaktan daha önemli olduğunu düşünebiliriz, ömrümüz boyunca hiç evlenmeyip çocuk yapmayabiliriz, bu da mümkün. Üreme yaşamın asıl biyolojik anlamı ama tek amacı değil, gerekli ön koşullar sağlanmadığı müddetçe bu aşamaya geçemiyoruz. Rahat bir yaşam sürdüremeyeceksek hiç varmıyoruz o noktaya, önce kendi ihtiyaçlarımızı karşılamamız gerekiyor. Obezitenin sebebi çok basit, eskiden yağ, tuz, şeker nadiren tüketilirken bugün canavar gibi yiyoruz, elimizde enerji veren bir yiyecek varsa hemen yiyip enerji almalıyız da bu bolluğa nasıl adapte olacağız, orası belirsiz. Cinselliğin amacı belliyse de kuzenlere baktığımızda farklı tablolarla karşılaşıyoruz, gibonlar tek eşli çiftler olarak yaşarken orangutanlar tek başlarına, goriller haremler halinde ve şempanzeler rastgele cinsel ilişki ve gruplar halinde yaşıyorlar. Bu sadakat meselesi kültürel gibi gözüküyor, eşi sıkça değiştirmenin evrimsel avantajları var. Farklı babalardan yapılan çocuklar genetik çeşitliliğin fazla olmasını sağlıyor, birden fazla eşe sahip olan primat türlerinde bağışıklık için önemli olan alyuvarlara daha sık rastlanmış ayrıca. Erkekler kadınlara göre farklı partnerlerle ilişkiye girmekte daha istekli çünkü erkek embriyoların ölüm oranı daha yüksek, erkekler daha kısa ömürlü ve daha çabuk yaşlanıyorlar. Evcilleşmeyen bir şey bu, gerçi sadakat hormonu mu, geni mi ne bulunmuştu yakın zamanda, yakın zamanda insanların sadakatini artırabileceğiz gibi gözüküyor, tabii böyle bir şeyi istersek. Savaşlara ve şiddete gelince, hayvanlar belli ekolojik sorunlar ortaya çıktığında birbirlerinin yavrularını öldürüp katliam yapıyorlarsa eğer, savaşın çok kötü bir şey olduğuna dair bütün o savlar, etik çağrılar, kısacası kültürel ve sosyal girişimler evrimsel biyolojiyi yenemeyecek demektir. Kaynakların dağılımında denge gözetilirse belki de hiç savaşılmayacağı anlamına geliyor bu. Kısmet artık.

Beynimiz büyüdü ve vücudumuz ağırlaştı, kuzenlerle daldan dala atlayamıyoruz artık. Soyut düşüncenin, kafatasının hacimce büyümesinin bedeli olarak hareket kabiliyetimizin azaldığını söyleyebiliriz. Beyin elde ettiğimiz enerjinin neredeyse yarısını kullanıyor, peki bunun bize kattığı ne? Çok sayıda benzerimizle iletişim kurmak, bir topluluk oluşturabilmek en büyük yenilik gibi duruyor, 150-200 kişi ile sosyal ilişki kurma kapasitemiz yerleşim yeri oluşturmak, avlanmak gibi kolektif işlere yaramış. Etleri kemikten ayırmak için alet yapmışız, kültür ve sanatı belirlemişiz, bir dünya şey. Sanat gibi pratik yaşamda pek de bir işe yaramayan olguyu ortaya çıkarmamızın sebebi: "Sanatın doğrudan hayatta kalma görevinin ötesine geçerek kullanımına 'sosyal bir sinyal' olarak bakarsak, görünürdeki bu tezat çözülebilir. Bu durumda estetik çabayı öncelikle sanatçının veya sanat eseri sahibinin 'faydasız şeyler' üretmeyi veya bunlara sahip olmayı göze alabilecek durumda olduğuna dair bir işaret olarak algılamalıyız. Bireysel durumlarda böyle bir şey ne kadar zorsa ve bir birey hayatta kalmasına 'faydasız şeyler'le kendini ne kadar çok donatabilecek durumdaysa, bu onun hayatta kalmayı sağlayacak genel becerilere o denli fazla sahip olduğuna işaret eder." (s. 103)

Kapakta yazdığı gibi "bir varoluş yolculuğu", seyir esnasında başımıza neler geldiğini, atalarımızın neler yaptığını görebilirsiniz. İyi bir çalışma.

Thompson büyük dönüşümlerin genel çerçevesi dahilinde tarihin nasıl ve neden belirli bir doğrultuda ilerleyip diğer olasılıkları devre dışı bıraktığını tartışıyor, Marx'ın tarihsel materyalizminin insanlık tarihini incelemek için en uygun yaklaşım olduğunu söyleyerek yöntemini açıklıyor. Karamsar değil ama geleceğe dair umudunu dile getirmekte gönülsüz olduğunu söyleyebiliriz. Bu metni okuduktan sonra Steven Pinker'ın Doğamızın İyilik Melekleri'nde öne sürdüğü optimist savları tekrar değerlendirmek gerekiyor açıkçası, özellikle Rusya'yla Ukrayna'nın savaşını düşününce. Pinker cephe savaşlarının artık kolay kolay çıkmayacağını söylüyor ama Thompson'ın belirttiği gibi 1960'larda nükleer silahları ateşlemeyi reddeden düşük rütbeli bir iki subayın emirlere itaatsizliklerini düşünürsek küresel felaketin bir adım, hatta verilen emirlere uyacak bir asker kadar uzakta olduğunu görürüz, ayrıca sömürü sadece biçim değiştirdiği için pamuk tarlalarındaki kölelerin beyaz yakalılara dönüştüğünü söylemeye gerek yok. Thompson Voltaire'den alıntı yaparak dünyanın cinayetler ve felaketler tablosundan ibaret olmayabileceğini söylese de direniş cılız, kazanım yetersiz ve tarihsel kayıtlar zaferleri de içermesine rağmen genelde pek parlak değil. Metinde her bir bölüm insanlığın yaşam pratiklerinin nasıl dönüştüğünü belli konular etrafında irdeliyor, daha sonra kronolojik bir düzenle konular açımlanıyor ve detaylandırılıyor, örneğin "İş" başlığı altında tarımsal üretimin ilk kez tesis edilmesinden itibaren insanlık tarihinin çeşitli biçimleriyle zorunlu emeğin tarihine dönüştüğüne değiniliyor, Thompson'ın sıklıkla alıntı yaptığı Michael Mann'ın kavramı olan "zorunlu işbirliği"nin nedenleri ve geçen zamanla birlikte kölelik, serflik ve ücretli emeğin ortaya çıkışının temelleri inceleniyor. Cinsellik hem iş hem de iktidarla ilgili olduğu için bu iki gücün biçimlediği anlamlarıyla ele alınıyor, kadın düşmanlığının ve erkek egemen dünyanın kadının emeğini nasıl sömürdüğünün hikâyesi binlerce yıldır hız kesmeden yazılıyor ne yazık ki. İktidar meselesinde şu alıntı yazarın niyetinin özeti: "Metin, iktidar ilişkilerine dair en mühim hususun, toplumun farklı düzeylerinde ve tarihin farklı dönemlerindeki seçkin grupların, günümüze kadar var olan hemen hemen tüm tarihsel toplumların asli unsuru olan temel üreticilerin ürünlerinin görece az veya çok bir kısmını zorla ele geçirmek için kullandığı yöntemler olduğu önermesinden hareket etmektedir. Çekirdek aile içerisindeki ilişkilerden, farklı karmaşıklık düzeyine sahip örgütlere kadar, iktidarın elbette başka boyutları da vardır." (s. 25) Bu bağlamda uygarlığın "ilerlemesinin" oldukça göreceli bir anlam içerdiği söylenebilir, onaylama ve olumlama bu kavrama içkinmiş gibi gelse de ilerlemenin bedeli genellikle ağırdır, uygarlık acı çeken insanların omuzlarında yükselmiştir denebilir.

Thompson ilk bölümde evreni, canlıları ve bilinci incelerken insanın soyut düşünme yeteneğinin ve başarıyla kurduğu sosyal ağların doğayı kontrol altına almada en başat etkenler olduğunu söylüyor. Bilince sahip olmanın götürüsünü düşündüğümüzde insanın varlığını sürdürmesi için başka bir yol bulamaması anlaşılabilir. Bilinç gerçekten de çok pahalıdır. Dil yeteneği başta olmak üzere kendini geliştirecek araçlar da bulmuştur, aslında kişilik algısından bilişsel savunma mekanizmalarına dek pek çok ögenin bilinci beslediğini söyleyebiliriz. İşbirliğine geliyoruz böylece, pişirilen ürünlerin daha kolay depolanabildiğini ve verdiği enerjinin arttığını keşfeden insan pişirilecek daha çok yiyeceği elde etmenin yolunun grup çalışması olduğunu da anlar, böylece ilk klanlar ortaya çıkar ve erginlik ayinlerinin eleyiciliğiyle klanlara sadece güçlü olanlar alınır. Yerleşik hayat, servet ve toplumsal farklılaşma için zemin hazırdır artık, James C. Scott'ın Tahıla Karşı'sında belirttiği gibi yerleşik hayata bir anda geçilmemiş, avcı-toplayıcı gruplar göçebe yaşam tarzını sürdürürlerken de tarımla uğraşırlar ama insanlık tarihinde devrim yapanlar yaşamlarını tarımsal faaliyetlerle yönlendirip yerleşik hayata geçenlerdir artık, dünyanın farklı bölgelerinde hemen hemen aynı zamanlarda ortaya çıkan tarım belli bir sistemle sürdürüldükçe üretilen artı değer korunur, korunması için ayrı iş kolları türer, ele geçirilmesi için de iş kolları türer, en önemlisi kadınlar da tarımla birlikte üretimde rol almaya başlarlar. Köylü kadınlar aristokrat kadınların gördüğü kadar sert muamele görmüyorlardı örneğin, ağır bedensel işleri başardıkları için üretim bağlamında daha değerliydiler ama kadınlar genel olarak toplumsal cinsiyet ilişkileri bağlamında dezavantajlıydı.

İyi avcılardan oluşan meritokrasiyi engellemek için eşitlikçi fikirlerin hızla ortaya çıktığına dair görüşler olsa da eşitliğin tahakküm karşısında direnemediğini anlıyoruz, bazı klanlar üstünlük iddiasıyla diğer klanlardan ayrılarak "iyiliğe iyilik" düsturunu benimsedi, haracını zamanında ödeyenler öldürülmüyordu. Şehirleşmeyle birlikte imtiyazlı olanların konumu meşruiyetini güçlendirdi, mülkiyet normalleşti, yazıyla birlikte okuma yazma bilenler gücü daha iyi kavradılar. Tabii teknik gelişmeler de aynı imtiyazlılara hizmet etti, yontulan taşlardan tunca geçiş askerî üstünlüğe yol açtı, tunçtan sonra demirin işlenmesi imparatorlukların ortaya çıkmasında en önemli olaylardan biri oldu. İlginçtir, "karanlık çağ" denen dönemden birkaç yüzyıl sonra tanrısal monarşiler çoğaldı, daha önce görülmemiş bir zorbalık peyda oldu ve kadın düşmanlığı eşzamanlı olarak arttı, kısa sürede büyük bir "ilerleme". Kast sistemi, onur ve utanç kavramlarının etkilediği toplumsal yaşam bu dönemde ortaya çıktı, sömürünün sistemleşmesi de yine bu dönemin ürünü. Sonradan çokça biçim değiştirecek olsa da süreğen ihlalin temellerini bugünden görmek mümkün, Thompson köleliğin ilk yazılı metinlerin ortaya çıkmasından çok önce var olduğunu belirtiyor, Roma İmparatorluğu'ndaki köleliğe değindikten sonra serfliğe geçişi ve değişen dünyanın emeğe yaklaşımını değerlendiriyor, günümüzdeki ücretli işçiliğin kazanımları için ne büyük mücadeleler verildiğini anlatıyor. Son bölümde geleceğimize dair sunduğu mütevazı değerlendirmede Elizabeth Ermarth'tan ödünç aldığı tanımla "aşırı nüfuslu, suyu yetersiz, ölümcül bir şekilde ısınan bir gezegen" için yapılabileceklere değiniyor. Küresel ısınmanın durdurulması için yapılması gerekenler belli, kaynakların tek bir toplumsal kutupta toplanmasını engellemek ve kadınlarla erkeklerin eşitliğini sağlamak için yapılması gerekenler de belli, önemli olan bunlar yapılabilecek mi? Kapitalizm en iyi senaryo olduğuna dair verdiği güveni istatistiklere göre yediremiyor artık, dünyada her gün daha fazla insan değişim istiyor. Hakkın alınacak bir şey olduğu tam olarak anlaşıldığı zaman değişimi, devrimi göreceğiz sanırım, Thompson seyrin pek de olumlu olmadığını söylese de umudunu koruyor.
Mezopotamya'daki mal listeleri ve takas kayıtlarının yer aldığı en eski kil tabletler MÖ 3200'e dayanıyor, Haarmann'ı okuyana kadar dünyadaki en eski yazılı kayıtların bunlar olduğunu biliyordum ama geçtiğimiz yıllarda Mısır ve Avrupa'da daha eski kayıtlar çıkmış ortaya, Tuna'daki uygarlığın kalıntıları MÖ 5300 civarına aitmiş. Sözlü geleneğin uzmanları Batı Afrika'da asırlık soyağacını ezberden okuyabilirdi, Kalevala'nın binlerce kıtasını okuyan Karelya ozanları belleğin sınırlarını genişletmişti, yazının icadından sonra da gelenek sürmüş olabilir ama birikim taşlara, parşömenlere, kâğıtlara ve diğer malzemelere aktarıldıktan sonra bellek işçileri marjinal hale geldi. Bugün de yazıdan bihaber topluluklar var, Malezya'nın yağmur ormanlarından Brezilya'nın cangıllarına dek yayılan pek çok mitin kaydını yazıya dayanmadan tutuyorlar. Nesnelerden yardım alanları var gerçi, Navahoların törensel kum resimleri ve Zulu kabilesinin renkli inci takılarında resimli hikâyeler yer alıyor, halkların tarihi bu dayanıksız materyallere işlenmiş. Kızılderililerle soluk benizliler arasında yapılan bir anlaşma hoş, William Penn daha sonra "Pensilvanya" adı verilecek toprakları alabilmek için Delaware Kızılderilileri ile pazarlık yaparken İngilizceyle yazılmış sözleşmenin yerliler için hiçbir anlam ifade etmeyeceğini düşünmüyor, o bölgede kullanılan işlemeli kuşakların kullanıldığını görünce hemen üç kuşak hazırlıyorlar. "'Walam Olum' da her bir resim motifinin manası, anlatı içeriğinin dilbilgisel olarak cümlelerin her birine karşılık geldiği fikir demetleridir. Resimlerin bilgi içeriği bir yandan çok yoğundur, diğer yandan ise resimlerin dilbilimsel ifade şekilleriyle bağlantısı epey muğlak görünür." (s. 15) El ele tutuşan iki adamın yer aldığı kuşak kolay anlaşılıyor, diğer ikisindeki simetrik desenleri çözmek için işin uzmanına başvurmak lazım. Bu iletişim tekniği pek çok medeniyette kullanılmış, benim aklıma Deliliğin Dağları'ndaki manzara geldi. İki araştırmacı dağların ardına gizlenmiş kadim şehri bulurlar, derinliklere doğru ilerlerken duvarlardaki hikâyeyi "okumaya" başlarlar. Çok eski bir uygarlık Dünya'ya gelmiştir, onlardan daha eski başka bir uygarlık tebelleş olunca yok olurlar falan, Lovecraft esin kaynağını geçmişteki tahkiye resimlerinde bulmuş.Haarmann daha çok Minos uygarlığı, Miken kültürü ve Klasik Yunan dönemindeki geometrik semboller üzerinden yaklaşıyor meseleye, geometrik üslup ve vazo süslemeciliği Yunanlara sonradan ulaşmış gibi gözüküyor. Fenike alfabesiyle Yunan alfabesinin benzerliklerine değiniler de var, sanki bütün kuzenler bir araya gelip Voltron'u oluşturmuşlar.

Mezopotamya ve Mısır'da yazının işlevine bakalım, erken dönemde Sümer yazısı tapınak yönetiminin elinde. Vergi kayıtları, vatandaşın denetlenmesi gibi işler aynı şekilde Mısır'da da yazıyla ortaya çıkıyor. Elam çivi yazısı Sümer piktografisinin gelişimiyle ortaya çıkıyor, aslında çivi yazısının bir dönemin en popüler yazı biçimi olduğu söylenebilir. Araştırmacılar yazının tek bir kökenden geldiğini iddia ederlerken farklı bölgelere yayılan yazı çeşitlerini ele alsalar da muhalif araştırmacılar çok kökenli bir dağılımın da mümkün olduğunu söylüyorlar. Bilimsel icatlardan yola çıkarak akıl yürütünce dillerin aynı zamanlarda farklı bölgelerde ortaya çıktığını düşünmek çok mantıksız gelmiyor açıkçası. Neyse, Çinlilerden önce Sümerlerde logografinin yarattığı ikilik ortaya çıkıyor, biçimlerin sesletimiyle bağlamları arasındaki ilişki logografiyle fonografi arasındaki ilişkiyi ele almayı gerektiriyor ki Haarmann'ın uzun uzadıya anlattığı mesele bu. Yazıyla dil arasındaki uyum ve çatışmayla ilgili şu bölüm iyi: "Yazı işaretlerinin bir sisteme entegre edilme yöntemi, yerel dilin hece veya satır düzenine ya da dilbilgisel yapılarına değil, mevcut kültür sembollerine bağlıdır. Yazının erken aşaması, bilgileri yeniden kullanılabilir şekilde biriktirmek suretiyle gelişen bir medeniyetin ihtiyaçları tarafından güdülenen, soyut düşünme kabiliyetiyle ilgili bir mücadele evresidir." (s. 45) Yazılan dil ses yapısına dayanan bir yazım yöntemini ilk planda desteklemiyor, sesin ve yazının birebir benzeşmesi idealine yaklaşan yazı sistemleri istisnai. Çincede olduğu gibi metnin bağlamının bilinmesiyle anlam kazanan ideografik yapılar da mevcut, örneğin binlerce sözcükbirim eş sesli olduğu için ya ayırıcı işaretler kullanılmalı ya da ses tonu anlama göre ayarlanmalı.

Yazı yazma teknikleriyle yazı yazma araçlarına da yer verilmiş, bazı materyaller şaşırtıcı. Papirüs en çok bilinen malzemelerden biri, Mısırlılar kullanıyorlar, Papalık da 11. yüzyıla kadar resmî belgelerde papirüs kullanmış. Ahşap ve ağaç kabuğu Paskalya Adası'ndaki mağaralarda ve Çin'de bulunmuş, organik maddenin çabuk bozulması yüzünden kaybolan kayıtları düşünürken fenalıklar bastı beni. Palmiye yaprakları da Doğu Asya'da kullanılmış, Tibet'teki manastırların arşivlerinde bozulmadan duran birkaç örnek varmış. Deri Batı âlemine literature sözcüğünü hediye etmiş. Antik Yunanlar keçi derisi, diphtera kullanırlarmış, bu sözcük Etrüskler aracılığıyla İtalya'ya geçmiş, Romalılar littera demişler. Gerisi malum. Parşömenin ortaya çıkmasında Mısırlıların ihracat yasağının etkisi var, adamlar papirüs ihracatını yasaklayınca Pergamon'dakiler hemen alternatifini üretmişler. Parşömen değerli metinlerin çoğaltılmasında kullanılırken daha basit ya da az önemli metinlerde papirüsten yararlanılmış. Kâğıdın hikâyesinin yer aldığı kitaplar var, onları tavsiye ederim. Kısaca değineyim yine, ilk kez Çin'de kâğıt üretimi deneniyor, Araplar üretimi mükemmelleştirip Mısır'a yayıyorlar ve papirüs sektörünün çanına ot tıkıyorlar, sonra Avrupalılar bu süper icadı hemen kıtalarına götürüp kültürel devrimin materyali olarak kullanıyorlar. Kâğıt sayesinde Reform yapılıyor, Rönesans biçimleniyor, bir dünya olay. Dijital yazı ve kaligrafi de bu bölümde işlenen diğer konular.

Avrupa ve Asya'da ortaya çıkan yalıtık alfabeler, Gürcüce ve Ermenice alfabelerin hikâyeleri hoş, Slavların eski yazı sistemlerinin ele alındığı bölüm güzel, kısacası insanı bilgi kumkuması yapan bir araştırma bu, ilgilisi kaçırmasın.
İlk bölümde Vlad Drăculea'nın yaşamını hurafelerden arındırarak anlatıyor Haumann, hurafeli halini şu filmde (Dracula:Başlangıç) görebilirsiniz. II. Mehmed'i Dominic Cooper abimiz oynuyor, padişahın sarayda beraber büyüdüğü Vlad'la karşı karşıya gelmesi yüksek ihtimaldi, gerçekleşti. Öncesine bakalım, Vlad 1431 doğumlu, Sighişoara'da doğduğu söylense de Nürnberg'de de doğmuş olabilir, kendisiyle aynı ada sahip babası o sırada hamile eşiyle birlikte kutsal bir meclisin açılışına katılmak için şehirdeymiş, Kutsal Roma İmparatorluğu'nun o dönemki kralı Sigismund'un davetlileri arasında olduğu bu mecliste Kilise'ye kafa tutan Hussitlere karşı mücadele yöntemleri tartışılmış. Kral Sigismund'un Vlad'ı çağırtma sebeplerinden biri Osmanlı'nın ilerleyişiymiş, Papa'nın iteklemesiyle kurulan zayıf ordu bir de doğunun ateş çocuklarından tokat yemesin diye Vlad'ı kullanmak istemişler. Ejderha Tarikatı'nın şövalyesi yapılan Vlad'a "Drakul" lakabı verilmiş, o sıralarda yeni doğmuş oğluna da "Drăculea" demişler, ismin temeli bu. Söylendiği gibi "Şeytan" anlamına gelmiyormuş bu lakap, Vlad kendisini asla bu şekilde adlandırmazmış... "Küçük bir prensliğin voyvodası olarak onu dünyanın en kuvvetli imparatorluklarından birine kafa tutmaya yönlendiren neydi? Vlad, Mehmed'i şahsen tanıyordu. Vlad'ın 'Güzel' (cel Frumos) lakabıyla tanınan kardeşi Radu ile eşcinsel bir ilişki içine girmesinden ötürü onu hakir görüyor olabilir miydi? Ama bunu yapmasının ardındaki en önemli itici güç, Vlad'ın mutlak hükümdar olmak yolundaki arzusuydu." (s. 31) Sonrasında Fatih Sultan Mehmed sefere çıkar, yanına müstakbel voyvoda Radu'yu da alarak Vlad'ı kovalamaya başlar... Vlad iki yıl hapis yatıp çıktıktan sonra Osmanlı'yla savaşmaya devam etse de rakiplerinden biri Eflak'ın iyice zayıfladığını görünce şehre saldırır, Vlad savaşta öldürülür. Söylentilere göre bedeni Snagov Katedrali'ne defnedildi, 1980'lerde Vlad'a ait olduğu düşünülen mezar açıldığında mezarın boş olduğu görüldü. Neden, çünkü adamı vampir yaptılar... Vlad'ın kan lüplettiğine dair resmi bir kayıt yok, cezalandırma yöntemini sıra dışı biliyorduk ama binlerce yıldır kullanılan bir işkence yöntemiymiş meğerse, bu adamın anormalliğinin kaynağı ne o zaman? Vampirlerin tarihine dair malumat veriyor Haumann, o kısma hiç girmeden dönemin siyasi atmosferine bakmalı. Batı, Eflak'a göre Daha Da Batı kazık olaylarından ötürü dehşete düşmüş gibi görünse de çok daha beterlerini yapmışlar, Vlad krallarla arayı biraz bozduğu için daha ipe sapa gelmez bilgilerin yer aldığı bildiriler dolaşmaya başlamış ortalıkta. Hemen hepsi Matthias Corvinus'un eseri: "Vlad'ın sözde ihaneti ve yaptığı zalimlikler, kısa bir süre önce 'Türklere' karşı önemli askerî zaferler elde etmiş olmasına rağmen, Hristiyan ordusunun başına neden onun değil de Macar kralının geçirilmesi gerektiğini de açıklıyordu. Matthias, aynı gerekçeleri III. Friedrich ve Papa II. Pius'a da sunuyordu. İnsanları böylesine acılar çektirerek öldürmekten zevk alan biri, batı dünyasının temsilcisi olamazdı." (s. 48) "Kana susamış kazıklı voyvoda" imgesi patlıyor o dönem, hatta bazı resimlerde ve oymalarda Vlad'ın yüzünü Türk savaşçılarının yüzü olarak görmek mümkün.

Dalga bir kez yükseldikten sonra inmek bilmiyor, Vlad'ın yüzünü 1400'lü yılların ortalarından itibaren İsa'nın çarmıha gerilişini gösteren resimlerde bile görmeye başlıyoruz. 15. yüzyılın sonlarından itibaren Rusya'ya da ulaşan hikâyeler... Hristiyan çocukların kanını içen Yahudilerle bir tutulan Vlad'ın itibarı yerle bir, 19. yüzyılda Romen milliyetçiliği Vlad'ı bağrına bastığında da o kan emici despotu lider olarak görmek istemeyenler var. "Aydınlanmış" Batı'nın mutlak monarşileri huzursuzluk yaratan her türlü inanca karşı saldırıya geçtiğinde halkın elinde bu inançlardan başka hiçbir şey yoktu, Haumann'a göre kontrol edilemeyenin sınırında olmak isteyenler için batıl inançlar kurtuluş demekti. Katoliklerin Ortodokslara çıkışmasının sebebi aforoz edilenlerin cennete gidemeyeceklerine dair Ortodoks inancı. Şeytan bu bedenleri ele geçirip kötü şeyler yaptırabilirmiş, Batı'ya göre bir sürü zırva. Batı'nın Doğu'yu hakir görmesinin başlangıcına tarihlenebilir bunlar, "medeniyetin merkezi" olan Batı için Rusların sözde barbarlığı, Doğu'nun gelişmemişliği, Balkanların ne işe yaradığının bilinmemesi falan, keskin ayrım "öteki Avrupa"yı çemberin dışına atmak istediği için vampir mitosunu fiştekliyor bir güzel. İlginç, 1991'de Yahudi cemaatlerinden birinin başkanının altmış yıllık mezarına iki metreden uzun bir kazık çakılmış, ölülerin geri gelmesini engellemek isteyenler bu tür uç önlemler almayı sürdürüyor.

Son bölümlerde Dracula'nın popüler kültürdeki hallerini görüyoruz, kült filmlerin yanında Alacakaranlık da inceleniyor ki vampirlerin nereden gelip nereye gittikleri, huyları suyları anlaşılsın. Grimm Kardeşler'den bahsedip bitireyim, masal yazmaya başlamadan önce ülkelerinde yayımlanan bir mizah dergisinde vampirlerle Yahudileri bir tutan çizimler yapmışlar, o dönemde kara propaganda çok tesirli. "Son olarak, Dracula figürünün o anki tasarımı, zamanın ruhunu ifade edebilir: Aynı anda hem bir çağın yaydığı dehşeti hem bir başkasının coşkulu kaygısızlığını hem de bir diğerinin tıkanmışlığını ve alternatif yaşam biçimlerine yönelik özlemini temsil edebilir." (s. 119)

İlgilisi için iyi bir kaynak.