Toplam yorum: 3.087.413
Bu ayki yorum: 7.100

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Bilginin ilk aktarımı genetik. Alet kullanmak ve tabii ki ölmemek sosyal öğrenme yoluyla gerçekleşti, işaret dili keza, yazının icadıyla birlikte örgün eğitimin ortaya çıktığını söylüyor Konrad. Günümüzdeki anlamıyla okul ilk olarak Eski Mısır’da ortaya çıkmış. Bir mezar taşında yazdığına göre gömülü kişi okula gitmiş her duacısına öbür tarafta yardım etmeye niyetli, “okul”un geçtiği ilk metin bu. Eğitim çok zor, en az dört yıl sürüyor ve yedi yüz resimsel sembolü öğrenmeyi gerektiriyor. Beş yaşından itibaren eğitim görmeye başlayan Mısırlılar sınıf ayrımı olmaksızın eğitim alabiliyorlar, esas mesleki eğitim bu okuldan mezun olduktan sonra usta-çırak eğitimi. Burada ayrım var, çiftçiler ve askerler bu eğitimi almıyorlar mesela. Büyük İskender’in Mısır’ı işgalinden sonra Yunan gymnasion‘una benzer kurumlar ortaya çıkıyor, Yunanca öğrenmek devlet memurları için önem kazanıyor. Bireysellik, eleştiri gibi insani değerler bu değişimden sonra Mısır’a uğruyor, tabii ortada Mısır diye bir şey kalmıyor artık. Atina’da sanatçıların ve filozofların döneminde “toplum yurttaşlaştı” ve başka beceriler önem kazanmaya başlıyor, MÖ 400’de ders içerikleri, öğretmen atamaları gibi eğitim sistemi kurallarını belirleyen bir kanun çıktıktan sonra Dil bilgisi dersleri öne çıkıyor. Temel müzik, dans gibi dersler de var, edebiyat derslerinde Homeros’un metinleri üzerine çalışılıyor. “İki didaktik, yöntemsel anlayış” mevcut, Platon’un MÖ 387’de kurduğu ilk felsefe akademisi modern ders kavramının ortaya çıktığı kurum olarak kabul ediliyor. Bu sistem kölelerin ve alt tabakadan insanların sağladıkları boş zaman sayesinde ortaya çıkıyor, eğitimcilerin sahip oldukları boş zamana scholé denmesi acayip manidar. Helenistik dönemde okula kadınların da özgürce erişebilmesi dönemin son önemli olayı.

Roma’da müzik ve dans eğitimi yok, felsefe de bir süre sonra hor görülüyor zaten. Bunlar hanım evlatları için, hali vakti yerinde olanlar retorik, mimarlık ve tıp eğitimini tercih ediyorlar. Başlangıçta ders içeriklerini küçümsedikleri Yunanlardan alsalar da bir süre sonra kendi içeriklerini oluşturuyorlar. “Trivium” adı verilen temel eğitim sisteminde dil bilgisi, retorik ve diyalektik üçlü bir yapı oluşturuyor, sonraları aritmetik, müzik teorisi, geometri ve astronomi karışımı olan bir dersle birlikte “Quadrivium” ortaya çıksa da ağırlıklı olarak Trivium öğretilmiş. “Yunanistan’dan farklı olarak Roma İmparatorluğu’nda öğretmenin belli bir saygınlığı vardı. Sezar’ın yönetiminde bu öğretmenlere, devlete daha sıkı bağlansınlar diye zahmetsizce vatandaşlık hakkı tanındı. Bahsi geçen Vespasianus’un öğretmen maaşlarını, devlet kaynaklarından karşılanacak şekilde düzenlemesiyle, fiilen bir devlet eğitim sisteminin kuruluşundan bahsedilebilecek duruma gelindi.” (s. 20)

Orta Çağ’da yeni dinlerin ortaya çıkmasıyla ortalık karışıyor, Hristiyanlıkla paganizmin çatışmaları ilk aşama. Özellikle Constantinus döneminde kiliselerin inşa edilmesiyle birlikte paganlık ortadan kalkmaya başlıyor, olimpiyat oyunlarının son defa yapıldığı yıl 394. Roma eğitim sistemi çöktükten sonra İncil’in öğretilmesine dayanan bir anlayış doğuyor, ilginçtir ki Hristiyanlık inananlardan okuma yazma beklemiyor. Hristiyanlığın bilimsel olarak da savunulmasını isteyen düşünürler katedral ve manastır okullarının müfredatına artes nam eğitimi sokuyorlar, maksat din adamı yetiştirmek. Retorik gücünü kaybetti ama güzel konuşmak hâlâ önemliydi, Romalı düşünürlerin metinleri sıklıkla kullanıldı.

12. ve 13. yüzyıllardan itibaren fizik, ekonomi, tarih gibi dersler önem kazanınca eğitimin laikleşmesi gerekti, bu da başka bir çatışma. Kilise’nin verdiği eğitim hızla değişen dünyanın ihtiyaçlarını karşılayamayınca alternatif okullar ortaya çıktı, hesap kitap işlerine ağırlık verildi. Uzmanlık alanları her bir okulun farklı dallarda tanınmasına yol açtı, iyi bir eğitim almak isteyenler birden çok okula gitmek zorunda kaldılar. Dinî eğitim veren okullar öğrencilerin üniversiteye hazırlandığı okullar haline geldi, Kilise’yle devlet arasındaki çatışmaların sonuçlarından biri bu. Konrad meseleyi Almanya üzerinden ele aldığı için okulların o civardaki seyrine odaklanıyor. Reform’a genişçe bir yer ayırmış. Kilise’nin okulları cortluyor tabii: “1525 yılında Almanya’nın güneyindeki bir şehir kroniğinde bu durumdan şöyle yakınılmıştır: ‘Artık neredeyse hiç kimse çocuklarını okula göndermek ve çocuklarının eğitim almasını istemiyordu çünkü insanlar Luther’in yazılarından, rahiplerin ve akademisyenlerin halkı alçakça kandırdığını öğrendiler.’” (s. 40) Protestan ülkelerde Latince eğitim sürdü, başlarda Almancaya yer verilmediyse de 1750’lerden itibaren eğitimin dili Almancaya döndü, her ülke kendi dilinde eğitim vermeye başladı. Liseden sonra üniversiteye devam edenler genellikle üst sınıftandı, daha sonraki yüzyıllarda eğitimli burjuvazinin temeli.

Son bölümlerde Hitler zamanının ve sonrasının eğitimine odaklanıyor Konrad, Almanya’nın bölünmesiyle birlikte ortaya çıkan iki anlayışı Werk ohne Autor‘da görebiliyoruz, şahane film. Hitler döneminde Kilise’nin okullarına dokunuluyor ama dokunulmuyor, denge politikası. Öğretmen alımları ve eğitim süreci muazzam ölçüde değişiyor, bir kere Nazi olmayan öğretmen olamıyor, halihazırda çalışan öğretmenlerden belli kurumlara üye olmayanlar meslekten bir şekilde uzaklaştırılıyor. Gençlik örgütüne üye olan öğrencilerin haftada birkaç gün izinleri var, okula gitmiyorlar. İspiyonculuk yüzünden öğretmen kalmayınca kurallar esnetiliyor ama savaşın son demleri zaten, bir süre sonra her şey yerle bir olacak. Birleşmeden sonra Doğu Almanya’nın eğitim kurumları Batı’dakilere entegre edilse de köklü bir değişimden bahsetmiyor Konrad, sonradan gerçekleşmiştir muhtemelen.

İyi bir kaynak, okulun ve eğitimin geçirdiği değişimleri görmek isteyenler kaçırmasınlar.
Runik Kitap'ın bastığı Keltlerle ilgili üçüncü kitap. Keltlerin tarihini derleyip toparlarken sanat eserlerinin tarihsel yorumuyla Avrupa'da yerleştikleri noktaları da belirliyor. Keltlerin savaşçı bir millet olduklarını mezarlarından çıkarılan kılıç ve kalkan gibi eşyalardan biliyoruz, paralı askerlik yaptıkları da malum. Keltler savaşçı oldukları kadar sanatçı bir halktır aynı zamanda, pek hoş eserler ortaya koymuşlardır. Helen kültüründen etkilendikleri malum, Etrüskleri darmaduman etmeleriyle birlikte Yunan uygarlığıyla münasebet kurmuşlar, Büyük İskender'e elçi yollamışlar ve Roma'yla zaman zaman savaşıp zaman zaman dostluk kurmuşlar, bulundukları civarda etkilenebilecekleri her milletten etkilendikleri söylenebilir. Müller'e göre bazı araştırmacılar Kelt sanatında dinî içeriklerin yer aldığına inanıyorlar ama bunun kanıtlanması oldukça zor, bir tek Keltlerin tarih sahnesinde etkin biçimde son kez yer aldıkları MS 300'lü yıllarda tanrıçaları Epona'nın yer aldığı heykelcikten bahsedilebilir. "Model teşkil eden Yunan yapıtları söz konusu olduğunda, bu örneklerin ne zaman ve nasıl benimsendiği veya uyarlandığı gibi sorular da ortaya çıkmaktadır. Bu sanat eserleri toplumun hangi kesiminde ne tür bir işleve sahipti ve bu yapıtlar Kelt kimliğini ne derece yansıtıyordu? Örneğin kılıç kınlarının Güney İngiltere'den Macar ovalarına kadar aynı bezeme ile süslenmesi neden önemliydi?" (s. 7) Müller arkeolojik araştırmaların sürdüğünü ve belli başlı bazı soruların yeni buluntularla cevaplanabileceğini söylüyor. "Keltleri anlamak ne kadar zor ise, onların sanatını anlamak da o kadar zordur. Dahası Keltler, kültürlerini bize kendi bakış açılarından aktarabilecek bir tarih yazımından da mahrumlardı." (s. 10) Yunan ve Roma kaynaklarında bazı bilgiler yer alsa da bu medeniyetler Keltleri barbar olarak gördükleri için kültürlerine değer vermemişler, mutlak düşman imgesiyle yaklaştıkları Keltlerin savaşçılıklarına odaklanmışlar. Üstelik farklı kaynaklarda yer alan Galli/Kelt olarak adlandırılan toplulukların birbirlerinin devamı olduklarına dair kesin kanıtlar yok, ilk kez Sezar'ın Germenlerden ayrı bir halk olduğunu söylediği Keltler diğer topluluklardan ayrışmış olsalar da Sezar'ın "Akitanyalılar", "Belgalar" ve "Keltler" adlarıyla üçe ayırdığı toplulukların aynı kökenden gelip gelmediklerine dair bir bilgi yok, Sezar'ın Celtae ve Heredot'un Keltoi olarak isimlendirdiği toplulukların aynı topluluk olmaması mümkün, Antik Çağ'da ilk kez kullanılan sözcüğün anlamı Roma döneminde değişmiş. Sonuç olarak "Kelt" sanatı yerine "La Tene Kültürü"nü kullanıyor Müller, gruplandırmayı bölgeye göre uyguluyor ve kronolojik sıralamayı gözetiyor: Erken Evre, Waldalgesheim Evresi ve Geç Evre. Geç Evre de ikiye ayrılıyor, Plastik Üslup ve Kılıç Üslubu.

Erken Evre'nin ilk eserlerinden itibaren özenli bir çalışmadan söz edilebilir, eserlerdeki detaylar belli bir seviyeye erişildiğini gösteriyor. Belli başlı eserlerin fotoğrafları kitapta var, anlatılanı doğrudan eserin üzerinde görebiliyorsunuz, Müller bilgileri santimi santimine verdiği için karşılaştırma yapabilmek iyi.

Plastik üslubu doğulu Keltlerin bulduğu kabul ediliyor, İrlanda'da örnekleri görülen tomurcuk ve sarmallar Avrupa anakarasında ortaya çıkmış. Mekân geniş, hektarlarca alanı kaplayan bir anıt mezardan çıkarılan eserler çok ses getirmiş. İstisna tabii, o büyüklükte bir gömüte pek rastlanmamış. Kharon'un ücretini Keltlerin nasıl adlandırdığını merak ediyor Müller, bilgi yok. Bu dönemde Bulgaristan sınırları içinde kalan bölgenin eserleri öne çıkıyor, kazandan aynaya kadar pek çok eser üretilmiş ve süslenmiş. "Demir işçiliği yüksek düzeydeydi. Metal işleyen diğer zanaatkârlar gibi, demir ustaları da dökümcülük dışında çeşitli işleme yöntemlerine hâkimdiler. Demirin örs üzerinde ağır çekiçlerle dövüldüğü düşünüldüğünde haddeleme, eğme, perçinleme, bükme, bölme, kaynak yapma gibi bilindik uygulamalara ek olarak, yaratıcı bir biçimde şekil verme de zaman zaman etkileyicidir." (s. 89) Soylu müşterilerin verdiği siparişler çeşitlilik gösteriyor, seramik işlemeciliği alıp başını gidiyor, heykeller stilistik biçimlere kavuşuyor, takılar üzerinde uğraşma dönemi bitiyor çünkü iş zanaata dönmüş biraz, seri üretime geçilmiş.

Sonrasında Gallo-Roma denen bir üslup ortaya çıkıyor, Kelt sanatı Roma sanatıyla bütünleşiyor ve karakteristik özellikleri yavaş yavaş kalkıyor ortadan. Felix Müller bu süreci de anlattıktan sonra noktayı koyuyor, ilgilenen okurlara ise okumak kalıyor.
Dört öykü var, seçki. Üçünü okumuşsunuzdur bir yerlerde. Üçü BK, diğeri Sherlock Holmes. Neden böyle bir şey, bence Zizek. Yayınevinin Zizek'e duyduğu ilgi. Konferans için davet etmişler falan. Zizek her bir öykü için bir cümlelik açıklama yapmış, arka kapakta bulabilirsiniz onları. Tematik bir mevzu da var işin içinde; Yamuk Bakan Öyküler aslında gerçekliğin yorumlanışı üzerine eğilen dört öyküyü içerdiği için belli bir konseptte oluşturulmuş bir kitap. Dolayısıyla öykülerin janrı -hep bunu yazmak istemişimdir- değil de içerikleri açısından. Olunca yani bir mantıklı geldi.

Dünyalar Deposu: Robert Sheckley'nin. Distopik bir ortamda, bir iğne yardımıyla çok istenen bir hayatı yaşamak. Sonsuz ihtimaller arasında bilinçaltının yönlendirdiğine gitmek, kişinin kendini ne kadar tanıdığıyla ilgili olarak şaşırtıcı sonuçlara yol açabiliyor, ölümü isteyen çıkabiliyormuş mesela. Geçici bir süreç bu istenilen yere gitmek, bir de karakterin 10 yıllık birikimine mal olacak kadar pahalı. Neyse, beyimiz geçmişe dönüp ailesiyle birlikte mutlu mesut yaşıyor bir yıl boyunca. Uyandığı zaman doğruca sığınağa gitmek zorunda. Gayger sayacının uyarılarıyla, bir zamanlar insan eti ve kemiği olan beyaz zeminin üzerinde. Zizek'in yorumu: "Özne ancak fantazi yoluyla arzulayan özne olarak kurulur."

Şakacı: Asimov'un. Fıkraların kaynağını bulmak, Meyerhof için bir takıntı haline gelir. Süper bilgisayar Multivac'in yardımıyla gizlice cevabı arar ve uzaylılar için esprilerin, fıkraların falan bir deney olduğu sonucuna varır. Bilgiye eriştiği anda deney sona erer, insanların mizah duyguları kaybolur. Zizek'in yorumu: "Başkasının Başkası tam da paranoyanın Başkası'dır."

Tanrı'nın Dokuz Milyar İsmi: Arthur C. Clarke'ın. Tibet manastırına satılan bir süper bilgisayar, Tanrı'nın bütün isimlerini aramaktadır. İnsan ırkı bu yüzden yaratılmıştır, bütün isimleri bilmek için. Bu gerçekleştiğinde her şey yok olacaktır, fiş çekilecektir yani. Bilgisayarla birlikte Tibet'e giden mühendisler mevzuyu öğrenince bilgisayarı yavaşlatırlar ve kendileri için bir kaçış süresi ayarlarlar. Son an gelince geriye dönüp bakarlar ve yıldızların yavaş yavaş söndüğünü görürler. Zizek'in yorumu: "Dünyanın kendisi, 'gerçeklik' her zaman bir semptomdur."

Kızıl Saçlılar Derneği: Bir gerçekliğin ardından bir başkasının ortaya çıkarılması, tipik bir Holmes öyküsü. Zizek'in yorumu: "Yanlış çözüm yapısal bir zorunluluktur... doğrudan doğruya hakikate çıkan bir yol yoktur."

Güzel, alınabilir, hediye edilebilir.
Anıların işlenmeden aktarılması zor. Bilincin parladığı anın biricik peteğine sıkışmış olanlar haricinde anılar olabildiğince kurgulanır, hikâyeleştirilir ve paketlenir, sonrasında bir uyarıcıyla birlikte ortaya çıkacak biçimde depoya kaldırılır. Bir şarkı, bir koku, algıların anahtarları her türlü kodu çözer ve yıllar bir anda aşılabilecek mesafeler haline gelir.

Aynı mevzuyla alakalı Hafızadan Kurtulmanın Beş Kadim Yolu diye bir öykü yazıyordum, adam kitabını yazmış. Ben bitireyim de dergiler yine basmasın. Knausgaard'ın üçüncü kuşatması tamamen çocukluğundan ibaret. Bir bölümü olduğu gibi çocukluk, şu parıltılı anlar, diğer bölümler çocukluğun yetişkin yorumlaması şeklinde okunabilir.

Yeni bir mahalleye taşınan ailenin küçük çocuğu, manzarayı hiç unutmayacağı şekilde zihnine kazıyor. Küçük Karl Ove, çocukluğundan bir anda yetişkinliğe adım atıyor ve geçen zamanla birlikte kişiliğinin nasıl değiştiğini, nasıl değişebileceğini merak ediyor. Kitabın yazıldığı ana kadar böyle pek çok an yaşanmış, çoğu hatırlanıyor ve zamanın henüz işlenmemiş bölümü bir bilinmez olarak ortaya çıkıyor. Çocukluk, ölüme dair sahte anılar yaratabilir. Cenaze evinde masaya yatırılan bedenle yeni mahallesini keşfedilmiş bir dünya gibi inceleyen aynı: Karl Ove.

"Bellek, yaşam için güvenilir boyutlarda değil. Üstelik belleğin gerçeğe öncelik vermemesi gibi basit bir nedeni yok bunun. Belleğin bir olayı doğru veya yanlış hatırlamasını gerçeklik gereksinimi belirlemiyor hiçbir zaman. Öz çıkarlar belirliyor bunu." (s. 21)
Bazen karıştırıyorsunuz; anıların anlatıcısı hafıza kodlarını bu çıkarların peşinde çözüyor gibi görünürken çocukluğun doğal anıları bir anda ortaya çıkıyor, karma bir yapı oluşuyor. Güzel bir şey bu, çok katmanlı yapıyı kendiniz aralamalısınız. Hemingway'in buzdağı metaforunu anımsarsanız daha derinlere inebilirsiniz.

İnsanın söylemedikleri olduğunu kim söylemişti?

Tek bir sözcük olsun israf edildiğini düşünmüyorum, Knausgaard okuruna sunduğu şemada anılarının yazınını nasıl etkilediğini anlatıyor aslında. Bu yüzden uzun uzun anlatılan ve anlamsız/değersiz görünen bölümler bile bir amaç uğruna yazılmış. Fark edersiniz ki büyük bir felaketin öncesi ve sonrası uzun uzun anlatılmıştır, zira felaket unutulsa bile ardılı ve öncüsü asla unutulmaz, hafıza eklektik bir şekilde çalışır ve bazı parçaları daha çok parlatır. Bu parlamalardan sıkça görürüz, zira Karl Ove'ın babası, özellikle ilk kitapta ölümünün ardında bıraktığı boşluğa düştüğümüz adam, tam bir sığır olduğu için çocuğa etmediğini bırakmıyor. Bunun yanında ergenlik problemleri, akran despotizmi derken kimsenin yabancısı olmadığı bir dünyayı, orman yasalarının yaşam boyunca en geçerli olduğu zamanları izliyoruz. 60'lı yılların Norveç'i oldukça ıssız, yeşil ve depresif. Despot baba, sessiz anne ve kendi halindeki abi ile birlikte Karl Ove için onlarca kez damgalanmış bir çocukluğu yazmak zor olsa gerek.

Cinsellik, edebiyatın ve müziğin keşfi, okul, arkadaşlar, hepsi bir yerden çocukluğa tutunmuş.

Tekrar söylemek istiyorum, baba tam bir sığır. Ortaokul öğretmeni olup çocuk psikolojisinden bu kadar uzak kalan bir adam olamaz. Mesleki deformasyon mu diyeyim, ne diyeyim, bilemedim.

Müthiş.
İnsan bilişsel dönemlerden geçiyor, beynin işleyişi -özellikle çocuklukta- aylarla ifade edilebilecek kadar kısa sürelerde muazzam değişimler geçirebiliyor. Büyük zenginlik; yaratıcılığı zenginleştiren bir durum. Kendini çizgi film karakteri sanıp camdan atlayanlar ve benzerleri dışında güzel sonuçlar doğuruyor, Çavdar Tarlasında Çocuklar mesela. Onca Yoksulluk Varken de bir diğer güzel örnek. Filmlerde, dizilerde çokça görürüz, ekmeği iyi yenmiştir yani. Eh, bu açıdan Villalobos'un çocuğu yeni bir şey değil ama içinde yer aldığı uyuşturucu kartellerinin ortamında ilgi çekici hale geliyor. Tochtli nam velet, uyuşturucu taciri olan babasının yanında, çölün orta yerine konuşlanmış bir kalede yaşıyor. İki izbandut koruma ve babasının yardımcısı olan özel öğretmeni dışında ilişki kurabildiği kimse yok, yalıtılmış bir ortamda yaşıyor. Televizyon izleyebilir, kitap okuyabilir ve babasının kendisi için getirdiği hayvanları izleyebilir. Hayvanat bahçesine gitmek tehlikeli olduğu için kalenin bir kısmı hayvanat bahçesine çevrilmiş, kolay iş.

Çocuklukta hiçbir şey olduğu gibi değil, lunaparktan pek bir farkı olmayan beyinde olgular/nesneler arasındaki ilişkiler bağdaştırmaların doğruluğuna ve yanlışlığına bakılmadan, kendiliğinden beliriverir. Bu yüzden Tochtli'nin Japon kültürünün etkisi altındayken Liberyalı cüce suaygırları için delirmesi, vücuttaki delik sayısının ölüme yol açıp açmamaya etkisiyle ölülerin de sayılabilecek kişiler olarak görülüp görülmeyecek olması, kısacası dünyayı algılayış şekli tam bir kaos. Bütün eğlenceyi bu kaosa borçluyuz.

Küçük bir çocuğun anlatıcı olduğu metinlere girişmeden önce iyi hazırlanmak gerekiyor; düşüncenin biçim değiştirdiği aşamaları bilmeden, literatürü taramadan bu tür karakterler yaratmak büyük risk. Belli bir pencereden görülen dünyanın bir anda yetişkinlerin dünyasına dönüşmesi, çocuğun kozmosunun dışına çıkılması bütünlüğü bozar. Villalobos bu konuda oldukça iyi, herhangi bir falso görülmüyor.

Üç bölüm. İlk bölümde bu kanun dışı dünyanın çeşitli halleri, ikinci bölümde Liberya gezisi ve son bölüm çözülüş.