Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Mezopotamya'daki mal listeleri ve takas kayıtlarının yer aldığı en eski kil tabletler MÖ 3200'e dayanıyor, Haarmann'ı okuyana kadar dünyadaki en eski yazılı kayıtların bunlar olduğunu biliyordum ama geçtiğimiz yıllarda Mısır ve Avrupa'da daha eski kayıtlar çıkmış ortaya, Tuna'daki uygarlığın kalıntıları MÖ 5300 civarına aitmiş. Sözlü geleneğin uzmanları Batı Afrika'da asırlık soyağacını ezberden okuyabilirdi, Kalevala'nın binlerce kıtasını okuyan Karelya ozanları belleğin sınırlarını genişletmişti, yazının icadından sonra da gelenek sürmüş olabilir ama birikim taşlara, parşömenlere, kâğıtlara ve diğer malzemelere aktarıldıktan sonra bellek işçileri marjinal hale geldi. Bugün de yazıdan bihaber topluluklar var, Malezya'nın yağmur ormanlarından Brezilya'nın cangıllarına dek yayılan pek çok mitin kaydını yazıya dayanmadan tutuyorlar. Nesnelerden yardım alanları var gerçi, Navahoların törensel kum resimleri ve Zulu kabilesinin renkli inci takılarında resimli hikâyeler yer alıyor, halkların tarihi bu dayanıksız materyallere işlenmiş. Kızılderililerle soluk benizliler arasında yapılan bir anlaşma hoş, William Penn daha sonra "Pensilvanya" adı verilecek toprakları alabilmek için Delaware Kızılderilileri ile pazarlık yaparken İngilizceyle yazılmış sözleşmenin yerliler için hiçbir anlam ifade etmeyeceğini düşünmüyor, o bölgede kullanılan işlemeli kuşakların kullanıldığını görünce hemen üç kuşak hazırlıyorlar. "'Walam Olum' da her bir resim motifinin manası, anlatı içeriğinin dilbilgisel olarak cümlelerin her birine karşılık geldiği fikir demetleridir. Resimlerin bilgi içeriği bir yandan çok yoğundur, diğer yandan ise resimlerin dilbilimsel ifade şekilleriyle bağlantısı epey muğlak görünür." (s. 15) El ele tutuşan iki adamın yer aldığı kuşak kolay anlaşılıyor, diğer ikisindeki simetrik desenleri çözmek için işin uzmanına başvurmak lazım. Bu iletişim tekniği pek çok medeniyette kullanılmış, benim aklıma Deliliğin Dağları'ndaki manzara geldi. İki araştırmacı dağların ardına gizlenmiş kadim şehri bulurlar, derinliklere doğru ilerlerken duvarlardaki hikâyeyi "okumaya" başlarlar. Çok eski bir uygarlık Dünya'ya gelmiştir, onlardan daha eski başka bir uygarlık tebelleş olunca yok olurlar falan, Lovecraft esin kaynağını geçmişteki tahkiye resimlerinde bulmuş.Haarmann daha çok Minos uygarlığı, Miken kültürü ve Klasik Yunan dönemindeki geometrik semboller üzerinden yaklaşıyor meseleye, geometrik üslup ve vazo süslemeciliği Yunanlara sonradan ulaşmış gibi gözüküyor. Fenike alfabesiyle Yunan alfabesinin benzerliklerine değiniler de var, sanki bütün kuzenler bir araya gelip Voltron'u oluşturmuşlar.

Mezopotamya ve Mısır'da yazının işlevine bakalım, erken dönemde Sümer yazısı tapınak yönetiminin elinde. Vergi kayıtları, vatandaşın denetlenmesi gibi işler aynı şekilde Mısır'da da yazıyla ortaya çıkıyor. Elam çivi yazısı Sümer piktografisinin gelişimiyle ortaya çıkıyor, aslında çivi yazısının bir dönemin en popüler yazı biçimi olduğu söylenebilir. Araştırmacılar yazının tek bir kökenden geldiğini iddia ederlerken farklı bölgelere yayılan yazı çeşitlerini ele alsalar da muhalif araştırmacılar çok kökenli bir dağılımın da mümkün olduğunu söylüyorlar. Bilimsel icatlardan yola çıkarak akıl yürütünce dillerin aynı zamanlarda farklı bölgelerde ortaya çıktığını düşünmek çok mantıksız gelmiyor açıkçası. Neyse, Çinlilerden önce Sümerlerde logografinin yarattığı ikilik ortaya çıkıyor, biçimlerin sesletimiyle bağlamları arasındaki ilişki logografiyle fonografi arasındaki ilişkiyi ele almayı gerektiriyor ki Haarmann'ın uzun uzadıya anlattığı mesele bu. Yazıyla dil arasındaki uyum ve çatışmayla ilgili şu bölüm iyi: "Yazı işaretlerinin bir sisteme entegre edilme yöntemi, yerel dilin hece veya satır düzenine ya da dilbilgisel yapılarına değil, mevcut kültür sembollerine bağlıdır. Yazının erken aşaması, bilgileri yeniden kullanılabilir şekilde biriktirmek suretiyle gelişen bir medeniyetin ihtiyaçları tarafından güdülenen, soyut düşünme kabiliyetiyle ilgili bir mücadele evresidir." (s. 45) Yazılan dil ses yapısına dayanan bir yazım yöntemini ilk planda desteklemiyor, sesin ve yazının birebir benzeşmesi idealine yaklaşan yazı sistemleri istisnai. Çincede olduğu gibi metnin bağlamının bilinmesiyle anlam kazanan ideografik yapılar da mevcut, örneğin binlerce sözcükbirim eş sesli olduğu için ya ayırıcı işaretler kullanılmalı ya da ses tonu anlama göre ayarlanmalı.

Yazı yazma teknikleriyle yazı yazma araçlarına da yer verilmiş, bazı materyaller şaşırtıcı. Papirüs en çok bilinen malzemelerden biri, Mısırlılar kullanıyorlar, Papalık da 11. yüzyıla kadar resmî belgelerde papirüs kullanmış. Ahşap ve ağaç kabuğu Paskalya Adası'ndaki mağaralarda ve Çin'de bulunmuş, organik maddenin çabuk bozulması yüzünden kaybolan kayıtları düşünürken fenalıklar bastı beni. Palmiye yaprakları da Doğu Asya'da kullanılmış, Tibet'teki manastırların arşivlerinde bozulmadan duran birkaç örnek varmış. Deri Batı âlemine literature sözcüğünü hediye etmiş. Antik Yunanlar keçi derisi, diphtera kullanırlarmış, bu sözcük Etrüskler aracılığıyla İtalya'ya geçmiş, Romalılar littera demişler. Gerisi malum. Parşömenin ortaya çıkmasında Mısırlıların ihracat yasağının etkisi var, adamlar papirüs ihracatını yasaklayınca Pergamon'dakiler hemen alternatifini üretmişler. Parşömen değerli metinlerin çoğaltılmasında kullanılırken daha basit ya da az önemli metinlerde papirüsten yararlanılmış. Kâğıdın hikâyesinin yer aldığı kitaplar var, onları tavsiye ederim. Kısaca değineyim yine, ilk kez Çin'de kâğıt üretimi deneniyor, Araplar üretimi mükemmelleştirip Mısır'a yayıyorlar ve papirüs sektörünün çanına ot tıkıyorlar, sonra Avrupalılar bu süper icadı hemen kıtalarına götürüp kültürel devrimin materyali olarak kullanıyorlar. Kâğıt sayesinde Reform yapılıyor, Rönesans biçimleniyor, bir dünya olay. Dijital yazı ve kaligrafi de bu bölümde işlenen diğer konular.

Avrupa ve Asya'da ortaya çıkan yalıtık alfabeler, Gürcüce ve Ermenice alfabelerin hikâyeleri hoş, Slavların eski yazı sistemlerinin ele alındığı bölüm güzel, kısacası insanı bilgi kumkuması yapan bir araştırma bu, ilgilisi kaçırmasın.
İlk bölümde Vlad Drăculea'nın yaşamını hurafelerden arındırarak anlatıyor Haumann, hurafeli halini şu filmde (Dracula:Başlangıç) görebilirsiniz. II. Mehmed'i Dominic Cooper abimiz oynuyor, padişahın sarayda beraber büyüdüğü Vlad'la karşı karşıya gelmesi yüksek ihtimaldi, gerçekleşti. Öncesine bakalım, Vlad 1431 doğumlu, Sighişoara'da doğduğu söylense de Nürnberg'de de doğmuş olabilir, kendisiyle aynı ada sahip babası o sırada hamile eşiyle birlikte kutsal bir meclisin açılışına katılmak için şehirdeymiş, Kutsal Roma İmparatorluğu'nun o dönemki kralı Sigismund'un davetlileri arasında olduğu bu mecliste Kilise'ye kafa tutan Hussitlere karşı mücadele yöntemleri tartışılmış. Kral Sigismund'un Vlad'ı çağırtma sebeplerinden biri Osmanlı'nın ilerleyişiymiş, Papa'nın iteklemesiyle kurulan zayıf ordu bir de doğunun ateş çocuklarından tokat yemesin diye Vlad'ı kullanmak istemişler. Ejderha Tarikatı'nın şövalyesi yapılan Vlad'a "Drakul" lakabı verilmiş, o sıralarda yeni doğmuş oğluna da "Drăculea" demişler, ismin temeli bu. Söylendiği gibi "Şeytan" anlamına gelmiyormuş bu lakap, Vlad kendisini asla bu şekilde adlandırmazmış... "Küçük bir prensliğin voyvodası olarak onu dünyanın en kuvvetli imparatorluklarından birine kafa tutmaya yönlendiren neydi? Vlad, Mehmed'i şahsen tanıyordu. Vlad'ın 'Güzel' (cel Frumos) lakabıyla tanınan kardeşi Radu ile eşcinsel bir ilişki içine girmesinden ötürü onu hakir görüyor olabilir miydi? Ama bunu yapmasının ardındaki en önemli itici güç, Vlad'ın mutlak hükümdar olmak yolundaki arzusuydu." (s. 31) Sonrasında Fatih Sultan Mehmed sefere çıkar, yanına müstakbel voyvoda Radu'yu da alarak Vlad'ı kovalamaya başlar... Vlad iki yıl hapis yatıp çıktıktan sonra Osmanlı'yla savaşmaya devam etse de rakiplerinden biri Eflak'ın iyice zayıfladığını görünce şehre saldırır, Vlad savaşta öldürülür. Söylentilere göre bedeni Snagov Katedrali'ne defnedildi, 1980'lerde Vlad'a ait olduğu düşünülen mezar açıldığında mezarın boş olduğu görüldü. Neden, çünkü adamı vampir yaptılar... Vlad'ın kan lüplettiğine dair resmi bir kayıt yok, cezalandırma yöntemini sıra dışı biliyorduk ama binlerce yıldır kullanılan bir işkence yöntemiymiş meğerse, bu adamın anormalliğinin kaynağı ne o zaman? Vampirlerin tarihine dair malumat veriyor Haumann, o kısma hiç girmeden dönemin siyasi atmosferine bakmalı. Batı, Eflak'a göre Daha Da Batı kazık olaylarından ötürü dehşete düşmüş gibi görünse de çok daha beterlerini yapmışlar, Vlad krallarla arayı biraz bozduğu için daha ipe sapa gelmez bilgilerin yer aldığı bildiriler dolaşmaya başlamış ortalıkta. Hemen hepsi Matthias Corvinus'un eseri: "Vlad'ın sözde ihaneti ve yaptığı zalimlikler, kısa bir süre önce 'Türklere' karşı önemli askerî zaferler elde etmiş olmasına rağmen, Hristiyan ordusunun başına neden onun değil de Macar kralının geçirilmesi gerektiğini de açıklıyordu. Matthias, aynı gerekçeleri III. Friedrich ve Papa II. Pius'a da sunuyordu. İnsanları böylesine acılar çektirerek öldürmekten zevk alan biri, batı dünyasının temsilcisi olamazdı." (s. 48) "Kana susamış kazıklı voyvoda" imgesi patlıyor o dönem, hatta bazı resimlerde ve oymalarda Vlad'ın yüzünü Türk savaşçılarının yüzü olarak görmek mümkün.

Dalga bir kez yükseldikten sonra inmek bilmiyor, Vlad'ın yüzünü 1400'lü yılların ortalarından itibaren İsa'nın çarmıha gerilişini gösteren resimlerde bile görmeye başlıyoruz. 15. yüzyılın sonlarından itibaren Rusya'ya da ulaşan hikâyeler... Hristiyan çocukların kanını içen Yahudilerle bir tutulan Vlad'ın itibarı yerle bir, 19. yüzyılda Romen milliyetçiliği Vlad'ı bağrına bastığında da o kan emici despotu lider olarak görmek istemeyenler var. "Aydınlanmış" Batı'nın mutlak monarşileri huzursuzluk yaratan her türlü inanca karşı saldırıya geçtiğinde halkın elinde bu inançlardan başka hiçbir şey yoktu, Haumann'a göre kontrol edilemeyenin sınırında olmak isteyenler için batıl inançlar kurtuluş demekti. Katoliklerin Ortodokslara çıkışmasının sebebi aforoz edilenlerin cennete gidemeyeceklerine dair Ortodoks inancı. Şeytan bu bedenleri ele geçirip kötü şeyler yaptırabilirmiş, Batı'ya göre bir sürü zırva. Batı'nın Doğu'yu hakir görmesinin başlangıcına tarihlenebilir bunlar, "medeniyetin merkezi" olan Batı için Rusların sözde barbarlığı, Doğu'nun gelişmemişliği, Balkanların ne işe yaradığının bilinmemesi falan, keskin ayrım "öteki Avrupa"yı çemberin dışına atmak istediği için vampir mitosunu fiştekliyor bir güzel. İlginç, 1991'de Yahudi cemaatlerinden birinin başkanının altmış yıllık mezarına iki metreden uzun bir kazık çakılmış, ölülerin geri gelmesini engellemek isteyenler bu tür uç önlemler almayı sürdürüyor.

Son bölümlerde Dracula'nın popüler kültürdeki hallerini görüyoruz, kült filmlerin yanında Alacakaranlık da inceleniyor ki vampirlerin nereden gelip nereye gittikleri, huyları suyları anlaşılsın. Grimm Kardeşler'den bahsedip bitireyim, masal yazmaya başlamadan önce ülkelerinde yayımlanan bir mizah dergisinde vampirlerle Yahudileri bir tutan çizimler yapmışlar, o dönemde kara propaganda çok tesirli. "Son olarak, Dracula figürünün o anki tasarımı, zamanın ruhunu ifade edebilir: Aynı anda hem bir çağın yaydığı dehşeti hem bir başkasının coşkulu kaygısızlığını hem de bir diğerinin tıkanmışlığını ve alternatif yaşam biçimlerine yönelik özlemini temsil edebilir." (s. 119)

İlgilisi için iyi bir kaynak.

Bilginin ilk aktarımı genetik. Alet kullanmak ve tabii ki ölmemek sosyal öğrenme yoluyla gerçekleşti, işaret dili keza, yazının icadıyla birlikte örgün eğitimin ortaya çıktığını söylüyor Konrad. Günümüzdeki anlamıyla okul ilk olarak Eski Mısır’da ortaya çıkmış. Bir mezar taşında yazdığına göre gömülü kişi okula gitmiş her duacısına öbür tarafta yardım etmeye niyetli, “okul”un geçtiği ilk metin bu. Eğitim çok zor, en az dört yıl sürüyor ve yedi yüz resimsel sembolü öğrenmeyi gerektiriyor. Beş yaşından itibaren eğitim görmeye başlayan Mısırlılar sınıf ayrımı olmaksızın eğitim alabiliyorlar, esas mesleki eğitim bu okuldan mezun olduktan sonra usta-çırak eğitimi. Burada ayrım var, çiftçiler ve askerler bu eğitimi almıyorlar mesela. Büyük İskender’in Mısır’ı işgalinden sonra Yunan gymnasion‘una benzer kurumlar ortaya çıkıyor, Yunanca öğrenmek devlet memurları için önem kazanıyor. Bireysellik, eleştiri gibi insani değerler bu değişimden sonra Mısır’a uğruyor, tabii ortada Mısır diye bir şey kalmıyor artık. Atina’da sanatçıların ve filozofların döneminde “toplum yurttaşlaştı” ve başka beceriler önem kazanmaya başlıyor, MÖ 400’de ders içerikleri, öğretmen atamaları gibi eğitim sistemi kurallarını belirleyen bir kanun çıktıktan sonra Dil bilgisi dersleri öne çıkıyor. Temel müzik, dans gibi dersler de var, edebiyat derslerinde Homeros’un metinleri üzerine çalışılıyor. “İki didaktik, yöntemsel anlayış” mevcut, Platon’un MÖ 387’de kurduğu ilk felsefe akademisi modern ders kavramının ortaya çıktığı kurum olarak kabul ediliyor. Bu sistem kölelerin ve alt tabakadan insanların sağladıkları boş zaman sayesinde ortaya çıkıyor, eğitimcilerin sahip oldukları boş zamana scholé denmesi acayip manidar. Helenistik dönemde okula kadınların da özgürce erişebilmesi dönemin son önemli olayı.

Roma’da müzik ve dans eğitimi yok, felsefe de bir süre sonra hor görülüyor zaten. Bunlar hanım evlatları için, hali vakti yerinde olanlar retorik, mimarlık ve tıp eğitimini tercih ediyorlar. Başlangıçta ders içeriklerini küçümsedikleri Yunanlardan alsalar da bir süre sonra kendi içeriklerini oluşturuyorlar. “Trivium” adı verilen temel eğitim sisteminde dil bilgisi, retorik ve diyalektik üçlü bir yapı oluşturuyor, sonraları aritmetik, müzik teorisi, geometri ve astronomi karışımı olan bir dersle birlikte “Quadrivium” ortaya çıksa da ağırlıklı olarak Trivium öğretilmiş. “Yunanistan’dan farklı olarak Roma İmparatorluğu’nda öğretmenin belli bir saygınlığı vardı. Sezar’ın yönetiminde bu öğretmenlere, devlete daha sıkı bağlansınlar diye zahmetsizce vatandaşlık hakkı tanındı. Bahsi geçen Vespasianus’un öğretmen maaşlarını, devlet kaynaklarından karşılanacak şekilde düzenlemesiyle, fiilen bir devlet eğitim sisteminin kuruluşundan bahsedilebilecek duruma gelindi.” (s. 20)

Orta Çağ’da yeni dinlerin ortaya çıkmasıyla ortalık karışıyor, Hristiyanlıkla paganizmin çatışmaları ilk aşama. Özellikle Constantinus döneminde kiliselerin inşa edilmesiyle birlikte paganlık ortadan kalkmaya başlıyor, olimpiyat oyunlarının son defa yapıldığı yıl 394. Roma eğitim sistemi çöktükten sonra İncil’in öğretilmesine dayanan bir anlayış doğuyor, ilginçtir ki Hristiyanlık inananlardan okuma yazma beklemiyor. Hristiyanlığın bilimsel olarak da savunulmasını isteyen düşünürler katedral ve manastır okullarının müfredatına artes nam eğitimi sokuyorlar, maksat din adamı yetiştirmek. Retorik gücünü kaybetti ama güzel konuşmak hâlâ önemliydi, Romalı düşünürlerin metinleri sıklıkla kullanıldı.

12. ve 13. yüzyıllardan itibaren fizik, ekonomi, tarih gibi dersler önem kazanınca eğitimin laikleşmesi gerekti, bu da başka bir çatışma. Kilise’nin verdiği eğitim hızla değişen dünyanın ihtiyaçlarını karşılayamayınca alternatif okullar ortaya çıktı, hesap kitap işlerine ağırlık verildi. Uzmanlık alanları her bir okulun farklı dallarda tanınmasına yol açtı, iyi bir eğitim almak isteyenler birden çok okula gitmek zorunda kaldılar. Dinî eğitim veren okullar öğrencilerin üniversiteye hazırlandığı okullar haline geldi, Kilise’yle devlet arasındaki çatışmaların sonuçlarından biri bu. Konrad meseleyi Almanya üzerinden ele aldığı için okulların o civardaki seyrine odaklanıyor. Reform’a genişçe bir yer ayırmış. Kilise’nin okulları cortluyor tabii: “1525 yılında Almanya’nın güneyindeki bir şehir kroniğinde bu durumdan şöyle yakınılmıştır: ‘Artık neredeyse hiç kimse çocuklarını okula göndermek ve çocuklarının eğitim almasını istemiyordu çünkü insanlar Luther’in yazılarından, rahiplerin ve akademisyenlerin halkı alçakça kandırdığını öğrendiler.’” (s. 40) Protestan ülkelerde Latince eğitim sürdü, başlarda Almancaya yer verilmediyse de 1750’lerden itibaren eğitimin dili Almancaya döndü, her ülke kendi dilinde eğitim vermeye başladı. Liseden sonra üniversiteye devam edenler genellikle üst sınıftandı, daha sonraki yüzyıllarda eğitimli burjuvazinin temeli.

Son bölümlerde Hitler zamanının ve sonrasının eğitimine odaklanıyor Konrad, Almanya’nın bölünmesiyle birlikte ortaya çıkan iki anlayışı Werk ohne Autor‘da görebiliyoruz, şahane film. Hitler döneminde Kilise’nin okullarına dokunuluyor ama dokunulmuyor, denge politikası. Öğretmen alımları ve eğitim süreci muazzam ölçüde değişiyor, bir kere Nazi olmayan öğretmen olamıyor, halihazırda çalışan öğretmenlerden belli kurumlara üye olmayanlar meslekten bir şekilde uzaklaştırılıyor. Gençlik örgütüne üye olan öğrencilerin haftada birkaç gün izinleri var, okula gitmiyorlar. İspiyonculuk yüzünden öğretmen kalmayınca kurallar esnetiliyor ama savaşın son demleri zaten, bir süre sonra her şey yerle bir olacak. Birleşmeden sonra Doğu Almanya’nın eğitim kurumları Batı’dakilere entegre edilse de köklü bir değişimden bahsetmiyor Konrad, sonradan gerçekleşmiştir muhtemelen.

İyi bir kaynak, okulun ve eğitimin geçirdiği değişimleri görmek isteyenler kaçırmasınlar.
Runik Kitap'ın bastığı Keltlerle ilgili üçüncü kitap. Keltlerin tarihini derleyip toparlarken sanat eserlerinin tarihsel yorumuyla Avrupa'da yerleştikleri noktaları da belirliyor. Keltlerin savaşçı bir millet olduklarını mezarlarından çıkarılan kılıç ve kalkan gibi eşyalardan biliyoruz, paralı askerlik yaptıkları da malum. Keltler savaşçı oldukları kadar sanatçı bir halktır aynı zamanda, pek hoş eserler ortaya koymuşlardır. Helen kültüründen etkilendikleri malum, Etrüskleri darmaduman etmeleriyle birlikte Yunan uygarlığıyla münasebet kurmuşlar, Büyük İskender'e elçi yollamışlar ve Roma'yla zaman zaman savaşıp zaman zaman dostluk kurmuşlar, bulundukları civarda etkilenebilecekleri her milletten etkilendikleri söylenebilir. Müller'e göre bazı araştırmacılar Kelt sanatında dinî içeriklerin yer aldığına inanıyorlar ama bunun kanıtlanması oldukça zor, bir tek Keltlerin tarih sahnesinde etkin biçimde son kez yer aldıkları MS 300'lü yıllarda tanrıçaları Epona'nın yer aldığı heykelcikten bahsedilebilir. "Model teşkil eden Yunan yapıtları söz konusu olduğunda, bu örneklerin ne zaman ve nasıl benimsendiği veya uyarlandığı gibi sorular da ortaya çıkmaktadır. Bu sanat eserleri toplumun hangi kesiminde ne tür bir işleve sahipti ve bu yapıtlar Kelt kimliğini ne derece yansıtıyordu? Örneğin kılıç kınlarının Güney İngiltere'den Macar ovalarına kadar aynı bezeme ile süslenmesi neden önemliydi?" (s. 7) Müller arkeolojik araştırmaların sürdüğünü ve belli başlı bazı soruların yeni buluntularla cevaplanabileceğini söylüyor. "Keltleri anlamak ne kadar zor ise, onların sanatını anlamak da o kadar zordur. Dahası Keltler, kültürlerini bize kendi bakış açılarından aktarabilecek bir tarih yazımından da mahrumlardı." (s. 10) Yunan ve Roma kaynaklarında bazı bilgiler yer alsa da bu medeniyetler Keltleri barbar olarak gördükleri için kültürlerine değer vermemişler, mutlak düşman imgesiyle yaklaştıkları Keltlerin savaşçılıklarına odaklanmışlar. Üstelik farklı kaynaklarda yer alan Galli/Kelt olarak adlandırılan toplulukların birbirlerinin devamı olduklarına dair kesin kanıtlar yok, ilk kez Sezar'ın Germenlerden ayrı bir halk olduğunu söylediği Keltler diğer topluluklardan ayrışmış olsalar da Sezar'ın "Akitanyalılar", "Belgalar" ve "Keltler" adlarıyla üçe ayırdığı toplulukların aynı kökenden gelip gelmediklerine dair bir bilgi yok, Sezar'ın Celtae ve Heredot'un Keltoi olarak isimlendirdiği toplulukların aynı topluluk olmaması mümkün, Antik Çağ'da ilk kez kullanılan sözcüğün anlamı Roma döneminde değişmiş. Sonuç olarak "Kelt" sanatı yerine "La Tene Kültürü"nü kullanıyor Müller, gruplandırmayı bölgeye göre uyguluyor ve kronolojik sıralamayı gözetiyor: Erken Evre, Waldalgesheim Evresi ve Geç Evre. Geç Evre de ikiye ayrılıyor, Plastik Üslup ve Kılıç Üslubu.

Erken Evre'nin ilk eserlerinden itibaren özenli bir çalışmadan söz edilebilir, eserlerdeki detaylar belli bir seviyeye erişildiğini gösteriyor. Belli başlı eserlerin fotoğrafları kitapta var, anlatılanı doğrudan eserin üzerinde görebiliyorsunuz, Müller bilgileri santimi santimine verdiği için karşılaştırma yapabilmek iyi.

Plastik üslubu doğulu Keltlerin bulduğu kabul ediliyor, İrlanda'da örnekleri görülen tomurcuk ve sarmallar Avrupa anakarasında ortaya çıkmış. Mekân geniş, hektarlarca alanı kaplayan bir anıt mezardan çıkarılan eserler çok ses getirmiş. İstisna tabii, o büyüklükte bir gömüte pek rastlanmamış. Kharon'un ücretini Keltlerin nasıl adlandırdığını merak ediyor Müller, bilgi yok. Bu dönemde Bulgaristan sınırları içinde kalan bölgenin eserleri öne çıkıyor, kazandan aynaya kadar pek çok eser üretilmiş ve süslenmiş. "Demir işçiliği yüksek düzeydeydi. Metal işleyen diğer zanaatkârlar gibi, demir ustaları da dökümcülük dışında çeşitli işleme yöntemlerine hâkimdiler. Demirin örs üzerinde ağır çekiçlerle dövüldüğü düşünüldüğünde haddeleme, eğme, perçinleme, bükme, bölme, kaynak yapma gibi bilindik uygulamalara ek olarak, yaratıcı bir biçimde şekil verme de zaman zaman etkileyicidir." (s. 89) Soylu müşterilerin verdiği siparişler çeşitlilik gösteriyor, seramik işlemeciliği alıp başını gidiyor, heykeller stilistik biçimlere kavuşuyor, takılar üzerinde uğraşma dönemi bitiyor çünkü iş zanaata dönmüş biraz, seri üretime geçilmiş.

Sonrasında Gallo-Roma denen bir üslup ortaya çıkıyor, Kelt sanatı Roma sanatıyla bütünleşiyor ve karakteristik özellikleri yavaş yavaş kalkıyor ortadan. Felix Müller bu süreci de anlattıktan sonra noktayı koyuyor, ilgilenen okurlara ise okumak kalıyor.
Dört öykü var, seçki. Üçünü okumuşsunuzdur bir yerlerde. Üçü BK, diğeri Sherlock Holmes. Neden böyle bir şey, bence Zizek. Yayınevinin Zizek'e duyduğu ilgi. Konferans için davet etmişler falan. Zizek her bir öykü için bir cümlelik açıklama yapmış, arka kapakta bulabilirsiniz onları. Tematik bir mevzu da var işin içinde; Yamuk Bakan Öyküler aslında gerçekliğin yorumlanışı üzerine eğilen dört öyküyü içerdiği için belli bir konseptte oluşturulmuş bir kitap. Dolayısıyla öykülerin janrı -hep bunu yazmak istemişimdir- değil de içerikleri açısından. Olunca yani bir mantıklı geldi.

Dünyalar Deposu: Robert Sheckley'nin. Distopik bir ortamda, bir iğne yardımıyla çok istenen bir hayatı yaşamak. Sonsuz ihtimaller arasında bilinçaltının yönlendirdiğine gitmek, kişinin kendini ne kadar tanıdığıyla ilgili olarak şaşırtıcı sonuçlara yol açabiliyor, ölümü isteyen çıkabiliyormuş mesela. Geçici bir süreç bu istenilen yere gitmek, bir de karakterin 10 yıllık birikimine mal olacak kadar pahalı. Neyse, beyimiz geçmişe dönüp ailesiyle birlikte mutlu mesut yaşıyor bir yıl boyunca. Uyandığı zaman doğruca sığınağa gitmek zorunda. Gayger sayacının uyarılarıyla, bir zamanlar insan eti ve kemiği olan beyaz zeminin üzerinde. Zizek'in yorumu: "Özne ancak fantazi yoluyla arzulayan özne olarak kurulur."

Şakacı: Asimov'un. Fıkraların kaynağını bulmak, Meyerhof için bir takıntı haline gelir. Süper bilgisayar Multivac'in yardımıyla gizlice cevabı arar ve uzaylılar için esprilerin, fıkraların falan bir deney olduğu sonucuna varır. Bilgiye eriştiği anda deney sona erer, insanların mizah duyguları kaybolur. Zizek'in yorumu: "Başkasının Başkası tam da paranoyanın Başkası'dır."

Tanrı'nın Dokuz Milyar İsmi: Arthur C. Clarke'ın. Tibet manastırına satılan bir süper bilgisayar, Tanrı'nın bütün isimlerini aramaktadır. İnsan ırkı bu yüzden yaratılmıştır, bütün isimleri bilmek için. Bu gerçekleştiğinde her şey yok olacaktır, fiş çekilecektir yani. Bilgisayarla birlikte Tibet'e giden mühendisler mevzuyu öğrenince bilgisayarı yavaşlatırlar ve kendileri için bir kaçış süresi ayarlarlar. Son an gelince geriye dönüp bakarlar ve yıldızların yavaş yavaş söndüğünü görürler. Zizek'in yorumu: "Dünyanın kendisi, 'gerçeklik' her zaman bir semptomdur."

Kızıl Saçlılar Derneği: Bir gerçekliğin ardından bir başkasının ortaya çıkarılması, tipik bir Holmes öyküsü. Zizek'in yorumu: "Yanlış çözüm yapısal bir zorunluluktur... doğrudan doğruya hakikate çıkan bir yol yoktur."

Güzel, alınabilir, hediye edilebilir.