Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Ölümü sezeriz, bildiğimiz her şeyin ortadan kaybolacağı o anı, durumu veya olayı. İnsanın kontrolünün dışındadır, kimi bundan korkar. Onca birikimi bir anda yok eder; anlamlandırılamayanları, düşünceleri, duyguları toza çevirir. Kiminin korkusu toza dönüşmektir. Yarım kalacaktır insan, yaşanacak çok şey varken biri fişi çeker ve aydınlık, karanlık, cennet, başka bir yaşam, her neyse o, her şey haline gelir. Zeigarnik etkisi insanın baş belasıdır, ölürken bile kurtuluş yok mu bundan? Ölüm tam olarak budur işte. Başka bir şeyin başlangıcı olması değildir, bilinenlerin sonu olduğunun verdiği dehşetin ötesine geçemez insan. Kaybedeceği çok şey vardır. Kaybetmekten korkmayanlar, kaybedecek çok şeyi olmayanlar ölümü metanetle beklerler, sanki hiç gelmeyecekmiş gibi. Bir sabah uyanmayacakmış gibi. Dingin adamlardır, parıldadıklarını görürsünüz. Neyse, ölüm.
Söyleşilerden oluşuyor. "O öyle sordu, Jan böyle dedi" diye can çekişmeyeceğim, direkt Jan olup yazacağım. Kitaplardan anlamama kimliğim saklıdır.

Ölüm hakkında felsefe yapılabilir, aslında her şey hakkında felsefe yapılabilir. Felsefe o kadar da faydalı olmayan şeyler yapmaktır. Ölüm, ölümün karşılanma biçimi bunlardan bazılarıdır. Ölüm, kendi türünde biricik bir kişisel trajedidir. Herkes kendi ölümünü kendi yaşayacaktır. Ebeveynlerimizin ölümü bizim için trajedirir. İki açıdan; birincisinde yoksunluk vardır, ikincisinde biyolojik duvar ortadan kalkar. Onlardan sonra sırada biz varız. Hoş bir duygu değil.

Doğum ve ölüm simetrik değildirler. Simetri uzamsaldır. zamansal değildir. Geçmiş ve gelecek, şimdiki zamanın iki ucu değildir. Süregiden bir şimdiki zaman vardır. Geçmiş burada erir, gelecek buradan başlar. Augustinusçu bu zaman, Tanrı'nın zamanıdır. Zamanı bu şekilde algılamak, ölümü şimdi yaşamaktır. Hayatı da öyle. İkisini birbirinin içine geçiririz ve nur topu gibi bir kafa rahatlığına kavuşuruz. Evet.

Ölüm yaşamı kısıtlar mı? Bergson'a başvuruyorum ve gözün hem görmemizi sağlayan, hem de görmemizi kısıtlayan bir organ olduğu fikrini alıyorum. Gözümüz kadar görürüz. Legolas bizimle dalga geçebilir, Tanrı Legolas'la dalga geçebilir. Aklıma çok güzel bir şiir geldi, yapıştırıyorum.

"A rabbit in his meadow lair
Imagines none to see him there.
But aided by a looking lens
A man with eager diligence
Inspects the tiny long-eared gnome
From a convenient near-by dome.
Yet him surveys, or so we learn
A god from far off, mild and stern."

Christian Morgenstern

Diyorum ki ölüm için de bu geçerlidir, hayatı kısıtlayan ama çekici, heyecanlı kılan bir mevzudur. Varoluşun temel duygulanımı ve oluşun geri döndürülemezliği ölüme yaklaşmaktır. Hayatın kısıtlılığı giderek öteleniyor, insan ömrü uzuyor ama bu ikisinin ağırlığı her zaman yorucudur. Biyolojik olarak yaşlanmanın yanında metafizik yaşlanma da vardır, yorucu olan budur. Var oluşunun bilincine varan insanın taşıması gereken en ağır yüktür. Bu yük geçici olarak hafifletilebilir; tıp, dini inanç vs. unutturur sonu. Korunma isteğidir bu, insan öleceğini bilir ama buna inanmaz. Ölene kadar.

Çilecilik, ölümü öğrenmek için faydalı bir şey değildir. Ölüm öğrenilebilir değildir, "Bu yüzden, deneyimlerin de gösterdiği gibi en fazla çalışmış olanlar hep en çaresizlerdir ve en az çaresiz olanlar ise ölümü asla düşünmemiş olanlardır." (s. 29) Ölümü düşünen varlık bir paradokstur, o hem bir fikir üretir, hem de yok olur. Düşüncelerin ölümsüz olması bir yana, bir düşünene de ihtiyaçları vardır. Pisagor, teoremini üreterek onu biçimlendirmiş, ona ad vermiş oldu ama doğa kurallarının varlığı bundan bağımsızdır, sadece ortaya çıkarılmaları gerekir. Bu kurallar sır halinde bekler, ölümse gizemdir. Çözülecek, ortaya çıkarılacak bir durum içinde değildir. Kimse ölümün ne olduğunu ölmeden bilemez. Ölümsüzlük istenci -bu noktaya varılır, ölmek dışında bir yol olmaksızın kimsenin ölümle ilgili bir bilgiye erişmek istediğini sanmıyorum- ve yaşama şevki bir araya gelemez, insan ölçeğinden öte bir toplamadır bu.

İkinci söyleşi en kısa olanı ama beni en çok rahatsız edeni. Kafamı kurcaladı. Ölümün din açısından yorumlanması üzerine.

Felsefeyle dinin etkileşimi sonucu melez inanışlar, ussal dinler belirmiş ve öte dünya sembolleştirilmiştir. İnançlı biri için öte dünya varoluşsal bir değere sahiptir, dolayısıyla bu sembolleştirmeler bir dine mensup olanların açlığını ve susuzluğunu dindirmez.

Son olarak, inançlı veya inançsız, insanlar bahis tutuyor. İnançlıların ölüme ciddiyetsiz bir anlam katma tehlikesinin yanında benim inançsızlığım da ölümden hiçbir şey götürmüyor, ölüme hiçbir şey vermiyor. Ölüme inanmıyorum, öleceğimi biliyorum ve ölümü düşündükçe ölümün dışındayım. Bir su damlası beni boğabilir, evrene karşı güçsüzüm ama varlığımın-ölümün farkındayım, bu farkındalık beni ölümün dışında tutar, beni evrene karşı güçlü-haklı kılar, kılabilir.

Bir söyleşi de ötanaziyle ilgili, onu da siz okuyun. Allah Allah.

Ölüme kafa yoranlar, yormayanlar, edinin bir tane bundan.
Wittgenstein'ın gizem kavramı, Lispector'ın yakalamak isteyip istenciyle kaçırdığı parıltıyı içeriyor. Teğet bir durum var ortada; metnin kendisini parıltıya bir noktada temas eden bir girişim olarak görebiliriz ama bu girişimin hayata geçmesi, sözcüklerin biçimlenmeye başladığı an dışarıda bıraktığı onca diğer, suskunlukla yakalanabilecek gibi gözüküyor. Parıltı denirse parlamayan kısmı dışarıda kalıyor, hâl denirse hâl olmayan, oluş denirse olmayan. "Sorarsan bilmiyorum, sormazsan biliyorum" durumu ama anlamsızlık da bu anlamın dışladığı bir şey, parıltının parçası. It diyor buna Lispector, İngilizce zamir bunun en iyi karşılığı onun için. Antik Yunan'dan günümüze kadar pek çok filozof pek çok kavram üretmiştir bunu karşılayacak, yine de tam karşılanamaz bir şey var elde. Sözcüklerle yakalanmaya çalışıldığında dışarıda kalan, sözcüklerin arasındaki boşluklarda bile bulunamayacak olan, susulduğu zaman bile. Bakıldığında özneyi göstermeyecek bir ayna, hiçbir şey anlatmayan bir resim, Lispector için. Çeviride bulunabilecek boşluk; anlatıcı yapmak istediği resimden önce sözcüklerini kuşanıyor ve resme bir türlü geçemiyor, sözcüklerle resmetme çabası. Bu da bir çeviri, sanatlar arasında.
Lispector duygusal olarak bu parıltıya en yakın olduğu zamanda, "ayrılık acısından attığı en karanlık çığlıkla, şeytani zevkle karışık" bir şükür anı yaşar. Turgut Uyar'ın üzüncünü buraya ekliyorum, hep tazeleyen, hüzün veren ve kucaklayan. Parıltı bu anda bulunabilir. "Her şeyin var olduğu bir an var. Şeyin olmaklığını elimde tutup kavramak istiyorum." (s. 9) Havada süzülen nefeste bir parça, aşkın durdurduğu an. Sayısız parçaya ayrılan şimdi. Geleceği ve geçmişi de içinde taşıyan bir an, Augustinus'un zaman anlayışından izler taşıyor. Bu anın içinde "kendi olmaklığını kavramak" için çabalıyor Lispector. Titreşimleri yakalıyor, müzik dinlerken elini plağın üzerine koyuyor ve bedeni vasıtasıyla müziğe dokunuyor, aynı şekilde sözcükleriyle oluşturduğu resimlerde kendisini arıyor. Çiçekleri sayıp döktüğü ve imgelemiyle yarattığı bölümlerde, özgürlüğünün harflere döküldüğü anın ötesindeki tezahüründe, tohum halindeki anda. Sen dediğiyle bir olmaktan cesaretsizliği nedeniyle uzak durup ben demeye itildiğini söylerken Deleuze'ün anlamı farklı kutupların bir noktada birleşmesi olarak temellendirdiği akla geliyor; birlikte olunamayan birlikte olandır ve bunun gerçekleşmesi, hiç gerçekleşmemesidir. Bu aradalık, tek bir kristal anda ve Lispector bu anın tam ortasında.

Sayısız parçaya ayrılan şimdi, her anın fotoğrafının çekilmesi. Hopilerin zaman algısına paralel olarak bilinci oluşturan her bir parçayı şimdiye sığdırma çabasının ürettiği birçok benlik, zamanın parçalarından akışa dönüşüyor. Tek bir kaynağa ulaşma çabası. İçinde mağaraların cehennemi, kuyutluğun karanlığı ve belli belirsiz formlar var. "Ve bütün bunlar benim." (s. 15) Aitlik değil, varlık. Varlığın inşası, anlatılandan ve anlatıcıdan bağımsız. Lispector için "ölüme varan özgürlük". Öte tarafın özlemi de bunun içinde bir yerde, gerçekliğin bir parçası ama gerçeğin ne olduğunu tekrar tekrar sorguluyor anlatıcı, sembollerden bir rüya-yaşamın içinde mutlaktan, kesinden emin olamıyor ve akışın kendisine dönüşüyor. Metinle anlatıcıyı ayıramayacak bir noktaya geliyoruz, gerçeklik düzleminde değil de sanatsal düzlemde oluyor her şey. Kendisini bir sanata, sembollere, çizgilere dönüştüren ses. Sessizliğe ulaşan, hiçe çıkan bir kurmaca-bilinç. "Anlamlı olabilecek şeylerle yaşayanların korkunç sınırlarına hapsedilmek istemiyorum. Hayır istemiyorum bunu: uydurulmuş bir gerçek istiyorum." (s. 22) Lispector gerçekliği dönüştürüyor ve dönüşen gerçekliğin kendisini yaratmasına izin veriyor. Ne yazdığını bilmiyor, kendisini belirsizleştiriyor, büyük bir farkındalık bu. "Kendisini olmaya bırakıyor", doğaçlama bir yapı ama doğaçlamanın doğası kendini değilleyen bir fenomen. Her şey sadece olur, olma biçimi yoktur.

Bu mevzuda Derek Bailey'in Doğaçlama kitabını önerip devam ediyorum.

Zıtlıklarda beliren parıltı, dünyayla yüzleşmenin temeli. Akışın iki yönünde de ilerlemek gerekiyor, sezilenlere başka türlü ulaşılamaz. Yaratının olanakları ve içerilmeyenlerin olanaksızlığı birlikte var olur, bu birliktelikten hayatın gizli üslubuna ulaşan yolda Lispector. Kendisini anlamaya, sınırlamaya çalıştığı ve sınırlamaya çalıştıkça bunun imkansızlığını gördüğü için anlatıyor. Tanrı ve diğer her şey It halinde, her şeyle birlikte kişi de bu zamirin içinde yer alıyor ama her şeyi taşıdığı halde, onların bir parçası olduğu halde farklı bir bütün oluşturan parçalardan değil. Anti-gestalt. Ether burada, her yeri dolduruyor ve her şey haline geliyor, görülen ve görülenin dışındaki bu, parıltının malzemesi. Hayvanlar ve bitkiler, anima, anlatıcı bitkinin ve hayvanın oluşunu olmak istiyor, kendi ölümü olmaktan çıkıp bir başka oluşun bilincini yaşamak. Soyut varsayımlardan yola çıkarak kendini dönüştürüyor ve her bir dönüşüm ölüme ulaşıyor, bilinmeyene ve sezilemeyene. Ölümün sezilemezliği onu gerçek bir tanrı yapabilir.

Durmadan yazan bir el, ışığın ve karanlığın ortasında bir yerde coşkun bir akış, görkemli yalnızlık, sadece doğumunu ve ölümünü bilen bir ruh. Şeyin saflıkla yaratımı. "Her birimiz sembollerle uğraşan sembolleriz, her şey gerçeğe sadece tek bir referans." (s. 85) Yitik aşkın duyurduğu hüznün rehberliğinde, uzam yolculuğu. Bir noktanın içinde. Darmadağın olduğum bir alıntı, son:

"Ben seninkileri severken, sen benim hatalarımdan etkilenmediysen ne yapabilirim ki. İçtenliğim ayaklarının altında çiğnendi. Sen beni sevmiyorsun, tek bildiğim bu." (s. 88)
Yorumlama için yeniden yazmak gerekiyorsa kitabı baştan yazacağım. Bobin'in açtığı pencerelerden bin kez bakmak gerekir, ben tek seferde görmeye çalışacağım. Hiçlik, aşk, yazma serüveni... Okur kendini gördüğü an korkacaktır. Korkalım, belki yarın bir başkası olmak daha iyi değildir. Sonsuz bir şimdide kalmak, okurun hissettiklerinden biri. Diğeri de karanlıkta birçok insanla birlikte olmak. Olmak çok sancılı bir olaydır. Çocukluktan hiçliğe.

Eksik Parça: İstasyonda bir kadın, çocuğuyla. Çocuk geldi ve çift bitti. Çocuğu seçmek, diğerlerini seçmemektir. Yapılacakların üzerini teker teker çizebilirsiniz. "Aşıklar çifti, biricik kalbin efsanesi." (s. 12) Bitimde erkeğin rolü bellidir. Görmemek, erkeğin şanındandır. "Yine de gören erkekler de var ki onlar biraz farklıdırlar diğerlerinden. Gizemcidirler, şairdirler ya da hiçbir şeydirler. Tuhaftırlar. Mevkilerinden düşmüş halde. Kadınlara benzerler. Kendilerini sonsuz aşka adarlar. (...) Bir erkek için bir çöküş, tam bir başarısızlık olan şey bir kadın için çok sıradan günlerin sıradanlığıdır." (s. 13) Anneler görünmez olurlar, tanrının sırrını paylaşırlar. Yaratımın sırrı. Şefkat, bağışlama. Balzac, Flaubert ve şürekası için otuz yaşındaki kadın yaşlıydı, şimdiyse genç bir annedir ve her bebek bir peygamberdir, dünyanın sırrıyla doğar. Keltler yanlış iş yapmazlar, bilirsiniz, inançları dahil. Annenin çocuğuna öğrettiği. Tanrıyla aynı göz rengine sahip olmak. Baba? "Bir kadına tutulmak için, onda bir çöl, bir yokluk; sıkıntı ya da keyfi çağıran bir şey olması gerekir." (s. 18) Tanrının tek eksiği yalnız olması dersem beni öldürün.

Yeşil Gözlü Balina: Hah?

O şarkıyı dinlemek için okuyoruz. O şarkı dünyanın bütün çiçeklerini omuzlara yüklemesidir. Ağır kokular içinde yürüdünüz mü hiç? Şiir okurken anlık duygu doğumudur. Şiirler en güzel duyguların katilidir, birinin ardından birini doğururlar. Kitaplar neyin nesidir. "En değerli düşlerimizden yapılmıştır kitaplar: toz ve yel." (s. 23) Çocukluğu sayfalar gibi çevirin, kitap sayfalarını çocuklar gibi çevirin, parmaklarınız küçülür. Parmaklarınızı o kadar küçük gördünüz, en son ne zamandı?

Havanın Çiçeği: Yüksek yüksek binalarda doğan çocuklarla yere yakın doğan çocuklar arasında bir fark ararsanız havaya bakacaksınız. Gökler geçmektedir. Bu.

Mazgal Deliği: Ortaçağda bir kadın, yazdığı kitap yüzünden yakılır. "Sözcükler ışıktı. Işığı ateşte yakmayı beceremediler." (s. 37)

Başka, Tanrı'nın varlığını kanıtlayan kırıntılar,üç kez hiç olan şeyler, Pascal, yalnızca bir kadından öğrenilen şeyler, bir tutam Cohen, hayatı bir şeylerle doldurma paniği, çocukluğa kök salmış sonsuz aşkın arayışı vardır. Arayın. Bu kitabı edinin. Bu sayfayı kapayın.

"Sizin adınızın altında bir çukur vardır." (s. 79)
Bernhard'a sonsuz saygı, o tür bir bitiği tercih ederim. Dışa soluksuzca patlayarak açılan öfkenin müptelası olan Bernhard'a yönelir, iyi eder, Papini'nin olayı biraz daha farklı. Benmerkezciliğiyle yanıp kavrulan, odasında otururken düşünceleriyle bir başına kalamayan adamdır Papini. Tanrı olmaya giden yolda inkar ettiği tanrıyı devirip kendi hükümdarlığını ilan edecekken hiçlikle karşılaşan ve potansiyelinin maksattan kopmasıyla yıkılmamaya çalışan Papini'nin çocukluğundan itibaren otuzlarına kadar izini süreceğiz. İmgeleri yoğun, üzerine onlarca kez düşünülmüş, onlarca kez parça parça edilip birleştirilmiş duygularından fırlayan sözcükleri keskin, olamamış bir adam. Olmaya çalıştığı şeyler daha önce zaten olduğundandır; yeninin ve denenmemişin peşinden gittiğini söylemesine rağmen kullandığı araçlar, varmaya çalıştığı hedefler daha önceden başkalarınca belirlenmiştir. Bir anlamda kendi düşünce yapısından kurtulmaya çalışır ama mümkün değil. Tanrı olmak ister dedim, zaten olmuşu var. Aşağıda gördüğü insanlara öncü olmak ister, olmuşu var. Düşünülemeyen bir şey nasıl olunur?

Sondan gidiyorum, Papini bitik olmadığını, İtalya'da dolanan dedikodulara rağmen egosundan ve gücünden bir şey yitirmediğini söyler. Hâlâ ukala dümbeleklerini yerin dibine sokmakta, ağırbaşlı kerkenezleri bilgisiyle tokatlamaktadır. Genç olduğunu ve daima genç kalacağını söyler. Bu azmiyle ruhunun yaşlanması mümkün değil zaten, neyse, söyleyecek çok şeyi vardır ve yeni nesli överek, biraz da gençlere giydirerek b(i/e)tiğini sonlandırır. Yeni nesil bomba gibi gelmektedir; felsefe, edebiyat, teoloji ve dahi pek çok dalda sözü ve bilgisi olan tayfa putları yıkmak amacıyla ilerlemektedir. Papini korkmaz, bazı gençleri destekler ve çoğunu da er meydanına çağırır. Anlatıcı açısından görüyoruz, belki de ihtiyacı olan tek şey sağlam bir tokattı ve bunu yemesine rağmen yansıtmamış olabilir. Karşımızda bir dahi var. Dahi ve deli. Megalomanlığının sağlam bir temeli var ama temelden yukarısı sıkıntılı zaten.
Başa dönüyorum. Çocukluğundan otuzlarına demiştim, Papini anlatısını müzikteki terimlerle tempolara/bölümlere ayırır, her bölümde de alt başlıklar halinde farklı bir meramını anlatır. İlk meramı, metin boyunca sürecek yaşsızlığı olabilir. Adamımız hiç çocuk olmadığını söyler, çocukluğu yoktur. Gençliği ve yaşlılığı da yoktur sanırım, genç kalacağını söylerken ruhsal durumunu -bence ölümünden sonra bile- sabit tutabileceğini söylemek ister. Ailesinin yoksulluğundan, anlaşılmamanın acısından girer ve çekilmiş ilk fotoğrafındaki gibi olduğunu söyler, her zaman o fotoğraftaki gibi solgun ve donuk. Psikolojiye giriyorum ister istemez; Papini kendini çirkinler çirkini gibi görür. Miyop, karışık saçlı, kara kuru bir velet. Dikkat çekmez, hayalet gibidir. Okuldan nefret eder, durmadan okur. Gerçeğin ne olduğunu sorgulayarak başlar ve bu sorgulama felsefenin, haliyle metafiziğin ve edebiyatın kıyılarından geçerek bir nihayete varır. Papini öyle olduğunu düşünür ama yaşamı bir masa başında sayfalara tıkıştırmaya çalışmış adamların söylediklerinden çok daha fazlasının olduğunu hissettiği an boşluğun kara gözlerine bakmaya başlar. Bu noktaya kadar ayrıksı kişiliğini kurar, etkilendiği düşünürlerden bahseder, ateizmini ve fikir haydutluğunu borçlu olduğu kitaplardan dem vurur, düşsel yolculuklara çıkar, bir dünya şey. Oysa yaşamı gerçeğin -kitapların- yakınından dahi geçmez haliyle; aşağılanır, kitapçılarca dükkanlardan kovulur, babasının cüzdanından para aşırır ve daha çok kitap alır, daha çok okur. Yoksuldur, itilmiştir, nefretle doludur, kendini gerçekleştirmek ister. Etrafındaki güzel kadınlara, yakışıklı adamlara, her şeyi bilirmiş gibi yazan yazarlara, zenginlere, kendi haricindeki herkese sonsuz bir kin güder. Tanrı olma düşüncesi buradan doğar; herkes bir gün onun dehasını kabul edecek ve ona saygı duyacaktır. Bunun için önce evrensel bir tarih kitabı yazma çalışmasına girişir, sona erdiremez tabii. İlk yenilgisidir bu, kişiliğinin bir parçası haline getirerek devam eder.

Kendisine benzer dostlarıyla -kaçıklar, şairler, filozof benzeri insanlar, işe yaramazlar vs.- dergi çıkarır ve bu süreçte dünyayı, insanları değiştirip müthiş bir uygarlık doğuracağını düşler. Bunun için pozitivizmi ve idealizmi çekiştirir, zıtlıklardan yenilik çıkarmaya çalışır. Gerçeğin kitapların dışında olduğunu keşfeder keşfetmez kendi algılarının biçimlendirdiği dünyayı irdeler, tanrılık fikri de böyle doğuyor aslında. Locke-Hume-Berkeley üçlemesinin biçimlendirdiği dünyayı benimser, ahlak kuralları gibi toplumsal mevzuları kendince biçimlendirir, bir manada tanrı olur. Yazı çizi işlerinde de belli bir başarıyı tutturur, yavaş yavaş tanınmaya ve saygı görmeye başlar ama başardıklarının uzun vadede hiçbir anlam ifade etmeyeceğini çözdüğü an beynindeki saatli bomba patlar, yapacak hiçbir şey yoktur, insanları yola getirmenin hiçbir anlamı yoktur, tanrı olmanın hiçbir anlamı yoktur ve yaşam kitapların sayfalarında değil, doğanın devinimindedir, zamandadır. Zamanın da pek umrunda olmadığımıza kani olan Papini için büyük yıkım, bir anlamda da yeniden doğuş. Yeniden doğmayı geçtim, bir parlak an için, zihnin bir üst mertebeye ulaşabilmesi için yıldızlara daha çok bakmalıyız. Sözlükte çok güzel bir entry gördüm, alayım: "Şuurunu bir tık yükseltmek isteyen denizi izlesin. Orada bir cins hakikat var."

Başka, Papini'nin kadınlara etkisiz eleman gözüyle bakmasında kendisinin fedakarlığını gösterme çabası var diye düşünüyorum. Kadınlar sadece alır, alır, alır diyor, vermezler, sadece duygu doğurmak içindirler, onun dışında pek de mühim bir mevzu değildir diyor. Dinler ve tanrı da öyle. Aslında her şey öyle. Papini için.

Ruhun yolculuğu, acılarla ve tekamüllerle dolu. Böbürlenişinden ve kendini alçaltmasından bıkmazsanız büyük bir yazarın otobiyografik çorbasını kaşıklayabilirsiniz.
"Kavgam’a başladığımda, hayatımdan ve yazdıklarından bıkmıştım. Harika ve büyük bir şey yazmak istedim, Hamlet ya da Moby Dick gibi bir şey ama kendimi çocuklara baktığım, bezlerini değiştirdiğim, karımla kavga ettiğim ve hiçbir şey yazamadığım küçük bir hayatın içinde buldum."

Sabahın körü, dünya karanlık, Karl Ove'un hamile karısı, kocası yanında kalsın istiyor. Karl Ove sallamıyor ve bir sigara yakıp bir şeyler yazmaya çalıştığı bürosuna doğru yola çıkıyor. Bir şeyler yazacak. Yazabilirse. Yaratma sancısı zannediyorum tam midesinde, kasılıp duruyor. Sonra karısı aklına geliyor, kös kös dönüyor evine. Ev kalbin olduğu yerdir, Knausgaard'ın bir evi olduğunu sanmıyorum. En azından o zamanlar, anlattığına göre. Umarım şimdi evini bulmuştur, zira adamın iki büklüm, kör kütük yürümeye -yaşamaya- çalışmasının sancısını ta derinlerde hissediyorsunuz.

Sanırım insanlar postmodernizmden kuramlardan oradan girmeli buradan çıkmalı anlatılardan çok sıkılmış, Knausgaard patlamasını biraz buna veriyorum. Saydıklarımın her biriyle bir sınır çekersiniz, gruplarsınız ve önünüzde tam anlamıyla çözdüğünüze inandığınız bir fikir, eser vs. kalır. Bravo. En çok siz bildiniz, siz çözümlediniz. Peki şöyle gerçek bir şeyler okumaya ne dersiniz? Anılar kurgudur, hatırlandıkları ilk andan son ana kadar, evet ama onların her işlenişi doğaldır, yeniden yaratımı doğaldır. Michel Butor roman üzerine düşüncelerinde söyler de bunu. Yaşayanla anlatan aynı kişi midir, değildir ama Knausgaard okurken bu ikisini ayıran çizginin son derece inceldiğini, bana göre yer yer yok olduğunu görürsünüz. Bukowski'de alırsınız bu tadı mesela ama bence Panait Istrati ve John Fante'dir geçmiş muadilleri, elbette Proust'a da pek benzetirler. Yaşamın saf deneyimi; ne umutlu ne umutsuz. Istrati'nin dediğine yakın: "Bütün bildiğim; niçin acı çektiğimizi ve nasıl öleceğimizi bile bilmeden, neden ve nasıl olduğunu bilmeksizin aptalca, anlamsızca yaşadığımız."

Utanç, Karl Ove'un gözlerinden bir adım geride olmasını sağlıyor. İzliyor, şahit oluyor ve yıllar sonra yaşadıklarını yazarken bile bu duyguyu tekrar yaşıyor, anlatının izleği utanç. Röportajlarında da belirtiyor bunu, biraz baktım da. Babasıyla, kadınlarla, çevresiyle ilişkilerinde utancın izlerini her zaman görmek mümkün. Yarışma gerginliği; toplumun önünde her zaman iyi görünmek ve diğerlerinden farklı bir yan ortaya koyabilmek. Müzikle uğraşması, grubuyla verdikleri ilk konser bir utanç kaynağı olsa da deniyor en azından Karl Ove, usanmadan deniyor. Her zaman da deneyecek, vazgeçecek gibi görünmüyor.

Toplum ama küçücük bir ülkede kimlerden oluşuyor bu toplum? Evlerin birkaç yüz metre aralıklarla yapıldığı, ebeveynlerin arkadaşlarının pek görünmediği, birkaç arkadaş dışında pek kimsenin tanınmadığı kapalı bir dünya. Elinden gelenin en iyisini yapmak zorunda Karl Ove, noel partileri ve okul dışında tanışacağı yeni birilerini bulması zor ki sosyalleşme girişimleri de nispeten başarısız. "Bir adım geriden" olayını örüyorum, yaşamını anlayabilirseniz neden yazdığını, ne yaptığını kısacası, anlarsınız. Sağda solda görmüşsünüzdür, kalbin atıp durmasıyla ilgili ünlü bir giriş cümlesi var. Sonrasında ölülerle çevrili bir dünyada yaşadığımızı söylüyor Karl Ove ve ölümle ölü arasındaki ilişkiyi irdeliyor. Ölümden korkmuyorsak ölüden niye korkarız? Nazım der ya, ölüme inanmadığımız içindir belki. Jankélévitch de aynısını söyler. Ölüme inanmıyoruz, bu yüzden öldüğünü gördüklerimiz gözden uzakta olsun istiyoruz.

Yaşamak zor zanaat, bir sanat. Babayla, eşle, çocuklarla yaşamak olunca mevzu, özgürlüğüne nokta koydurmayacak bir insan için daha da zor. En iyisini yapmaya çalışıyor Karl Ove, aile babası rolündeyken kendi babasından yola çıkarak belki nasıl bir baba olacağını bilmiyor ama olmayacağı şeyi çok iyi biliyor. İkisi aynı şey mi, bence değil. Edim yok; işin olumlu yanını hiç görmemiş bir adamdan iyi bir baba olmasını beklemek pek olası değil. Babasının bir okul toplantısında söylediğini yaşıyor sanki: "'Okuldaki davranışları onun sorumluluğunda, benim değil.'" (s. 65) Yine de elinden geleni yapıyor Karl Ove, anladığım bu.

Baba. Son bölüm babanın ölümüyle birlikte yığılan bir geçmişin ağırlığını taşıyor. Dünyanın ağırlığı babadan oğula geçiyor. Biyolojik duvar yıkılıyor, sıra sonraki jenerasyona geliyor ve Karl Ove yükü üstlenmeden önce geçmişle hesaplaşıyor. Çok etkileyici bir bölümdü.