Toplam yorum: 3.253.601
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Murat Uyurkulak demiş ya işte karnavalda katliam çıkması gibi bu kitap diye, öyle değil. Bu kitap karnavalın ta kendisi.

Murat Menteş'in söyleşilerini kıyısından köşesinden dinledim. Söylediği bir şey var, tamamen katılıyorum. Oyunlar oynamak lazım, bilerek ve isteyerek. Oulipovari. Uzun zamandır Perec'ten, Yaşam Kullanma Kılavuzu'ndan etkilenip etkilenmediğini düşünürdüm Menteş'in, bu romanda Perec Amca'ya rastlayarak doğruladım kendimi. Aynı şekilde reklam dünyasında yıllarca çalışıp en sonunda yeter diyerek sektörden ayrılan ve güzel güzel şeyler yazıp aklımızı alan Frédéric Beigbeder'den de bahsedebiliriz. Menteş için karnaval yaratıcısı diyebiliriz bu konuda; Beigbeder'nin reklam dünyasına giydirmeleri, ki Palahniuk da buna dahil, Perec'in yapboz parçaları olan hikâyecikleri ve insanları, Tarantino'nun Tarantinoluğu ve adı geçen geçmeyen bir sürü şey. Kolaj, postiş, ne derseniz deyin, bir yerlerde Murat Menteş de mevcut, bütün ağırlığıyla. Güldüğü şeylere başka insanların da gülmesini sevdiğini söylüyordu bir yerde. Ben gülüyorum, biri yumruk yedikten sonra, "Buna bayıldı" gibi bir cümle vardı. Güldüm, sonra akışa kaptırdım kendimi. Okuduktan sonra nasıl bir tat kalıyor biliyor musunuz, uzun bir yolculukta verilen molalardan birinde yenen lezzetli bir yiyeceğin yola tekrar çıkınca unutulmuş tadı. Çok hızlı, belki de bu yüzden Murat Menteş'in romanlarının kısmen unutulma eşiği daha düşük. Yani Dublörün Dilemması'nda Baudrillard'ı unutmadık, meyve suyu hadisesini unutmadık ama bunlar oyun olmalarıyla yer etti. Edebiyatın ne olduğunu tartışmak gibi bir niyetim yok, çağın isteklerine de olabildiğince kulak tıkamak istiyorum. Sadece şunu söyleyeceğim; Murat Menteş'in romanında insana dair bir şeyler varsa da hız yüzünden flulaşıyor. Kaos, reklamlar, hız... Bunların arasında biz ne kadar varız, ya da ne kadar var olmak istiyoruz, okur ne kadar var olmak istiyor, ya da karakterler ne kadar var olmak istiyor, sıkıntı burada. Ruhi Mücerret elimde, onu da okuyacağım kısa bir zamanda, umarım Menteş o romanda farklı bir şeyler denemiştir diye düşünüyorum, zira tüm insanların bu keşmekeşi yaşıyor olması mümkün değil. Günümüzün edebiyatı bir şey istemiyor, verileni alıyor sadece.

Murat Menteş hiç durmadan alıntılar yapıp derdini anlatmaya devam ediyor, bu dertlere de katılıp katılmayabilirsiniz. Diyeceğim; yazar ne söylerse söylesin, okur nasıl yaklaşırsa yaklaşsın, doğum günü pastasının içine konmuş bomba gibi bir kitap bu.

Roman içinde roman, ya da gerçek içinde roman, ya da tam tersi. Hayati Tehlike'yle Şebnem Şibumi tanışırken Şibumi kendini Dilara Dilemma diye tanıtıyor, Tehlike de bayanın çok nüktedan olduğunu, zira o romanı kendisinin de okuduğunu belirtiyor. Sonra bir de bakıyoruz, Müntekim işte liseden Nuh Tufan'ın arkadaşı, hatta Nafile Filinta olarak geçiyor. Kurgunun nerede bitip gerçeğin nerede başladığını ya da başlamadığını bulun da söyleyin bakalım.

Böyle. Birçok karakter sırayla anlatıcı rolüne bürünüyor. Üslubun dışına pek taşmamakla beraber yarattığı farklılıklar garipsetmiyor. Mesela Şibumi, tarih mezunu bir ablamız. Anlattığı gün tarihte neler olduğunu söyleyerek başlıyor lafa. Güzel bu, lakin en güzeli Hayati Tehlike'nin telekinetik evladı Gerçek Tehlike'nin anlattığı bölümler. O yaşlarda bir çocuk tam olarak öyle konuşur, birebir. Süper.

Böyle. Her karakter bir kurgu dünyasında bulunduğunu biliyormuş gibi, her birinin söyleyeceği erdemli, ağır bilgili sözleri var. Her biri küçük bir Ahmet Midhat Efendi. Her şeyi bir yana bıraktığımızda elimizde bir panayır var, okuyup keyfini çıkartalım.
Steinbeck, toprak işçilerinin arasında bulunmuş, onlarla zaman geçirmiş. Bu yüzden yaşadıkları zorlukları biliyor, onların gözünden görüyor her şeyi. Yüce bir anlatıyla baş başaymış duygusu uyanıyor okurda, bunun sebebini uzun süredir doğayla kaynaşık insanların kolay anlaşılmayacak sezgilerinin başarılı aktarımında, doğadan başka bir şey bilmedikleri için her şeyin yoluna gireceğine dair -kentliye göre cahilce, toprağı tanıyanlar için bilgece- sonsuz umudun kavranışında yatıyor.

İncil'i ve Tevrat'ı mutlaka okumak lazım, Edip Cansever de böyle dermiş. İmge zenginliği ve her duygunun arketipi bu metinlerde mevcut, göçler de. Hikâyesini takip edeceğimiz ailenin parça parça dökülüp yine de dağılmaması, yolda olmanın zorunlu birleştiriciliğinden kaynaklanıyor.

Kayıpları büyüktür; aileden kopmalar başlar. Ölümler, ayrılıklar araya girse de çekirdek korunur, hedeflerine varırlar ve kendilerine yabancı olan düzenin burayı da ele geçirdiğini görürler. Sıkıntıları biliyoruz, günümüzde de aynen devam ediyor. Üç otuz paraya çalışmak için ölü gibi yaşarlar, yerlerine kolaylıkla adam bulunabileceği için işi bırakıp gidemezler. Her şey tekelin elindedir; besin maddeleri, diğer ihtiyaçlar... Yaşam pahalı, aile bağları güçlü. Gitsin gidebildiği yere kadar.

Ailenin hikâyesinin yanında sosyoekonomik bir portre de çizilir. Araba satıcıları, araçlar, mekanik gürültü, makineleşen dünya... Traktör şoförleri makineden çıkmış gibi gözüken sandviçlerden yer, çocukların lapaları yağda kızartılır, dünyayı çürüten mazot kokusu her yere siner. İnsanlar hayatta kalabilmek için diğerlerinin enerjisini çalacak hale gelmiştir, büyük buhranın ülkesinde yaşam mücadelesi, diğer insanların omzuna basarak verilir.

Yeryüzünden kovulmuşların serüveni bu, her an bir benzeri yaşanıyor ve anlatılması gerek. Steinbeck, kutsal bir kitap yazarmış gibi yazmış. İlahi bir niteliği var kitabın, hoş.
Heykeller, resmî törenler, Cumartesi Anneleri, belgeseller, filmler ve öznel tanıklıklar: "bellek patlaması" Winter'ın Birleşik Krallık özelinde ele aldığı emperyal hafızanın pabucunu dama atarak kolektif yapıların anma biçimlerini doğurdu ve resmiyeti, dayatılan hatırlama yollarını şöyle iyi bir çalkaladı. Anmalarda kadınların yer alması erkek çocukların kozlarını paylaştığı savaşların arka planında nice zorluğa karşı hayatta kalmayı başarabilenlerin temsil edilmesi açısından, "travmatik bellek" bilinci deforme eden psikolojik savaş yaralarının tanımlanmasıyla biçimlenen yeni tarihsel perspektifleri ortaya çıkardığından önemli, Winter özellikle Birinci Dünya Savaşı'yla İkinci Dünya Savaşı arasındaki yirmi yılı ele alsa da 1990'larda çekilen belgeselleri de inceleyerek yüzyılı baştan sona kat ediyor. Kaynaklardan bahsediyor önce: 1860-1880 arasında doğan sanatçılar ve araştırmacılar "belleğin ilk nesli" olarak önemli eserler ortaya koyarak Halbwachs'ın kolektif belleğinin yapıtaşlarını oluşturdular, Woolf'undan Proust'una, Mann'ından Freud'una pek çok sanatçı "pasif bellek"e metinlerinde yer verdiler, böylece tekilliklerden doğan örüntü ortaya çıktı. Ekonomik ve siyasi saiklerin yanında teknoloji de fotoğrafla sinemayı hediye edince dönemin bellek uğraşları beslendi, savaşın sanatsal üretimde yer bulmasının önü açıldı. Belleğin ikinci nesli özellikle İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Nazilere karşı konumlandı çünkü ülkelerin siyasi kültürlerini yeniden inşa etmek gerekiyordu, gerçi 1968'de gençler bu neslin insanlarından Nazi yanlısı olanlarının ikiyüzlülüğünü ifşa etmek için hikâyeyi baş aşağı ederek belleğin pek işlevsel olduğunu gösterdiler ama "ahlakî tanık" haricinde konuyla ilgili pek bir sabit yok. Öznelliği eleştirilebilir onun da, kısacası her hatırlama her şekilde eleştirilebilir, hatırlamanın nitelikleri ve eleştiriye açık noktalarının değişimini, değişimin dünyayı nasıl değiştirdiğini görüyoruz araştırma boyunca. Primo Levi'yi anmalı burada, metinlerindeki gerçeklere inanılmayacağından korktuysa da mevzu bambaşka yerlere gitti, bellek patlamasının yardımıyla Charles de Gaulle'ün iteklediği "kahramanca direnme miti" yıkıldı, 1960'larda Fransız işbirlikçiler yargılandı. Holokost konusu bu kadar kolay çözümlenemedi, Hitler'in sığınağının dibine Holokost anıtı dikme kararının yol açtığı tartışmalar yeniden doğan Almanya'nın hikâyesiyle Holokost'un uyuşmazlığını gündeme getirdi: ilk bellek patlaması yeni veya eski milletlerle imparatorlukların istikrarını sağlamak için dikilen anıtların temeliydi, bu durum Almanya'yı aşıyor oysa. "Sorun şu ki, Holokost bu tür bir sabit kuşatmaya ya da aslında belirli bir anlam sistemi içindeki herhangi bir kuşatmaya direnir. Primo Levi'yi başka sözcüklerle açıklamak gerekirse, yirminci yüzyıl tarihinde kişinin hiçbir belirgin tutumla 'neden?' sorusunu yöneltemediği bir dizi olay, aynı zamanda kişinin onun hakkında tarihsel bağlam veya anlam sorularını doğrudan herhangi bir manada yöneltmesinin imkânsız olduğu bir olaydır." (s. 44) Buradan kimlik karmaşasına, "Fransız" tanımıyla etnik kimliklerin uyuşmazlığına, Yahudi-Amerikalı olmanın Holokost'u benimsemedeki rolüne değiniyor Winter, "dışlayıcı tarih"le "genellemeye karşı koyan bellek"i kefelere yerleştiriyor. Kapitalizmin bu çatışmadaki aktif rolü, aile tarihlerinin vatan millet tarihlerinin bir parçası haline gelmesi, karşıt kavramların eleştirileri ve savunuları ilk bölümün sonunda ele alınan konular. İkinci bölümden itibaren spesifik örnekler üzerinden ilerliyor metin, savaş şokunun bellek ve kimlik üzerindeki etkisi "somutlaşmış bellek" olarak değerlendiriliyor ilk adımda. "shell shock" savaşın bedende taşınması resmen, ordu doktorları şaşkın ve kararsız, Freud çaresiz, organ kayıplarıyla birlikte toplumun görmezden gelemeyeceği kadar büyük mesele. Erkeklik, metanet, genel kabulleri silip süpürüyor bu durum, Winter savaş şokuna uğramamış iki eski askerin yaşamlarını özetleyerek travmatik belleğin sınırlarını belirlemeye çalışıyor: İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi'nin yazarı René Cassin defalarca yaralandığı Büyük Savaş'tan mucize eseri sağ kurtuldu, şok geçirmedi, malum metinlerini yazabildi, diğer yanda Louis-Ferdinand Destouches. Sonuçta hikâyelerini anlattılar ve bir sürece yerleştirdiler, havada kalan hikâyelerin bilinçaltında ne acılara yol açabileceğini sezmişlerdi, onların yardımıyla travmatik belleğin savaş anlatılarının biçimlenmesindeki rolünü görebiliyoruz. "Büyük Savaş'tan hayatta kalanlar hapsedici anıların bu anlatımını, parçalanmış ve onarılmış kimlikleri bize miras bırakarak kendilerini yirminci yüzyılın tek olmasa da ilk 'bellek nesli'ndeki esas kişiler yaptılar." (s. 92)

"Kültürel bellek" pek çok ögeyle oluşabilir ama savaş bağlamında asker mektupları iyi arşiv, genellikle kahramanlıklar, vatanseverlik, dindarlık öne çıkarılsa da Winter'ın bahsettiği asker mektupları kitabına verilen tepkiler madalyonun diğer yüzünü gösteriyor, İkinci Dünya Savaşı başlamadan önce Büyük Savaş'ın ardından yayımlanan mektuplarda "düzeltmeler" yapılması, bazı mektupların -özellikle pasifistlerin, Yahudilerin yazdıkları- çıkarılması tarihin nasıl şekillendirildiğini örnekliyor. "Modern bellek" Paul Fussel'a göre Britanyalı askerlerle entelektüellerin savaş edebiyatında ortaya koydukları ironik dili doğuruyor, savaşın anlamıyla doğrudan ilgili: "Savaşın haklı çıkarılıp çıkarılmadığı sorusu Britanya askerlerinin çoğunun anılarında karışık yanıtlar üretti. Çoğu bir anlam ifade ederek başladığına ama yine de hiçbir şey ifade etmeyerek tasfiye edildiğine inanıyordu. O, kuralları olan bir oyundu ve sonra biri kural kitabını yırttı. Oyun asla bir sona varmadı; etrafındaki her şeyi bitirip tüketmeye veya onlara egemen olmaya başladı." (s. 145) Aynı dil Fransızların metinlerinde yok, ironi yerine haklı bir öfke, ciddiyet okunuyor çünkü muharebe alanlarından uzak olan İngilizlerin aksine Fransızlar kendi topraklarında kan döktüler, şehirleri işgal edildi, korkunç bir gerçekliğin içinde ironinin bozacağı istikrara, kesinliklere ihtiyaçları vardı.

Bu metnin okunmasını tavsiye ederek son bir alıntıyla noktalayalım : "Bir yer veya kaybedilen evin bir ikamesi olmadan kolektif bellek yok olur." (s. 200)
Dünya beş altı kere reset attı kendine, canlıları şöyle bir silkeledi, kalanları çoğaltıp yeni sona kadar eğledi. İçinde canlılar için çok zararlı gazlar var, saldı mı gökyüzünü örtüyor, ortalığı cehenneme çeviriyor. Buzdan veya çölden. Yuknavitch'inki çöl, toz haline gelmiş topraktan başka çok az şey var. Mezarlar, uçak kalıntıları. Kraterler mutlaka vardır çünkü küresel felaket başlar başlamaz insanlar da bombaları salıvermişler, savaşacak yetişkin kalmayınca çocuklardan oluşan ordular çıkmış ortaya, tükenesiye savaş. CIEL o dönemde inşa edilmiş, Dünya'nın biraz yukarısında dolanıp duruyor, Elysium'dakine benzer bir şey herhalde. Çok uzaklaşmış olamaz, gökhatlar vasıtasıyla Dünya'ya inilebiliyor, yerden ne gerekiyorsa yukarı çekilebiliyor, sömürü devam. Karakterlerin anlatımı devraldıkları bölümlerde bilgi topakları varsa da pek rahatsız etmiyor, Yuknavitch gündelik yaşamın uğraşlarına yakın tarihin oldusunu bittisini iyi tutturmuş. Yılı iyi tutturamamış ama, mutantlara evrilen insanlar ve nanoteknoloji sektörü 2049'a kadar o denli gelişemez, spekülatif diyelim. İlk bölümde Christine Pizan'la tanışıyoruz, anlatıyor. Yaşı 49, kısa süre sonra törenle öldürülecek ve bedeni sıvıya dönüştürülecek. 100 litre su çıkıyormuş insandan, pek verimli değilmiş, Dünya'da da su kalmadığı için zor. Camın ötesinde kirli ve sepya Dünya var, önünde sentetik eğreltiotu. Dünya'da yaşadığı yıllar Chris'e başka ilgi alanları açmış, en başta hayatta kalmak için savaşmak geliyor, bitkileri özleyeceğini hiç düşünmemiştir Chris. Kriz anlarında çocuklaşıp her şeyi çözecek baba figürünü başına musallat eden insanların lider seçtiği Jean de Men'in kurtarıcılıktan zerre nasibini almadığını görüyoruz, Dünya'dayken sosyal medyayı ve basını ele geçirdikten sonra teknolojinin her şeyi çözebileceği fikriyle gücü elinde toplamış, isyancılarla savaşırken nükleer bombaları ardı ardına patlatınca sonuç malum. Yıkımların yeni bir dille anlatılması gerektiğini söylüyor Chris, o zamana dek insanın gördüğü en hızlı yok oluştan kurtulmanın yolunu anlatıyı karmaşıklaştırırken bedenine kazımakta buluyor, bu yüzden bedenini greftlerle dolduruyor. Greft sanatçısı, o zaman dek yaşanan her şey kelimeyken artık bedenin yakılmasıyla oluşturulan biçimlerden ibaret. Kâğıt kalem arkeolojik ögeler, çalışılacak materyalin her yere götürülmesi gerekiyorsa bedenden daha iyisi yok. "Eğreltiotuyla ben karşılıklı bakışıyoruz. Ne çift ama; çok fazla şey görmüş bir entelektüel ile aşırı klonlanmış bir bitki. Ne nafile bir hayatta kalış. Ama ben nihayet var olma nedenime ulaştım. Sözde tarih denen şeyden bir hikâye çıkarayım diye. Bunu yapmak için vücudumu kullanayım diye." (s. 19) Biyoteknolojinin yardımıyla beyaz, balmumundan yapılmış gibi duran, veri girişi için delik deşik hale getirilmiş bedenler dolanıyor istasyonda, ırk ve sınıf savaşlarını canlı tutarlarsa aşağıda yaşayan birkaç bin insana tepeden bakmaya devam edebilirler.

Biraz daha uzaktan bakıp Yuknavitch'in yığdıklarına bakayım, öncelikle hikâye anlatma edimi üzerinden kurduğu bir yapı var, kişisel ve tarihsel alımlamanın geçirdiği değişim. "Bir hayatta her şeyin bir hikâye katmanından fazlası vardır. Derinin kendisi gibi: Epidermi, dermi, subkütanöz ya da hipodermis. Benim tarihimin bir altmetni var." (s. 21) Chris bedenin dil yerine geçerek semantiğin zemin değiştirdiğini söylüyor, sözcüklerin anlamları değiştikçe -CIEL önce bir bilgisayar oyununun adıymış, sonra uluslararası çevreci bir örgütün adı olmuş, ardından gökyüzündeki ev. Chris başka, kendi hikâyesinin yanında derisine işlediği Jeanne'ın yaşamıyla ardışık bir anlatı oluşturuyor, Resimli Adam'a benzediğini söyleyebiliriz. Hikâyelerin bağlantılılığı bir, Chris'in kendi yaşamına eğilmesi iki, Bradbury'den alınan elin türevi. Dillerin çatıştığını sorgulama tutanaklarında da görebiliyoruz, muktedirin anlamlarıyla kahramanınki tutmuyor, sözcükler oynak. Efsane gerçek, kadınları kesip biçerek üremelerini sağlayamazsa hayatın sembolünden üretim sağlayabilir. Damızlık Kızın Öyküsü'yle birlikte başka metinlerden de esintiler var, yakalamak kolay. Jeanne'ın ölümden nasıl kurtulduğunu görürüz, çocukluk aşkıyla birlikte sağ kaldıkları dönemde saklanmak için akla karayı seçtiklerine şahit oluruz, nihayetinde büyük karşılaşma yaşanır. Form değiştirmeler, zihinsel güçlerle tokuşmalar, kurmacada örneğine az rastlanabilecek bir savaş sahnesi. "Hayatımda ilk kez, başımdaki şarkı sadece başımın içinde değil. Her yerde. Herkesin içinde. Herkesin ve her şeyin. Jean de Men'in boynunu, benim bile sahip olduğumu bilmediğim bir güçle sıkıyorum." (s. 273) Her şey ilk aşkın yaşayabilmesi, insanlığın unuttuğu sevginin tekrar yeşerebilmesi için, Jeanne zaten ölümü kabullenmiş. Sözcüğe kendi anlamını yükleyerek.

Kısacası toplumsal cinsiyet okumalarına deli gibi açık bir metin bu. Ekolojik çalışmalara keza. Canavar gibi malzeme var, alan dar olduğu için sıkıştırılmış, kurmaca dünyasından taşarak hikâyeyi de baskılamış ama fecaate yol açmamış. İyi metin diyorum buna, evreninde dolanmalı.
Doğum, ölüm, sağalma, kadınlar yaşamın her ânında anatomi uzmanı olarak yer alıyorlardı. "Uzman" kadim bilginin aktarıldığı kişiydi, lisans eğitiminin sadece üst sınıfa bahşedildiği, hele kadınlara hiç hak görülmediği tarihlerde kadınlar köy köy dolaşarak ebelik yapıyorlar, bilgi ediniyorlar ve öğrenmek isteyene bildiklerini anlatıyorlardı. Halk onlara "bilge kadın" derken otoriteler "cadı" ya da "şarlatan" dedi, araştırmanın yazarları bu ithamların yol açtığı korkunç sonuçları, o sonuçların günümüze yansımalarını aktarıyorlar hatta günümüzde de "erkek dünyası" kılınmaya çalışılan tıp kurumlarının cinsiyetçilik yüzünden yoksullaştığını örnekliyorlar. Mücadelenin kazanımları sonucu kadınlar sağaltımın bir parçası olma hakkını söke söke aldılarsa da doktorluktan ziyade hemşirelik, ebelik gibi işlere iteleniyorlar. Florence Nightingale'ın Kırım'da yaşadıkları ibretliktir: erkek doktorlar yaralıların yanına yaklaştırmazlar hemşireleri, müdahalede bulunmalarını istemezler. Savaş şiddetlenir, kadınlar hiçbir şey yapmadan kendilerine ayrılan köşede sessiz protestolarını sürdürürler, nihayet "pek de zararlı olmayacakları" düşünülüp işe koşulurlar, ellerinden geleni yaparak nice insanın hayatını kurtarırlar. Adım adım kazanırlar başkalarının gözündeki yetkinliklerini, yüzyıllardan sonra nihayet kabul edilirler bilim dünyasına. Kısmen. Hidden Figures başka cephede süren aynı mücadelenin filmi, aklıma geldi. Sonra işçi sınıfının örgütlenme çabaları sırasında, geçtiğimiz yüzyılın başlarında beyaz kadınların Siyah kadınları örgütlerinde istemediklerini okuduğum Grev!, direnişi engelleyebilmek için kullanışlı enstrümanlar üreten, yıkımı içten getirmeye çalışan iktidarın silahlarını afişe etmesiyle mühimdi. Örgütlenme önemli. Neyse, itaat bilgisizlikten ve bilgisizliğin dayatılmasından kaynaklanır, kadın sağlık çalışanlarının "kadınsı" işlerle sınırlandırılması, pasifize edilmesi karşısında boyun eğdikçe özgür ve yaratıcı failler ketlenecektir. "Geleneksel tıp tarihlerinin beslediği diğer bir mit ise erkek çalışanların, üstün teknolojileri sayesinde [kadınlara] galip geldiğidir. Bu anlatılara göre (erkek) bilim neredeyse kendiliğinden (kadın) bâtılla yer değiştirmiştir; o tarihten beri de bu 'bâtıl'a 'koca karı hikâyeleri' denmiştir." (s. 32) Çatışma sürdükçe tıp siyasi ve ekonomik olarak tekelleşiyor, resmî kurumlar oluşurken gücünü zayıflatacak heretikleri -kadınların şifacılıkla Kilise'ye isyan ettiklerine kadar varmıştı iş- ortadan kaldırmak için harekete geçiyordu, yönetici sınıfın köylü kadınlara karşı başlattığı kırım bunun en bilinen örneği. Daha da önemlisi şu ki en şiddetli cadı avlarının yaşandığı dönemlerde kitlesel köylü ayaklanmaları feodalizmin köklerini sarsmaya başlamıştı, tam da kapitalizmin ve Protestanlığın yükseldiği zamanlar. "Bazı bölgelerde cadılığın, kadınların önderlik ettiği köylü isyanlarını temsil ettiğine dair, feministlerin peşini bırakmaması gereken dağınık kanıtlar mevcuttur." (s. 40) Mevzunun bu boyutunu hiç bilmiyordum ben, şaşırdım. İşte, İncil'i İngilizce yerine Latince baskısından okumak bile suç sayılıyordu, cadılığın şeytan işi olduğunu anlatan kitaplarda Kilise'nin yönergeleri dışında dinî pratiklerde bulunan ve Hristiyanlığa küfür anlamına gelebilecek uygulamaları gerçekleştiren kişilerin tez mahvedilmesi gerektiği söyleniyor, oldukça muğlak metinler otoritenin gücünü belirsizleşmiş sınırların ötesine konuşlandırıyordu, cezalandırılmak istenen kişinin kurtulma şansı yoktu. Üç temel suçlamanın ön plana çıktığını söyleniyor: "Birincisi, erkeklere karşı işlenen akla gelen her cinsel suçtan cadılar sorumlu tutuldu. Açıkça, kadın cinselliğinden dolayı 'suçlu' bulundular. İkincisi, örgütlü olmakla suçlandılar. Üçüncüsü ise sağlığı etkileyen -hem iyileştirici hem kötüleştirici- büyülü güçlere sahip olmakla itham edildiler. Sıklıkla ve spesifik olarak tıbbi ve doğumla ilgili becerilere sahip olmakla suçlandılar." (s. 45)

İkinci bölüm ABD'de tıp mesleğinin yükselişini ve kadınların bu süreçteki vaziyetini içeriyor. Sınıf ve cinsiyet mücadelesinin 19. yüzyılda nasıl ilerlediğini, kadınlar üzerinde tahakkümün nasıl kurulduğunu görüyoruz, devletin baskısı daha doğrudan: "1800 yılından itibaren moda bile üst ve orta sınıf kadınların doğum hizmetini 'hakiki' erkek doktorlardan alması gerektiğini dayatıyordu ki bu, daha sade yaşayan insanların fena halde yakışıksız bulduğu bir âdetti." (s. 71) Diplomalarını alan orta sınıftan doktorlar hemen piyasaya çıkıp fahiş fiyat çekerek iş yapmaya başlamışlar, üstelik o zamanlar Avrupa'nın epey gerisinde kalan tıp bilgisi yüzünden saçma sapan uygulamalarla sayısız ölüme yol açmışlar. 1830'da başlayan Halk Sağlığı Hareketi ve feminist hareket omuz omza vermiş o dönem, küçük de olsa kazanımlar elde edilmiş ki çığın başladığı nokta da orasıdır, ne ki hemen karşı atak başlamış ve kadınların tıptan anlamadıkları, anlamalarının da pek mümkün olmadığı, temel birkaç iş dışında hiçbir şeye bulaşmamaları söylenmiş, üstelik tıp eğitimi iyice pahalı bir hale getirilerek "ayaktakımına" kapatılmış kapılar. Carnegie tayfasının görevlendirdiği Abraham Flexner'ın verdiği raporlar tıp eğitimini standartlaştırırken alternatifleri yok etmiş, tabuta çakılan son çivi: "1910'da yayınlanan Flexner Raporu, vakıfların Amerikan tıbbına verdiği bir ültimatom niteliğindeydi. Yarattığı rüzgârla birlikte çok sayıda tıp okulu kapatıldı; Amerika'nın siyahiler için açılmış sekiz tıp okulundan altısı ve kadın öğrenciler için sığınak vazifesi gören 'hakiki olmayan' okulların büyük çoğunluğu da buna dahildi. Tıp, kati şekilde bir 'yüksek' eğitim branşı olarak kurulmuştu ve ona ancak çok uzun ve pahalı bir üniversite eğitimiyle erişilebilirdi." (s. 86) Orta sınıf beyaz bir erkek için ideal mesleğin doktorluk haline gelmesinin, kadınların alandan yavaş yavaş uzaklaştırılmasının hikâyesi baştan sona.