Toplam yorum: 3.082.320
Bu ayki yorum: 2.000

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

20.12.2009

Kitap, İslam ve Batı arasında şimdiye kadar devam eden çatışma yerine asgari müştereklerde bir araya gelme ve diyalog ortamının oluşturulması üzerine bir çalışma. Kitapta her ne kadar fikir ve görüşlerden daha çok isimler göze takılsa da geniş bir malzeme zenginliği dikkati çekiyor. Emeği geçenlere ve İbrahim Kalın Bey’e teşekkür ediyor, okuyucuların bu kitabı listelerine eklemelerini tavsiye ederek, sizleri kitaptan bazı bölümlerle başbaşa bırakıyorum:
İslam ve Batı toplumları arasındaki etkileşim alanları, rekabet hissi, çatışma alanları ve uzlaşma zeminleri hangi dinamiklerden besleniyor? Bu süreçte din, tarih, siyaset, etnik kimlikler ne kadar rol oynuyor? Bu tarihi sadece bir savaşlar ve çatışmalar tarihi olarak okumak ne kadar doğru? Bu iki kültür ve medeniyet havzası birbirlerini bundan sonra nasıl görecek ya da görmeli? Bu kitap bu sorulara cevaplar bulmaya çalışıyor. (s.8)
İslam ve Batı ilişkileri, günümüzün en temel sorunlarından biridir. İki dünyanın kendi içinde yaşadığı kırılmalar, birbirleri hakkında algılama biçimlerini derinden etkiliyor. (s.14)
Batı’nın İslam algısı medya mensupları, akademisyenler, uzmanlar, gözlemciler, araştırma kurumları, lobi şirketleri, film yapıcıları, edebiyat insanları ve siyasetçiler gibi son derece karmaşık ve yaygın bir aktörler ağı tarafından üretilmektedir. İnsanlar kendilerine sunulan imajlara, samimi bir şekilde inanmaya başlarlar. Çağdaş medya çalışmalarının da gösterdiği gibi imaj, gerçekliğin yerine geçer. İmajı kontrol eden, gerçekliği de kontrol etmeye başlar. Bu bakımdan İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin, çoğu zaman bu imajlar savaşı olduğunu unutmamak gerekiyor. (s.17)
İslam-Batı ilişkilerinin gerginlik alanlarından biri, sömürgecilik mirasının hâlâ devam ediyor olmasıdır. (s.30) Temel sorunlarından biri de, İslam ve Müslümanlar hakkında ilk elden kaynaklara dayalı, sağlam ve güvenilir bilgiden yoksun olmasıdır. (s.39)
İslam, Yahudi ve Hıristiyanları tevhid inancını zedelemekle suçladığı halde, onlara hukukî bir statü vermiş ve din özgürlüklerini güvence altına almıştır. Dinler tarihinde bir ilk olan bu tavır, İslam’ın Hıristiyan hakimiyetindeki bölgelere hızla yayılmasını sağlamış ve İslam karşıtı muhalefeti de kısmen yumuşatıcı bir etkiye sahip olmuştur. (s.43)
Avrupalılar bir din olarak İslam’ı, bir kültür ve medeniyet olarak İslam’dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı çıkarken ikincisine hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir. (s.48)
Endülüs İslam’ının ürettiği ‘convivencia’ tecrübesi, çoğulculuğa dayalı, bir arada yaşama tecrübesinin en çarpıcı örneklerinden birisidir. (s.80)
Oryantalizm ne Batılıların İslam’ı ne de Müslümanların Batı’yı daha iyi anlamalarına katkı sağladı, büyük oranda tek taraflı, donuk, hayatiyetten yoksun, egzotik ve geri yahut çökmekte olan bir İslam medeniyeti tasavvuru inşa etti. Bu sorunlu miras, Batı'da hakim olan İslam ve Müslüman imajını bugün de belirlemeye devam ediyor. (s.119)
Tarih boyunca din adına şiddete başvurulmuş ve bu tavır modern dönemde de devam etmiştir. Haçlı seferleri bir tarafa, yakın tarihe baktığımızda hemen bütün dünya dinleri adına şiddet ve terör eylemlerine başvurulmuş ve insanlar öldürülmüştür. (s.142) Örneklere bakarak bu dinlerin özünde terörist, militan vs. olduğunu söylemek ne kadar yanlışsa, aynı şekilde İslam dünyasındaki şiddet ve terörü İslam’ın özüyle irtibatlandırmak da o kadar hatalıdır. Fakat ‘İslamî terörizm’ mitinin uluslararası siyasette ne kadar ‘kullanışlı’ bir sermaye haline geldiğini uzun uzun izah etmeye gerek yok. (s.143)
İslam dünyasında varolduğu ileri sürülen ‘anti-semitizm’/Yahudi düşmanlığı, bir din ya da ırkın mensuplarına duyulan nefretten çok, izlenen politikalara ve ırkçı söylemlere karşı verilen bir tepkinin sonucudur. Filistin’de öldürülen her Filistinli ve Yahudi yerleşimcilere verilen her Filistin toprağı, İsrail devletine ve onun mutlak destekçisi ABD’ye karşı büyük bir öfkenin doğmasına neden oluyor. (s.145)
Batı’nın İslam algısı, aslında kendisinin aynadaki yansımasıdır. (s.150)
Ahlâkî temellere dayanmayan bir çoğulculuk, ancak kültürel anarşizme götürür. Farklı din ve kültürlerin varlığını kabul etmek de özünde ahlakî bir tutuma işaret eder. Kalıcı ve yapıcı bir diyalog, evrensel, aynı zamanda bağlayıcı bir çerçevede mümkün olabilir.
İslam-Batı ilişkilerinin bu yönünü vurgulayan Batılı ve Müslüman düşünürlere göre, İslam ve Batı medeniyetleri, bütün şüphe ve gerginliklere rağmen, kardeş medeniyetlerdir. Arasındaki uzun tarih ve mücadele, başka medeniyetler arasında yaşanmamıştır. (s.154) Bu düşünürler İslam’ı, İbrahimî dinler geleneğinin bir parçası ve son halkası olarak görüyorlar. Tek Tanrı inancı ve buna dayalı ahlak sitemi, son tahlilde üç İbrahimî din arasında ortaktır. Bu dinler arasındaki teolojik farklılıklar, bir çatışma gerekçesi olmak zorunda değildir. Bu manada İslam’ın Batı’nın dinî muhayyilesinin dışında tutulması, büyük bir kayıptır. Bugün yapılması gereken, bir Yahudi-Hıristiyan-Müslüman geleneğinin sürekliliğini vurgulamak ve bu dinlere mensup insanları ortak ahlakî ve manevî değerlerde buluşmaya davet etmektir. Bu, bütün kesimlere önemli görevler yükler. Bu düşünürler, olumsuz söylemleri diyalogun önünde büyük bir engel olarak görüyorlar. Bu düşünürler, İslam ülkelerindeki Amerikan ve Batı karşıtlığının, Müslüman toplumların tutuculuğunun değil, sert dille eleştirdikleri Batılı dış politikaların bir sonucu olduğunda ısrar ediyorlar. Kısaca İslam ve Batı arasında mutlak ve aşılamaz bir savaş yoktur.
İnsanlığın elinde daha adil ve barışçıl bir dünya düzeni için pek çok imkan var. Bunun için bizden farklı olan insanlarla belli ahlakî ilkeler çerçevesinde yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Ötekiyle barış içinde olabilmekse, kendimizle barışık olmamıza bağlı. (s.156)
Kitabın sonuna eklenen ‘Sultan Abdülhamit Hikâyesi' de ortak iyide buluşabileceklerini gösteren çekici bir hikâye. (s.165)
18.12.2009

ANGLİKAN KİLİSESİ, zaman zaman basında; Irak savaşı nedeniyle İslam ile Hıristiyanlık arasında mesafenin açıldığı, insanların dini inançlarını temsil sembolleri kullanmakta serbest bırakılması gerektiği, ülkede yaşayan Müslümanların kendi mahkemelerine sahip olmaları gerektiği, şu anki Amerikan yönetimin, tarihteki ‘en kötü imparatorluk’ olduğunu söyleyen İngiltere Resmi kilisesidir. Bu kilisenin bir karakteristik özelliği, dini liderin siyasi lider ile aynı olmasıydı. Yani zamanın İngiltere kralı aynı zamanda Anglikan kilisesinin de en üstünde görev almıştır. (Osmanlıdaki halife padişahlar gibi)
İsmail Hakkı İzmirli tarafından kaleme alınan “el-Cevâbü's-sedîd fî beyâni d'ini't-tevhîd” adlı eser, 1916'da Anglikan Kilisesi'nin Şeyhülislamlık Makamına Londra'dan gönderdiği, İslâm dininin mahiyetini ve zamanımızın problemlerini çözüm önerilerini öğrenmek maksadıyla düzenlediği soruların cevaplandırılması talebiyle bir mektup ile yaptığı başvuru üzerine kaleme alınmış ve resmî makamlarca Londra'ya gönderilmiştir. Bu mektupta, şu hususlarla ilgili sorular yer almaktaydı:
İslam dininin ruhu, mahiyeti nedir? Zamanımızın bunalımlarını nasıl tedavi ediyor?
Ortaya çıkışından beri bu din, medenî hayat ve insan düşüncesi üzerinde ne gibi etkiler yapmıştır? Dünyayı iyi ve kötü biçimde yöneten siyasî ve manevî güçlere ne diyor?
İslam hakkında genel bir fikir edinmek açısından önemli olan bu eserin gayesi, detaylara inmeden, özet bir şekilde İslam’ı tanıtmaktır.

Bu alanda daha önce Cahız’ın, “er-Red ale'n-nasârâ ve'l-yehûd” (Hıristiyanlığa Reddiye, Ter. Osman Cilacı) adlı reddiyesini görüyoruz. Bu eser, Kur'an’ın yahudi ve hıristiyanlara dair verdiği bilgilerin yanlışlığını iddia eden hıristiyanların yönelttikleri altı soruya vererek, İslam'a dil uzatan hıristiyanların kendi dinlerinin savunulacak bir yanı olmadığını onlara göstermektedir. Yine Katolik bir papaz iken, Müslümanlığı kabul eden Abdullah et-Tercüman’ın eski dindaşlarını hak din İslamiyet’e çağırmak amacıyla yazdığı “Tuhfetü'l-Erib fi'r-Reddi 'ala Ehli's-Salib”i (Hıristiyanlığa Reddiye, Ter. M.Şevket Eygi); Rahmetullah El- Hindi’nin İzharu'l Hakk’ı (Kutsal Kitaba İlahi Çağrı) eserlerini görmekteyiz.

Eserde öne çıkan bazı pasajları sunarak kitabı tavsiye ile sözlerimi bitiriyorum:
Peygamberlerin ve müceddidlerin ortaya çıkışından maksat, bozulan işleri düzetmek, çığırından çıkan ahlakı yola getirmek, düşüş içinde çırpınan ruhları yükseltmektir. (s.10)
İslam o tek dindir ki, ne peygamberlerin görevlerinin ne de kulların düzen ve mutluluğu adına onların peygamber olduklarının ispatının, mucizelerle hiçbir ilişkisi olmadığını insanlara bildirmiştir. İslam o tek dindir ki mucize isteğinde bulunanları yeriyor ve basit fikirlilikle itham ediyor ve Peygamberi desteklemek için, Kur’an’dan başka olağanüstü bir şey olmayacağını bildiriyor. İslam bize bir gerçeği daha öğretiyor: Beşeri ikna hususunda mucizeler yeterli olsaydı, eskiden gelip giden ümmetlerin, imandan ayrılmamaları gerekirdi. Çünkü o kadar ısrar ile istedikleri mucizeleri gözleriyle görmüşlerdi. (s.27)
İslam’da dini mertebesi ne kadar yüksek olursa olsun, başkasının ebedi nimetten yoksun kalmasına hükmetmek yahut günahlarından birinin bağışlanmasını yahut o adamın Tanrı rızasına ermesini garanti etmek yetkisine sahip bulunan hiç kimse yoktur. (s.29)
İslam dininin Ruhu: İslam dini iki esas tebliğ ediyor ki, bütün öğretilerin ruhudur, varlığının bekasının kaynağıdır. Bunlardan biri eksilmesiyle insan hakkıyla Müslüman olamaz. Esaslardan birincisi, tevhid; ikincisi ise doğruluktur.
Hz. Ali şöyle diyor: “İslam’ı açtı ve her gelmek isteyen için yollarını kolaylaştırdı. Yıkmak dileyenlere karşı temellerini yıkılmaz hale getirdi. O apaçık dini kendisine sarılanlara kurtuluş, gölgesine sokulanlara esenlik, hikmet lisanını söyleyenlere delil, savunmasında bulunanlara tanık, ışığına gelenlere nur, aklı olanlara idrak, düşünenlere akıl, hakkı arayanlara nişan, azim sahiplerine basiret, ibret alanlara uyanıklık, tasdik edenlere halas, tevekkülde bulunanlara dayanak, Allah’a güvenenlere huzur, sebat gösterenlere siper kıldı.” (s.88)
Alman Goethe şöyle diyor: “Ben Hakkın kutsal zatına dair açık bir fikir edinmekten çok uzaktayım. Buna ait olmak üzere söylediğim yahut yazdığım şunlara münhasır: Ulu yaratıcının künhünü, hakikatini idrak etmek mümkün değil. İlahi zat için insanda belirsiz bir bilinçten, zanni bir takım suretlerden başka bir şey yok. Buna rağmen Allah’ın varlığı nefislerde de gözükmekte, ufuklarda da. Böyle olduktan sonra bizim için O’nun künhünü, hakikatini bilmekten yahut bilmemekten ne çıkar. Hem Allah’ın mahiyetini biz nereden bileceğiz? Bizim sezgimiz, tahminimiz o mahiyeti kucaklayacak kadar geniş değil ki, çok dar. Bununla beraber kesin bile olsa bundan bize ne fayda hasıl olacak?” (s.89)
Tevhid inancı, Hıristiyanlık aleminin de müstakbel inancıdır. Çünkü Rönesans dedikleri yenilenme çağının başlamasından dolayı 16. asırda ortaya çıkan baskılara rağmen Avrupa efkarı, bu inancı gereği gibi dikkat nazara aldı. Stroptos tevhide davetle suçlanarak 1557’de Cenova’da ateşe atıldı. Bununla beraber bu olay, mezhebine taraftar olan yardımcılarının azmini sarsmadı. (s.90)
İslam dininde ibadetlerden maksat, ne insanı zorluklar altında ezmek ne de vücuda işkence etmek değildir. İbadetler bir takım hikmetlerden, yararlardan dolayı emredilmiştir. Bu hususta farz-ı ayn alanlar ile müstehap olanlar arasında fark yoktur. Çünkü hepsi de insanları düzeltme ve mutluluk sağlama, fert ve toplulukların kirden, rezillikten temizlenmesi için meşru olmuştur. (s.93)
İslam Siyaseti: İslam dininde siyasetin biri adalet diğeri meşveret/danışma olmak üzere iki temeli vardır. Eserin bu bölümünde Hz. Ali´nin Mısır Valisi Malik b. el-Hâris el-Eşter´e yazdığı bir mektup verilmiştir ki hakikaten calib-i dikkattir. (s.117-129)
14.12.2009

“Tarihin en üzücü şeylerinden biri, Avrupalı yazarların ustaca ve sistemli bir şekilde Batı’nın İslam bilim geleneğinden aldıklarını göz önünden kaldırmaya çalışmalarıdır.” (H. George) (s.126) Bu itiraf gösteriyor ki İslam medeniyetinin, Batı bilim geleneğine çok büyük etkisi olmuştur. Değerli Alparslan Açıkgenç Bey, İslam medeniyeti ve bilim anlayışının gelişimi, Batı’ya etkisi ve çözülmesi üzerine güzel bir çalışma yapmış. Konuyu işlerken, birtakım terimleri de farklı perspektiflerden yaklaşarak okuyucunun bilgi ve ilgi alanına sokmaya çalışmış. Ayrıca sorular yönelterek konuya güzel bir açılım sağlamaya çalışmış. Dikkatle okunmasını tavsiye ederken Sevgili Hocamıza çalışmalarında başarılar diliyor kitaptan özet pasajlar sunarak sözlerimi noktalıyorum:
Çoğu zaman biz dinin meydana getirdiği medeniyeti, o dinle karıştırmaktayız. İslam, bu tür yanlışlıklara maruz kalmış bir dindir. Halbuki dinlerin belli özellikleri vardır ve dinler bu özellikleri ile tarih içerisinde bir toplumda meydana gelen olaylardan çok farklıdır. Bir dinin ne olduğunu açıklayan özelliklerine, o dinin ‘mahiyeti’ denir. (s.11)
İslam medeniyeti müstesna bir medeniyettir. Başka hiçbir medeniyetin göstermediği bir yapılaşma ve gelişim süreci geçirdiğinden, bu medeniyeti mucize medeniyet olarak ayırt etmek gerekir. Bu meyanda İslam medeniyeti dışında başka hiçbir medeniyetin bilimsel bir yapı üzerine kurulmadığını söyleyebiliriz. (s.25)
Bilgi konusunda şu hadisler dikkati çekici “Bilgiye giden yol, cennete giden yoldur” (Ebu Davud), “Kim bilgiyi layık olmayan birisine öğretirse, domuza değerli taşlardan, altın ve zümrütlerden yapılmış bir gerdanlık takmış gibi olur” (İbn Mace), “Dünyevî bir amaç için bilgi peşinden giden Cehennem’e gider” (Kenzü’l-Ummâl) (46)
İnsanın bir robot olmadığını unutmamalıyız. Dolayısıyla insan bilgi edinirken iradesini kullanarak merak duyduğu konulara yönelecektir. Nitekim Kur’an’ın her konuyu çözülmüş olarak insanın önüne bırakmayışı da Allah’ın bunu irade ettiğini göstermektedir.(s.50)
Peygamberimiz Medine’de bir eğitim modeli oluşturan belirli kurumları inşa etmekle işe başladı. İşte bilgi geleneğinin başlangıcı da bu eğitim faaliyetleridir. O halde Suffe’yi, ilk İslam düşünce okulu olarak tanımlayabiliriz. (s.51)
İslam bilim zihniyetinin diğer medeniyetlerin bilimsel zihniyetlerinden bazı farklılıkların olacağı muhakkaktır. İslam bilimcileri, sadece bilim adına bilimselliği savunmuyorlardı. Peygamberimizin, faydasız ilimden Allah'a sığınması, bilim için bilimselliği, reddetmekteydi. İslam bilim adamları, her bilimin Allah’ın bir ismine dayandığını ve bilimler ilerledikçe Allah’a ve dolayısıyla İslam’a olan inancın pekişeceği düşüncesindeydiler. Her iki özelliği de mesela bir Batı biliminde görememekteyiz. Zira Batı bilimi, ilerledikçe zararlı bir duruma gelmiş ve dinî inançları o ölçüde tahrip etmeye başlamıştır. Batı bilimi her zaman, bilimsellik ve nesnellik adına, her tür dinî ve ahlakî değere ilgisiz kalmıştır. Ayrıca laboratuara girerken Allah’ı unutan, fakat laboratuardan çıktıktan sonra bir din adamından daha sofu olan, adeta şizofrenik bilim adamları İslam dünyasında görülmemiştir. İşte bilim üretirken Allah’ı unutan bilim adamının Batı’da geliştirdiği bilimin sonuçları: Tek bir savaşta katledilen milyonlarca insan, mahvedilen binlerce şehir, tahrip edilen tabiat, yok olmaya mahkum edilen çevre ve insanlığın bugünkü dramı. (s.91)
Ahlaken bitkin bir durumda olan toplumların bilimsel açıdan ilerlemeleri düşünülemez. İslam geldiğinde, mevcut ahlakî ve toplumsal değerleri sorgulamış, ahlaken bitkinlik olarak gördüğü bu değerleri, yüksek ahlak değerleriyle değiştirmek istemiş ve böylece o toplumda büyük bir ahlakî mücadele başlamıştır. (130)
İslam medeniyeti, Peygamberimiz döneminde ahlaken en üst düzeyde idi. Onun verdiği ilham topluma büyük bir ivme kazandırdı. Kaynağından uzaklaşan suyun gittikçe berraklığını kaybetmesi gibi, İslam tarihinde de asr-ı saadetten uzaklaştıkça toplumdaki ahlakî/dinî berraklık kaybolmuştur. (133) Ahlakî çöküntünün Emevî döneminde belli alanlarda başladığını söyleyebiliriz. Bunların başında Peygamberimizin tesis ettiği seçimle devlet başkanını belirleme yönteminin saltanata çevrilmesi gelmektedir. İslam tarihinde bu hatanın düzeltilmesine, maalesef bir daha kimse cesaret edememiştir. Acaba saltanatın benimsenmesinde açgözlülüğün, bencilliğin ve nefsanî arzuların etkisi yok mudur? İslam dünyası çöküş sürecinde en ağır darbeyi bu değişiklikle almıştır. (136)
İslam medeniyetinde, Osmanlı dönemi çok farklı bir yapılaşmayı temsil etmektedir. Türklerin siyasî idareyi merkezîleştirmesi ile İslam âlemi birlik imkanını elde etmiştir. Ne yazık ki İslam dünyasında yaygın olan ahlakî çöküntü, bu birliğe imkan vermemektedir. Osmanlılar maalesef tüm enerjilerini askerî faaliyetlerle tüketmiştir. (141)
Bilgideki cevvaliyet özelliği, onun hayatiyetinden kaynaklanmaktadır. Bilgi, yaşayan bir organizma gibidir. Bilgiyi yaşayan bir organizmaya benzetince, onun doğduğunu, büyüdüğünü, olgunlaştığını ve yaşlandığını, hatta öldüğünü de söyleyebiliriz. (143)
Ahlakî cihad olmadan fikrî cihad olamaz. Aslında insan için en zor uğraş, kendi nefsinin rezillikleri ile mücadele etmesidir. Bazı sorunlarımız ilk bakışta bize ahlakî değilmiş gibi gelebilir. Mesela trafik lambasında yeşil ışığın yanmasını beklemeden karşıdan karşıya geçmek, çok basit bir hatadır. Derste kopya çekmek de çok basit bir davranış gibi gelebilir. Ancak unutmayalım ki en küçük ahlaksızlıklar ve çöküntüler bu tür küçük hatalarda yatmaktadır. Sahabelerin böylesi küçük hatalar konusunda gösterdikleri titizlikten ötürü, Hasan-ı Basrî, çağdaşı olan Müslümanlara diyor ki: “Eğer siz onları görseydiniz, onlara ‘deli’ derdiniz, ama onlar sizi görseydi, size Müslüman demezlerdi.” Buradaki inceliği kavrayabiliyor musunuz? Gerçekten ahlakı deli gibi uygulamak, ahlaka olan duyarlılıktan kaynaklanır. (162)
11.12.2009

80’li yılların en popüler kitaplarından, davet konusunu işleyen ender kitaplardan birisi idi. Aslında popülaritesi halen devam ediyor. Kitabın yazarı kıymetli Hocam Ahmet Önkal’dan İslam Tarihi derslerinde canlı olarak dinleme imkanı bulan biri olarak tekraren okuyabileceğim kitaplar içerisinde yer aldığını özellikle belirtmeliyim. Kitap, "Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et" (Nahl,125) ayetinin genel bir tefsiri olarak müslümanların davet çalışmalarında uymaları gereken başlıca metotları ve örneklerle uygulamasını göstermesi bakımından büyük bir öneme sahiptir. Bütün imkanlar seferber edilerek okunmasını ısrarla tavsiye ediyorum.

İnsanlar, tabiatları icabı her zaman irşada, öğüt ve nasihate muhtaçtırlar. Dün nasıl insanlık, peygamberlere muhtaç idiyse bugün de son peygamberden sonra onların varisleri alimler ve davetçilere muhtaçtır. Ferdin sadece kendisini ıslah etmesi ve nefsiyle meşgul olması, yeterli değildir. Kişi aynı zamanda cemiyetin ıslahı ile de mükelleftir. Zira fert, cemiyetin tesirindedir. Bu tesiri nazar-ı itibara alarak insan, içinde yaşadığı toplumun inançları paralelinde olmasına gayret gösterecektir. Diğer taraftan müslümanın yaşadığı cemiyet, İslamî bir cemiyet olmadıkça, müminin İslamî kalıplara uymasını kolaylaştıracak bir mahiyeti bulunmadıkça Müslüman şahsın, kendi hayatını bu İslamî şekle sokması mümkün değildir. Gayr-i İslamî bir toplumda veya gayr-i İslamî havayla karışık bir cemiyette müslümandan İslam’ı tam yaşaması istenilemez. Bu bakımdan fert, davetle mükelleftir. (s.18)
Davette bulunmak, maruf ve münkeri, bunların hangi usüllerle ve hangi şekillerle sunulması gerektiğini bilmeyi zaruri kılar. (s.23) Davetin sıhhatli yapılabilmesi için en önemli unsur, davet için uygun bir metodun uygulanmasıdır.
Metot, her ilmin temelidir; metotsuz ilim, faydasız bir sermayedir. “Metotsuz olarak bir hakikate varmaktansa hiç varmamak daha iyidir. Metotsuz kimse, ayağının altındaki hazineyi görmeden diyar diyar dolaşıp hazine ararken yolunu kaybeden kaptan gibidir” (Descartes) Bilinmelidir ki, “vusulsüzlüğümüz usulsüzlüğümüzdendir” çıkış noktasını ve hareket planını tespit etmemiş, metodunu ortaya koymamış hiçbir hareket gayeye ermeyecektir. Buradan hareketle diyebiliriz ki, davette metot, davetin bir parçasıdır, davetten bir bölümdür. (s.28)
Çilesi olmayan dava yoktur ve çile çekmesini bilmeyen, acılara göğüs geremeyen, sabırsız davranan dava sahipleri, muvaffakiyete eremezler. (s.37)
“İslam’ı önce göğüslerinizde, gönüllerinizde hakim kılınız; yeryüzünde, beldenizde de İslam hakim olacaktır”(H. el-Hudaybî) İslam daveti önce, davetçinin kendi nefsinden başlar, bu sahada yapılacak ilk iş, İslamî bir şahsiyete ve iradeye sahip olmak, nefsi tezkiye etmek, masiyetlerden, günahlardan, ayıp ve ahlaksızlıklardan arınmaktır. (s.58)
İnsanlığın hidayetini isteyen davetçiler bütün bunlara karşı sabırlı olmak gereklidir. Yangının vuku bulduğu bir yerde hiçbir şeyden haberi olmadan derin bir uykuya dalmış olan kimseyi uyandırarak tehlikeden kurtarmak, insanî bir vazifedir. Bu şekilde rahat bir uykuya dalmış olan kimse, çoğu kez işin farkına varıncaya kadar kendisini uyandırana kızar, bağırır ve belki de sayıklayarak hakaretler eder, küfürler savurur. Ama tehlikeden bu zavallıyı kurtarmak isteyen, bütün bunlara sabır ve tahammül etmesini bilmeli, onu uyandırmak için kullanılması gerekli bütün çarelere başvurmalıdır. Davetçi de aynen böyledir. Allah’a davet yolunda karşılaştıklarına sabır göstermesi, ona yakışan en uygun, en gerekli şeydir. (s.201)

Şu açıklamayı da eklemek isterim:
Davet, terim olarak "İslam'a ve İslam esaslarının uygulanmasına çağrı" anlamına gelir. Davetin İslamî inanç ve değerlerin kabul edilip uygulanmasını sağlamayı hedef alan bir faaliyet olduğunu, dolayısıyla hem gayri müslimlere hem de müslümanlara yönelik olabileceğini göstermektedir. Buna göre tebliğ, irşad, vaaz, nasihat, inzâr, tebşîr, emir bil-ma’rûf nehiy anil-münker gibi terimler de uygulama ve gayeleri bakımından aynı veya yakın manaları ifade etmekte; sıkça birbirinin yerine kullanılmaktadır.
Kur’an incelendiğinde İslam dinini yaymanın yegane yolu ve Hz. Peygamberin misyonunun davet ve tebliğ esası üzerine bina edildiği görülmektedir. İslam'da savaşın ‘cihad’ diye adlandırılması, savaşın gayesinin insanlara hükümranlık olmayıp insanları hakka davet etmek, onların inançta ve amelde doğruyu bulmaları için gerekli yolları açmaya ve engelleri ortadan kaldırmaya çalışmak olduğunu gösterir.
Hz. Peygamber'in risaleti boyunca davet faaliyetinde ulaşmış bulunduğu büyük başarı, onun uyguladığı davet metotlarının son derece tutarlı, mâkul, mantıkî, sistemli, gerçekçi, olayların gelişimine uygun ve başarıya götürücü metotlar olduğunu göstermektedir. Bu metotların uygulanışında hazırlık, kadrolaşma, kitleleşme ve devletleşme şeklinde dört merhaleden geçildiği görülür.
Asr-ı saadetten itibaren tarih boyunca hemen bütün müslümanlar i'lâ-yi kelimetullah yolunda daveti şahsî bir yükümlülük kabul etmiş ve bu yükümlülüğü yerine getirmeye çalışmışlardır. Nitekim İran, Horasan, Mâverânünnehir gibi bölgelerle Afrika'nın çeşitli yörelerinde İslam'ın yayılışı bu tür davet faaliyetleriyle gerçekleşmiştir.
İslam'da Allah ile kul arasına herhangi bir vasıtanın sokulmaması/ruhbanlık İslam davetini hıristiyan misyonerliğinden tamamen farklı kılmıştır. Misyonerlik faaliyetleri kilisenin temel görevleri arasında yer almış, bu maksatla düzenli ve sürekli kurumlar ihdas edilmiş, özel olarak bu iş için görevlendirilmek üzere misyoner din adamları yetiştirilmiştir. Buna karşılık İslam'da Allah ile kul arasında aracı bir sınıf veya teşkilâtın bulunmayışı İslam dünyasında bir misyonerlik müessesesinin doğmasını önlemiş ve davetin ferdî bir görev olarak yürütülmesine yol açmış, bu şekilde İslam daveti, hıristiyan misyonerlik kurumunun aksine, sömürü gibi siyasî ve ekonomik art niyetler taşıyan organize bir hareket olmaktan uzak kalmıştır. (İA, 9/17)
10.12.2009

Dinimizde bütün haklar, Allah’ın iradesinden gelen ve O’nun tarafından insanoğluna emanet edilen birer lütuf ve ihsandır. Bu armağanlar daha insanın ilk yaratılmasıyla ona verilmiştir. Bu haklara hürmet etmek ve sorumlulukları yerine getirmek herkesin görevidir. Hak denince ‘korunması/gözetilmesi gereken değerler’ akla gelir. Toplumda huzurun olması için hak ve sorumlulukların gereklerine riayet edilmelidir. Bunun için İslam, ‘hak’ kavramına büyük bir değer vermiş, ırk cinsiyet ve inanç ayrımı yapmaksızın bütün insanların haklarını dokunulmaz kabul etmiştir. Bu hakların içersinde, üzerinde durulması gereken şüphesiz kul haklarıdır.(9)
Günümüzde kul hakkına riayet etmek gerektiği son derece önem arz etmekte. Eskiden bireyin ilgili olduğu veya ilişkide bulunduğu sınırlı bir çevresi vardı, kişi en fazla bu çevre ile bir hak ilişkisi içerisinde bulunabilirdi. Ama günümüzde iletişim imkanlarının son derece gelişmesi neticesi bütün dünya adeta global bir köy haline geldi.
Kul hakkı ile şunu da belirtmek gerekir: Allah haklarından farklı olarak kul hakkı ile ilgili en küçük bir ihmal söz konusu olduğunda ortaya çıkan bu hakkın/vebalin bağışlanması, hak sahibi olan kimsenin rızasının ve helalliğinin alınmasına bağlıdır. (10)
Allah Resulü, kul hakkının ciddiyetini belirtmek üzere, Allah yolunda şehitlik gibi, en yüce bir mertebeyi elde eden bir kimsenin bile bütün günahları affedilirken, ‘üzerinde kul hakkı varsa’ bunun affedilmeyeceğini belirtir.
İnsan hakları ve kul hakları konusunda dinimiz, herkese eşit davranılmasını ve saygı gösterilmesini tavsiye etmiştir. İnsanın müslüman-zimmî, müslim-gayrimüslim olması kul hakkı noktasında önemli değildir. (11)
Hak istemek ayıp değildir ve hak isteyenler asla ayıplanmamalıdır. Bu konuda da Allah Resulü’nün yol göstericiliği ile karşı karşıyayız. O “Benim sevdiğim ve beni seven kişi bende olan hakkını alan veya helal edendir” diyerek sevgide bir ölçüyü de ortaya koymaktadır. Kişi ‘sevdiğime hakkımı helal etmezsem ya da hakkımı istersem ayıp olur’ diye düşünmemelidir. (25)
Osmanlı’da kul hakkına riayet ilkesi en üst seviyede icra ediliyordu. Devletin bekasını adaletin mutlak surette uygulanması ve bu adaletin tesisini de kul hakkının muhakkak surette korunmasında gören Osmanlı devlet geleneği; ilke olarak, kendisini sadece insanlardan değil, alemin nizamından da sorumlu hisseden bir anlayışın hamisi olarak görüyordu. Mecelle’de bir madde vardır: “Kişi ikrarıyla ilzam olunur. Hukuk-u ibad’da ikrardan rücu’ sahih olmaz. Bir kişi bin lira borcu olduğunu ikrar ettikten sonra borcum yok dese, bu kabul edilmez. (79. md) (27)
Müslümanın ilişkilerinde söz konusu olabilecek haklarından birisi de töhmete sebep olan yerlerden uzak durmaktır. Bu durumda da kul hakkı ihlalleri meydana gelir.
Hz.Safiyye validemiz şöyle dedi: Resul-i Ekrem itikafta iken, O'nu ziyarete gittim. Sonra eve dönmek üzere kalktığım zaman o da beni evime götürmek üzere kalktı. Ensardan iki kişi Hz. Peygamber’i görünce oradan çabucak uzaklaşmak istediler. Resul-i Ekrem: “Yanımdaki Safiyye Binti Huyey’dir” dedi. Onlar:
- Biz senin hakkında hayırdan başka şey bilmiyoruz, Yâ Resulallah! deyince:
- Şeytan insanın vücudunda kan gibi dolaşır, Onun sizin kalbinize bir kötülük/şüphe atmasından korktum” buyurdu. (Buhari)
Bu konuda Faruk Beşer şunları kaydetmektedir: Kuran’da Allah (cc) bazı haramlar saydıktan sonra: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdırlar, bu sınırları öteye geçmeyin”, derken, cinsellikle ilgili meselelerde ise: “İşte bunlar Allah’ın sınırlarıdırlar, bunlara yaklaşmayın” buyurur. Bu da cinselliğin kaygan bir zemin olduğunu, orada insan bir kez kaymaya başladıktan sonra, düşme ihtimalinin sürekli çoğalacağını anlatır. Allah Rasulü: “Töhmet yerlerinden uzak durun… Şüpheli şeylerden kendini koruyan dinini ve haysiyetini korumuş olur… Bir kadınla bir erkek kimsenin olmadığı bir yerde baş başa/halvet kalmasınlar. Kalırlarsa üçüncüleri şeytandır” buyurur. Mustafa Sabri Efendi: “Cinsellik konusu kadar elde edinilenle yetinilmeyip, hep daha ilerisi istenen bir başka konu yoktur” der. Atalarımız da bunu: “Şeytana parmağını kaptıran kolunu da kaptırır” diye özetlemiştir. Hz. Ömer de: “Kendisini töhmet altında bırakacak yerlere devam eden kimse, kendi hakkında sû-i zanda bulunan kimseler kınamasın” der.(75)
Kul hakkına girmemek için şu tedbirleri almalı:
1.Hakkın azının çoğunun olmayacağını bilmeli ve bunu hayatına düstur edinmeli.
2.Efendimizin, şüpheli şeylerden uzak durulması gerektiği tavsiyelerine kulak vermeli.
3.Özellikle günümüz iletişim dünyası dikkate alınarak cd, dvd, kaset, mp3 vs. her türlü eserleri, kitap ve basılı eserleri kullanırken, okurken, dinlerken mutlak surette dikkat etmeli, telif gerekiyorsa ücret verilerek alınmalı.
4.Gerçek anlamda hak edilmeyen her türlü şüpheli şeyden kaçınmalı, uzak durmalı.
5.Esnaf ve tacirler, alıp verirken hesap, ölçü ve tartılarına son derece dikkat etmeli.
6.Toplanan bağışların yerli yerince kullanılması kul hakkı ihlalini de ilgilendiren önemli bir vazifedir. 'Bana verildi, ben vesile oldum, o halde dilediğim gibi harcarım' mantığı kul hakkı ihlaline sebep olabilir.
Namaz ve kul hakkı: Abdulhakim Arvasî: “Namaz kılmayan, namaz kılmamakla bütün müminlere zulmetmiş olur. Çünkü her namazda (Esselamü aleyna ve ala ibadillahissalihin) “Bize ve salih kullarına selam olsun” demekle, bütün müminlere dua ediliyor. Namaz kılmayan kimse, her gün beş vakit namazda yirmi defa tekrar edilen bu duadan, Müslümanları mahrum bırakmış olmaktadır. Yani hakları olan bu duayı terk etmiş olur. Kıyamette bütün müminler bu haklarını alırlar” der. (214)
Ya Rab! Bizi hakkı hak bilip ona uyan, hak olmayan yollara süluk etmekten de sakınan, kul hakkına riayet eden bahtiyar kulların zümresine ilhak et! Üzerinde kul hakkı olacak ve mahşer günü rezil olacaklardan eyleme! Huzuruna eli boş olarak varan müflislerden eyleme! İyi kulların arasına girerek cennete girmeyi bizlere nasip et! (220) (Amin)