Kitap, İslam ve Batı arasında şimdiye kadar devam eden çatışma yerine asgari müştereklerde bir araya gelme ve diyalog ortamının oluşturulması üzerine bir çalışma. Kitapta her ne kadar fikir ve görüşlerden daha çok isimler göze takılsa da geniş bir malzeme zenginliği dikkati çekiyor. Emeği geçenlere ve İbrahim Kalın Bey’e teşekkür ediyor, okuyucuların bu kitabı listelerine eklemelerini tavsiye ederek, sizleri kitaptan bazı bölümlerle başbaşa bırakıyorum:
İslam ve Batı toplumları arasındaki etkileşim alanları, rekabet hissi, çatışma alanları ve uzlaşma zeminleri hangi dinamiklerden besleniyor? Bu süreçte din, tarih, siyaset, etnik kimlikler ne kadar rol oynuyor? Bu tarihi sadece bir savaşlar ve çatışmalar tarihi olarak okumak ne kadar doğru? Bu iki kültür ve medeniyet havzası birbirlerini bundan sonra nasıl görecek ya da görmeli? Bu kitap bu sorulara cevaplar bulmaya çalışıyor. (s.8)
İslam ve Batı ilişkileri, günümüzün en temel sorunlarından biridir. İki dünyanın kendi içinde yaşadığı kırılmalar, birbirleri hakkında algılama biçimlerini derinden etkiliyor. (s.14)
Batı’nın İslam algısı medya mensupları, akademisyenler, uzmanlar, gözlemciler, araştırma kurumları, lobi şirketleri, film yapıcıları, edebiyat insanları ve siyasetçiler gibi son derece karmaşık ve yaygın bir aktörler ağı tarafından üretilmektedir. İnsanlar kendilerine sunulan imajlara, samimi bir şekilde inanmaya başlarlar. Çağdaş medya çalışmalarının da gösterdiği gibi imaj, gerçekliğin yerine geçer. İmajı kontrol eden, gerçekliği de kontrol etmeye başlar. Bu bakımdan İslam ve Batı arasındaki ilişkilerin, çoğu zaman bu imajlar savaşı olduğunu unutmamak gerekiyor. (s.17)
İslam-Batı ilişkilerinin gerginlik alanlarından biri, sömürgecilik mirasının hâlâ devam ediyor olmasıdır. (s.30) Temel sorunlarından biri de, İslam ve Müslümanlar hakkında ilk elden kaynaklara dayalı, sağlam ve güvenilir bilgiden yoksun olmasıdır. (s.39)
İslam, Yahudi ve Hıristiyanları tevhid inancını zedelemekle suçladığı halde, onlara hukukî bir statü vermiş ve din özgürlüklerini güvence altına almıştır. Dinler tarihinde bir ilk olan bu tavır, İslam’ın Hıristiyan hakimiyetindeki bölgelere hızla yayılmasını sağlamış ve İslam karşıtı muhalefeti de kısmen yumuşatıcı bir etkiye sahip olmuştur. (s.43)
Avrupalılar bir din olarak İslam’ı, bir kültür ve medeniyet olarak İslam’dan kesin olarak ayırmış; birincisine şiddetle karşı çıkarken ikincisine hayranlıkla bakmış ve ondan etkilenmiştir. (s.48)
Endülüs İslam’ının ürettiği ‘convivencia’ tecrübesi, çoğulculuğa dayalı, bir arada yaşama tecrübesinin en çarpıcı örneklerinden birisidir. (s.80)
Oryantalizm ne Batılıların İslam’ı ne de Müslümanların Batı’yı daha iyi anlamalarına katkı sağladı, büyük oranda tek taraflı, donuk, hayatiyetten yoksun, egzotik ve geri yahut çökmekte olan bir İslam medeniyeti tasavvuru inşa etti. Bu sorunlu miras, Batı'da hakim olan İslam ve Müslüman imajını bugün de belirlemeye devam ediyor. (s.119)
Tarih boyunca din adına şiddete başvurulmuş ve bu tavır modern dönemde de devam etmiştir. Haçlı seferleri bir tarafa, yakın tarihe baktığımızda hemen bütün dünya dinleri adına şiddet ve terör eylemlerine başvurulmuş ve insanlar öldürülmüştür. (s.142) Örneklere bakarak bu dinlerin özünde terörist, militan vs. olduğunu söylemek ne kadar yanlışsa, aynı şekilde İslam dünyasındaki şiddet ve terörü İslam’ın özüyle irtibatlandırmak da o kadar hatalıdır. Fakat ‘İslamî terörizm’ mitinin uluslararası siyasette ne kadar ‘kullanışlı’ bir sermaye haline geldiğini uzun uzun izah etmeye gerek yok. (s.143)
İslam dünyasında varolduğu ileri sürülen ‘anti-semitizm’/Yahudi düşmanlığı, bir din ya da ırkın mensuplarına duyulan nefretten çok, izlenen politikalara ve ırkçı söylemlere karşı verilen bir tepkinin sonucudur. Filistin’de öldürülen her Filistinli ve Yahudi yerleşimcilere verilen her Filistin toprağı, İsrail devletine ve onun mutlak destekçisi ABD’ye karşı büyük bir öfkenin doğmasına neden oluyor. (s.145)
Batı’nın İslam algısı, aslında kendisinin aynadaki yansımasıdır. (s.150)
Ahlâkî temellere dayanmayan bir çoğulculuk, ancak kültürel anarşizme götürür. Farklı din ve kültürlerin varlığını kabul etmek de özünde ahlakî bir tutuma işaret eder. Kalıcı ve yapıcı bir diyalog, evrensel, aynı zamanda bağlayıcı bir çerçevede mümkün olabilir.
İslam-Batı ilişkilerinin bu yönünü vurgulayan Batılı ve Müslüman düşünürlere göre, İslam ve Batı medeniyetleri, bütün şüphe ve gerginliklere rağmen, kardeş medeniyetlerdir. Arasındaki uzun tarih ve mücadele, başka medeniyetler arasında yaşanmamıştır. (s.154) Bu düşünürler İslam’ı, İbrahimî dinler geleneğinin bir parçası ve son halkası olarak görüyorlar. Tek Tanrı inancı ve buna dayalı ahlak sitemi, son tahlilde üç İbrahimî din arasında ortaktır. Bu dinler arasındaki teolojik farklılıklar, bir çatışma gerekçesi olmak zorunda değildir. Bu manada İslam’ın Batı’nın dinî muhayyilesinin dışında tutulması, büyük bir kayıptır. Bugün yapılması gereken, bir Yahudi-Hıristiyan-Müslüman geleneğinin sürekliliğini vurgulamak ve bu dinlere mensup insanları ortak ahlakî ve manevî değerlerde buluşmaya davet etmektir. Bu, bütün kesimlere önemli görevler yükler. Bu düşünürler, olumsuz söylemleri diyalogun önünde büyük bir engel olarak görüyorlar. Bu düşünürler, İslam ülkelerindeki Amerikan ve Batı karşıtlığının, Müslüman toplumların tutuculuğunun değil, sert dille eleştirdikleri Batılı dış politikaların bir sonucu olduğunda ısrar ediyorlar. Kısaca İslam ve Batı arasında mutlak ve aşılamaz bir savaş yoktur.
İnsanlığın elinde daha adil ve barışçıl bir dünya düzeni için pek çok imkan var. Bunun için bizden farklı olan insanlarla belli ahlakî ilkeler çerçevesinde yaşamayı öğrenmemiz gerekiyor. Ötekiyle barış içinde olabilmekse, kendimizle barışık olmamıza bağlı. (s.156)
Kitabın sonuna eklenen ‘Sultan Abdülhamit Hikâyesi' de ortak iyide buluşabileceklerini gösteren çekici bir hikâye. (s.165)