Toplam yorum: 3.082.320
Bu ayki yorum: 2.000

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

01.03.2010

Kitap, insanlara ait ihtiyarî fiillerin ilâhî irade ve kudretin zorlayıcı tesiriyle meydana geldiğini savunan grupların ortak adı olan Cebriye konusunu ele almıştır. Giriş bölümünde tarih içerisinde cebrilik konusunu işledikten sonra 1. bölüm Cebriye’nin ortaya çıkışı ve kelami görüşlerini, 2. bölümde Cebri fırkalar ile Cebriliğin dini değeri konularını ele almıştır. Konuyu ele alırken diğer mezheplerin de görüşlerini zikrederek konuyu okuyucunun mukayesesine sunmuştur. Zengin kaynak genişliği de okuyucuya konunun hazırlanırken emek mahsulü olduğunu göstermesi açısından önemlidir. Kitabın bir eksikliği olarak istifade edilen kaynakların kitap sonunda bir bibliyografya olarak sunulmaması söylenebilir. Kader ve insanın fiilleri konusunda okuyucuya ellerinde bulunması gereken tavsiye edilebilir bir eser olduğunu ifade ederek kitaptan altı çizili bölümler ile sizleri baş başa bırakıyorum:

İnsanın seçme özgürlüğü, irade ve kudretinin nerede başlayıp nerede bittiği, kelam tarihinin belli başlı meselelerinden birisi olma vasfını hep korumuştur. Kabul edilen tasnife Mutezile, kulun fiillerine kendisinden başka bir gücün dahlini kabul etmezken, Cebriye kulda fiillerin meydana gelmesinde etkili bir kudret bulunmadığını söyler; Ehl-i sünnet ise fiilin, hem kulun hem de yüce Allah’ın iradesi ile meydana geldiğini, Allah'ın fiilin ‘yaratıcısı’, kulun ise ‘kesb edicisi’ olduğunu kabul eder.(Eb.Sifil)(s.9)
İnsan psikolojisinde; başarı ve iyiliklere sahip çıkma, başarısızlık ve kötülüklere sahip çıkmama, aksine faturayı başkalarına çıkarma eğilimi vardır. Bu zihniyet biçimi, fertler için olduğu kadar, toplumlar için de geçerlidir. Tarihsel süreçte İslam dünyasına baktığımız zaman, kaderciliğin hakim olduğu dönemler, genellikle hayati problemlerin üstesinden yiğitçe gelinemeyen dönemlerdir.Nitekim adil yönetim anlayışının bozulmaya, iktisadi ve siyasi ihtiraslar artmaya, medeniyet yerine cahiliye asabiyeti kabarmaya başlayınca kader değil de, Kur’an’ın onaylamadığı kadercilik anlayışı ümmetin genlerine işler ve sosyal davranışlarında da kök salmaya başlar.(R.Altıntaş)(s.13)
Cebriye, Hz. Peygamber’den sonra İslam toplumunda insanın yaptığı işleri insana havale eden ve insan sorumluluğunu kabul eden Kaderiyye’ye bir tepki olarak ortaya çıkmış bir mezheptir.Cemel ve Sıffin savaşlarından sonra öne çıkan büyük günah, iman ve küfür kavramlarının tartışıldığı bir ortamda her şeyin önceden belirleyen ilahi kader karşısında insanın durumu ve onun hür olup olmadığı meselesi bu devre damgasını vurmuştur. Bir anda dini, siyasi ve sosyal içerik kazanan bu mesele insanın, başına gelen musibetleri savuşturmaya gücünün yetmeyeceği tezinden yola çıkarak, insanı fiillerinde mecbur kılan ve onu Allah’ın kudreti ve iradesi altında iradesiz ve güçsüz bir varlık olarak kabul eden Cebriyye mezhebini doğurmuştur.(İsa Doğan)(s.18)

Kader ve irade meselesini çözmeye çalışan Kaderiye işin içinden Allah’ın ilmini hâdis kabul ederek çıkmaya çalışmış, bir şey olmadan önce onu Allah’ın bilmesini kabul etmemişlerdir. Kula hakiki fail gözü ile bakıp Allah’ı ihmal etmişlerdir. Bu sebepten dolayı Kaderiye İslam’da Cebriyye’den daha tehlike kabul edilmiştir.(s.35)
Kur’an tevhidin parçalandığı, Allah’a ortakların koşulduğu bir ortamda gelmiştir. Böyle bir ortamda Kur’anî bir siyaset gereği ayetlerde Allah’ın gücünün, mutlak hakimiyetinin vurgulanıp, olup biten her şeyi Allah’a atfetmek ve Allah’ı tek fail olarak göstermek doğaldır. Buna göre Kur’an ilk olarak muhataplarına şunu öğretmek istemiştir: Allah öyle bir ilahtır ki, mutlak bir güce sahiptir, bu mutlak gücü ile kainata ve insanlara egemendir. Öyle ki, Allah’a rağmen bir şey yapamaz.(s.64)
Kaynaklarda cebre delil olarak gösterilen ayetleri incelediğimizde bu ayetlerin cebirden ziyade Allah’ın ilminin ve kudretinin sonsuz derecede olduğunu göstermek maksadını içerdiğini anlarız. Nitekim insan fiillerinin cebir altında olduğunu delil getirilen bu ayetlerden bir kısmı sebep sonuç ilişkisine dayalı tabiat olayları ile ilgilidir. İnsan fiilleriyle ilgili olan “Allah dilemedikçe öğüt almazlar”(Müddessir, 74/56) şeklinde geçen ayete “Onlar Allah’ın hatırlatmak istediğini mutlaka hatırlarlar” şeklinde meal vermek gerekir. Çünkü Allah’ın, insanlardan bazısına hatırlatıp, bazısına hatırlatmaması mutlak adalete aykırıdır.(s.67)
Allah bir kulunu kör edip sonra gör, sana azap ederim, sağır edip sonra işit, yoksa azap ederim, dilsiz edip konuş, yoksa azap ederim demez.(s.123)
Tarihin her döneminde cebri anlayışa rastlamak mümkündür. Cebrî anlayışın ilk insanla başladığını söyleyenler vardır. Kökleri düşünce tarihinin ve dinlerin başlangıç dönemine kadar uzanan cebir görüşünün izlerine Cahiliyye döneminde ve asr-ı saadet Araplarında da rastlamak mümkündür.
Halk-ı Kur’an meselesinin Yahudi kaynaklı olduğu, Yahudilerin Tevrat’ın yaratıldığına inandıkları bilinmektedir.(s.151) Tevrat'ın yaratılmışlığından hareket ederek Kur'an'ın da mahlûk olduğunu ilk defa söyleyip yayan kişi Hz. Peygamber'e sihir yaptığı söylenen yahudi asıllı Lebîd b. A'sam'dır.
Cehm’in en meşhur olduğu görüşü irade meselesinde olmuştur. O her şeyi Allah’ın hakimiyeti altına sokmuş, O’nun iradesi ve izni olmadan hiçbir şeyin olmayacağını iddia ederek kulların fiillerini Allah’a atfetmiştir. Cehm, irade görüşü ile Kaderiyye’nin karşısında olmuş, onlarla mücadele etmiştir.
Cehm görüşlerini ayetlere dayandırmıştır. Görüşlerinde samimi olduğu kanaati vardır. Aslında Cehm Kur’an’ın mahluk olduğu fikrini de Allah’ı tenzih için ortaya atmıştır. Ayrıca onun görüşlerinden bütün mezhepler yararlanmışlardır. Mutezilenin hür irade görüşüne karşı çıkanlar Cehm’in görüşlerinden hareket ederek Mutezile ile mücadele etmişleridir. (s.216)
Cehm kendisinden sonra görüşlerinin bulunduğu bir eser bırakmamıştır. Onun görüşlerini belirtenler tarafsız değillerdir. Dolayısıyla uygun olan, Cehm’e atfedilen görüşlerin tamamının ona ait olduğu konusunda ihtiyatı elden bırakmamak gerekir.(s.224)
01.03.2010

Kitabı okuyuncaya kadar münafıklara karşı Hz. Ömer’e yakın bir yerde duruyordum. Ancak okuyup Hz. Peygamber’in münafıklara karşı siyasetinin neticelerini görünce Hz. Peygamber’in ne kadar da gerçekçi ve uzun vadeli bir metod uyguladığını anladım. Siz de bugünkü münafıkları nasıl bir metod uygulanacağını düşünüyor ve ilk nifak hareketleri konusunda nasıl davranıldığını merak ediyorsanız işte size tam da aradığınız kitap. Hayırlı okumalar diliyorum. Sizleri önemli gördüğüm paragraflarla baş başa bırakıyorum:

Asr-ı saadette, münafıkların ortaya çıkmasına sebep olan asıl amil, Hz. Peygamber’in Medine’de kazandığı siyasi nüfuz, kurduğu siyasi hakimiyettir. Hz. Peygamber’e Medine’de ilk muhalefet edenler, siyasi sebeplerden dolayı İslamiyet’i zahiren kabul eden ve bunda çeşitli menfaatler bekleyen kişilerdi.(s.24)

“Mekke’de Hz. Muhammed sadece bir vatandaş, Medine’de bir cemaatin baş idarecisiydi.”(B. Lewis) “Hz. Peygamber Mekke’de muhalefette, Medine’de iktidarda idi.” (Welhausen)(s.30)

Hz. Peygamber Medine’den gidenler için, “Medine demirci körüğü gibidir. Temizi alıkor, pisi dışarı atar” demiştir. (Suyutî) (s.35)

Ehl-i nifak daima, üstünlük duygusu ve maddi çıkarları doğrultusunda hareket eden, bunu bir başka yerde göreceğini bilse her an dönmeye hazır olan bir gruptur. Bu yöndeki siyasi menfaat ve asabiyet duygusu, bir kişiyi sarmaya başlayınca, o kişinin gözü başka hiçbir şeyi görmez. Ve o zaman bütün duygular menfaat açısından çalışır, diğer insanî yollar kapanır. Siyasi çıkarını elde etmek, hangi yollardan sağlanacaksa hemen oraya dönmeye, onun icaplarını yerine getirmeye hazır bir duruma girer. İşte Medine’deki nifak hareketleri de ilk önceleri böyle başlamıştı. Bu nifak hareketlerinin başlangıcı tamamen siyasidir denilebilir. Bu siyasetin amacı peşin olan dünya menfaatlerini elde etmeye yöneliktir.(s.46)

Hz. Peygamber, münafıkları meşhur etmemek, İslam toplumu içindeki itibarlarını kaybettirmek suretiyle, onların unutulmalarını sağlamaya çalışmıştır. Münafıklara karşı müeyyide uygulamayışındaki hikmeti budur. İslam devletinin gittikçe güçlenmesinde bunun tesiri büyük olmuştur.(s.180) Hz. Peygamber, sanki onlar toplumda hiç yokmuş gibi davranmış, elebaşlarını da kendi nifakları içinde mahpus etmiştir.

Hz. Peygamber, münafıkları Medine’den sürme yerine, dışa karşı uyguladığı siyasette, İslam devletini ve Müslümanları güçlü göstermeye çalışmıştır. Yahudi ve müşriklere karşı güçlü görünme siyaseti uygulamıştır.

Hz. Peygamber, İslam toplumunun iç problemlerini dışarı sızdırmamak azmindeydi. Nitekim münafıkların cezalandırılması, hatta idamı için müracaat edenlere karşı, “Peygamber, arkadaşlarını öldürtüyor, dedirtmem” cevabını vermişti. Bu olay toplumun birliğini koruma azmiyle beraber, İslam toplumunun nifaka düşmesini, bölünmesini bekleyen müşrik ve Yahudilere karşı da İslam devletini güçlü gösterme siyasetine işaret sayılabilir.(s.183)

Hz. Peygamber, münafıklara tedrici bir metod uygulamıştır. Öyle bir an gelmiştir ki, İbn Übeyy’in ve diğer arkadaşlarının suçları kendiliğinden ortaya çıkmış, nifak olayı tiksindirici bir hal almış, bunun yanında ashab, artık İbn Übeyy’e de zanlı gözüyle bakmıştır. Buna karşılık İbn Übeyy’de bir değişiklik olmamış ama ona tabi olanların imanı kurtarılmıştır.(s.185)

Hz. Peygamber ilk İslam toplumunu nifak konusunda eğitmiş ve onlara bir çerçeve çizmiştir. Hz. Peygamber, kelime-i tevhidi söyleyen kimseler ve ehl-i Bedir hakkında, münafık sözünün kullanılmamasını istemiştir. Ashabın, münafıkları ayrı bir topluluk olarak görmemeleri ve onlara ayrı muamele uygulamayışları da ashaba verilen ölçüler arasında idi.(s.207)

Hz. Ömer’in nifak olaylarına karşı tutumunun İslam tarihinde ayrı bir yeri vardır. Özellikle Hz. Ömer, münafıkların yaptıkları hile ve ikiyüzlülüğe tahammül edemiyor, “Her zaman mümin güçlü ve üstündür, şereflidir” kaidesinden hareket ederek, münafıkların idamını talep ediyordu. Nifak olaylarına karşı sahabenin bakışında Hz. Ömer bir çeşit ölçü teşkil ediyordu. Hz. Ömer, münafıkların ahiretteki hallerini dünya ahvaline uygulayarak şiddet kullanma tarafını tercih ediyordu. Hz. Ömer’in celallendiği yerde Hz. Peygamber onu teskin ediyor, olayların iç yüzünü kendisine anlatıyordu. Netice Hz. Ömer, “Rasulullah’ın işlerinde bizim bilmediğimiz hikmetler var” diyerek ısrarından vazgeçip tevbe ediyordu.(s.211)

Hz. Peygamber’in münafıklara karşı uyguladığı özel metod sayesinde, asr-ı saadetteki nifak hareketleri, kökünden kurutulmaya çalışılmış, münafıkların sayıları ve etkileri yok denecek seviyeye indirilmiştir.

Her toplumda Hz. Peygamber devrindekine benzer fitne ve nifak hadiseleri olabilir. Bu, çok tabii bir cemiyet hadisesidir. Çoğu zaman nifak hadiseleri, idaredeki otorite boşluğundan kaynaklanır. Nitekim nifak, kalpte gizlenen inançsızlığın uygun bir ortam bulunca dışa yansımasıdır. Bu sebepledir ki, nifakın eyleme dönüşmesi de otoritenin durumu ile orantılıdır. Hz. Peygamber, asr-ı saadette kurduğu maddi ve manevi otorite sayesinde nifak hareketleri kısa zamanda önlenmiştir.

Netice olarak diyebiliriz ki, Medine’de nifak hareketleri hazarda İslam toplumunu içte birbirine düşürmek, Ensar-Muhacir arasında iç kavga çıkarmak, Hz. Peygamber’e inzal olunan vahiyleri küçümseyerek yeni Müslümanlar arasında tereddütler uyandırmak, Hz. Peygamber’in şahsı ve aile fertlerini cemiyet içinde lekeleyerek yıpratmak tarzında yoğunlaşırken; harpte Müslümanların cesaretlerini kırmak, düşmana avantaj sağlayıcı yollara başvurmak,-suikast dahil-Hz. Peygamber hakkında kötü fiiller sergilemeye çalışmak ve İslam ordusunu içten çökertmeye çabalamak olarak görülmektedir.
Bütün bu gayretler karşısında Hz. Peygamber, önce dış desteklerini kurutarak münafıkları yalnızlığa itmiş, ashab arasında sağladığı İslam kardeşliği, tevhid ve birlik şuuru ile iç huzur ve güvenliği sağlamıştır. Böylece Hz. Peygamber’in vefatına doğru nifak hareketleri, müessiriyetini tamamen kaybetmiştir.(s.217)
25.02.2010

Kitabı okuyunca dikkatimi çeken noktalar şunlar:
1.Hiçbir din, ihtilaftan, ayrılıktan, mezhepleşmeden uzak kalamamıştır.
2.Günümüzden geriye gittikçe dinlerde de zamanla doğru orantılı olarak anlama ve anlatmanın zorluğu ile farklılık ve ihtilaflar daha çoğalması.
3.Yahudilikteki erginlik merasimi yani erginlik çağına ulaşan erkek çocuğun ibadete katılımı ve dini yükümlülüklerin muhatabı olmasını sağlayan geçiş töreni
4. Yahudilerin tanrılarını başkaları ile paylaşamayıp adeta “Bunlar cimrilik eden, insanlara da cimriliği emreden ve Allah’ın, lütfundan kendilerine verdiği nimeti gizleyen kimselerdir."(Nisa, 4/37) ayetini çağrıştıran bir Milli Tanrı anlayışı sahip olmaları.
5.Yahudilikte kadınlar adına süregelen mağduriyet konularının başında 10.000’i bulan agunalar (kocası kaybolduğu veya kendisine boşama belgesi vermeyi reddettiği için boşanma ve yeniden evlenme hakkına sahip olmayan kadınlar) gelmektedir. (s.183)
6.Kadının konumunu işleyen kişilerin İslam ile mukayese edebilmek için öncelikle Yahudilikteki durumunu okumalarında fayda olacağı kanaatindeyim.

Birinci bölümde Yahudiliğin tarihi seyri işlendikten sonra ikinci bölümde Yahudiliğin inanç esasları, Tevrat, Tanrı İsrail, Peygamberlik Ahiret inancı, Mesihçilik ve kabala başlıkları ile işlenmiştir. Üçüncü ve son bölümde ise Yahudiliğin pratik/yaşamsal yönü doğum-ergenlik-evlilik-ölüm, yeme-içme-temizlik, günah-kefaret-etik, ibadet ve bayramlar, kadının konumu, yabancıların dine kabulü ve Yahudi olmayanlarla münasebet başlıkları ile işleniyor.

Kitap, şimdiye kadar Yahudilik hakkında bildiğimiz bazı bilgilerin doğrulaması/sağlaması ile yanlış ve eksik olan yönlerin tamamlanması konusunda faydalı olacağı kanaatindeyim. Kitabı yeni bir takım bize yabancı olan terimlerin anlamaya yardımcı olması açısından sonuna sözlük olarak eklenmesi faydalı olmuştur. Ayrıca Yahudilerin dünya tarihi üzerindeki seyri, kitap sonunda kronoloji olarak, haritalarla okuyucuya sunulması anlamaya yardımcı olan ek sunumlar olarak değerlendirilebilir.

Kitapta not olarak aldığım cümlelerden bazılarını ifade ederek son vermek istiyorum:
Tarih boyunca hiçbir din Yahudilik ve hiçbir topluluk Yahudiler kadar tartışılmamıştır. Yahudiliği anlamak, insanlık tarihinin anlaşılmasında önemli bir konuma sahip olmaktadır.(s.9)
Yahudiliği faklı kılan bir diğer özellik, onun Tanrı-İsrail ilişkisi üzerine yaptığı özel vurgudur. Tanrı’nın İsrail’i kendi has kavmi olarak seçmesi şeklinde ortaya konan ve beraberinde Yahudi-Yahudi olmayan ayrımını getiren seçilmişlik doktrini ile buna bağlı olan ahit, kutsal toprak ve kuruluş kavramları Yahudiliğin merkezinde yer alan unsurlardır.(s.13)
İbrani, İsrail ve Yahudi nitelendirmelerinin hepsi, dini motifi de barındırmakla birlikte esasen belli bir soya bağlı topuluğu ifade etmektedir. İbranî kelimesi Tevrat’ta ilk olarak Yahudilerin atası kabul edilen İbrahim’i nitelemek için kullanılmıştır. İsrail kelimesi, aslen Tanrı tarafından İbrahim’in torunu Yakub’a verilen isimdir. Kelimenin manası açık olmamakla birlikte, ilgili Tekvin pasajında bu isimle bağlantılı olarak ‘Tanrı’yla ve insanlarla mücadele eden ve galip gelen’ şeklinde bir açıklama yer almaktadır. Yahudi kelimesi ise kökewn olarak Yakub’un dördüncü oğlunun adı olan Yehuda’ya dayanmaktadır.(s.15-16)
Yahudi dini hukukuna göre ‘Yahudi’ isimlendirmesi, Yahudi anneden doğan veya usulüne uygun olarak Yahudiliğe kabul edilen kişiyi ifade etmektedir. Yahudilik’te dini kimlik etnik kimliğin ayrılmaz bir parçasıdır.(s.17) Bir bütün olarak Yahudilik aynı anda bir dini, kültürü ve topluluğu temsil etmektedir.(s.19)

“Yahudiler kimliklerini antisemitizme(Yahudi düşmanlığı) borçludurlar.” J.P. Santre.(s.18)

Yahudiler, sıklıkla kısıtlama ve baskılara maruz bırakılmış, yaşadıkları ülkelerden kovulmuş ve toplu katliamlara uğramışlardır. Nitekim orta çağ boyunca Yahudilerin sıkça ülke değiştirmelerinin arkasındaki en önemli sebeplerin başında ‘kovulma fermanları’ gelmektedir.(s.34)

Müslüman yönetimlerle Hıristiyan yönetimler arasındaki en önemli fark, ilkinde Yahudiler -ikinci sınıf da olsa- zimmî statüsünde bir nevi vatandaşlık hakkına sahip olurken, ikincisinde özellikle prenslerin mülkiyeti altındaki serfler(köylüler) olarak değerlendirilmiş olmalarıdır.(s.35) Özellikle 13.yy’dan itibaren Müslüman hakimiyetindeki bölgelerin Hıristiyan yönetimine geçmesiyle birlikte, Yahudilerin çoğunluğu Avrupa’da ve Hıristiyan ülkelerde yaşamaya başlamışlardır. Bunun en önemli istisnası ise, büyük Yahudi nüfusa sahip olan Osmanlı Devleti’dir.(s.36)

Modern Yahudi oluşumları Reformist, Muhafazakar ve Ortodoks Yahudilik ile birlikte en fazla taraftar toplayan bir diğer hareket ise Siyonizm’dir. Üç büyük modern Yahudi oluşumu, esasen Yahudileri bir dinî ya da dini-etnik topluluğun fertleri olarak içinde yaşadıkları toplumlara entegre etme girişimleri olarak ortaya çıkmıştır. Siyonizm ise başlangıç itibariyle dağınık vaziyetteki Yahudi toplumunu tarihî vatanları olan Filistin’de tekrar millet olarak bir araya getirme ve burada bağımsız bir Yahudi devleti kurma gayesi etrafında şekillenmiştir. Siyonizm fikri, ilk olarak Herzl tarafından seslendirilmemekle birlikte, bu düşüncenin örgütlü bir hareket biçimine dönüşmesini ve dünya kamuoyunda duyulmasını sağlayan kişi odur. Filistin’de bir Yahudi devletinin kurulabilmesi için yoğun bir diplomasi trafiği içine giren ve bilhassa dönemin Osmanlı Padişahı II. Abdülhamid ile görüşmelerde bulunan; fakat bir netice alamayan Herzl, hareketin başarıya ulaştığını göremeden ölmüştür.(s.48-50) Herzl’in Dünya Siyonist Teşkilatı’ın 1897’de kurmasının ve Basel’de ilk toplantılarının ardından hatıralarında bu kongreyle ilgili söyledikleri önemlidir: “Ben Basel’de Yahudi devletini tesis ettim. Bunu bugün yüksek sesle söylesem bütün dünyada bir kahkaha tufanı kopar. Fakat bundan beş sene, belki elli sene sonra muhakkak herkes bunun böyle olduğunu anlayacaktır.” (İA, 37/329) 1948: İsrail'in kuruluşu.
20.02.2010

Ne yazık ki Kitap okuma aşkına yakalanmanın bir ilacı yok. Bunu ancak ilgi çeken kitaplarla sağlamak mümkün. İşte onlardan birisi. Kıymetli Halit Ertuğrul Beye kitap okumayı bize sevdirediği için teşekkür ediyor, hayırlı çalışmalar diliyorum. Kitaptan altı çizilenlerle babaşa bırakıyorum:

Günümüzde birçok insan, kitap okuyamadığından şikayet etmektedir. Bazı insanlar da, okumak istedikleri halde bir türlü başlayamadıklarını, başladıkları zaman da sürdüremediklerini ifade etmektedir. Yani, düzenli ve devamlı kitap okuma alışkanlığı bir türlü oluşmamaktadır.
İstenildiği halde, kitap okuyamama problemi, yeteneklerin sınırlılığından değil, bu yetenekleri yeterince kullanamamaktan kaynaklanmaktadır.
Kitap size istediğiniz zaman ders vermeye hazır bir öğretmendir. Onu yanınızda taşıyabilir, dilediğiniz zaman bilgi alabilirsiniz. Para, yiyecek, giyecek istemez. Tek isteği sizin dikkatiniz ve alakanızdır. Sert konuşmaz, kalbinizi kırmaz, sizi notla korkutmaz. Canınızın istemediği zamanlarda bile ders vermeye kalkışıp sizi üzmez. Soru sorabilir, onunla tartışabilir, fikirlerini kabul etmediğinizi söyleyebilirsiniz. Üstelik beğenmediğiniz öğretmeni değiştirmek elinizdedir.
Büyük insanlarla sohbet etmek, hemen herkesin arzu edeceği bir olaydır. Bunun da bir tek yolu vardır: Okumak. Bir kitabı dikkatle okumak, yazarıyla saatler süren bir sohbeti devam ettirmek demektir. Eserleri vasıtasıyla onların dünya, insan ve hayat hakkındaki fikirlerini öğrenebilirsiniz. Kitaplar, insanlar ve asırlar arasında bilgi alışverişini sağlayan vasıtalardır. Keza, değişik bölgelerde ve ülkelerde yaşayan insanlar arasında bilgi alışverişini de büyük çapta kitaplar temin eder.
Okuma ruhun gıdasıdır. Bir anlamda okuma bir ilaçtır. Ne kadar düzenli ve fazla kitap okunursa, o ölçüde, insanın kendisini tanıma ve keşfetme imkanı olacak, çok iyi ticaret yapan bir insan gibi, ruhunun ve aklının ihtiyacını da temin etmiş olacaktır.(s.19)

Okuma sevgisi/aşkı durup dururken kendiliğinden oluşan bir davranış değildir. Her sevginin oluşması gibi, okuma sevgisinin de oluşması için bazı çalışmalara ihtiyaç vardır. Sevgi; göz, zihin, kalp, ilgi, merak gibi bir takım duyguların harekete geçirilmesiyle meydana gelir. Okuma sevgisi de yoğun bir ilginin, merakın ve sahip olma duygusunun harekete geçirilmesiyle kendini gösterir. Bu demektir ki, bir insana kitap sevgisi kazandırmak için, onun ilgisini çeken bir yazı, bir kitap veya bir konu bulmak gerekir.(s.24)
BİR ÖNERİ:Kitap sevgisinin oluşması için şu noktalara dikkat etmek lazımdır:
1.Kitabı seçerek alın. Çünkü kitap dosttur. İyi dostlar olabileceği gibi kötü dostlar da olabilir.
2.İlginizi çekmeyen kitabı okumayın. Bu tür kitaplar okuma isteğinizi azaltır.
3.Okumayı günlük işleriniz arasına alın.
4.Okumayı ekmek-su gibi bir ihtiyaç olarak görün.
5.Kitap okumanın birçok psikolojik problemleri bertaraf edeceğini bilin.
6.Aldığınız kitapları göz önüne koyun. Onları sıra sıra dizin. Kitaplar sürekli sizlere gülümserse, onları sık sık açıp okuma ihtiyacı hissedersiniz.
7.Mutlaka günlük okuma programı yapın.
8.Kitap hediye edin. Kitap hediye eden, hediye kitap alır.
9.Hızlı okuma tekniklerini öğrenin.
10.Okuduğunuzu özetleyerek, bir kağıda yorumlayın. Yazmak, okumayı hızlandıran önemli bir faktördür.
11.Okumanın, psikolojik dengeleri düzelteceğini, toplumda kişiliğinizi yücelteceğini ve ‘bir bilen’ haline getireceğini unutmayın.(s.27)

“Okuyan insanın zihni her an zinde, dinç ve kuvvetlidir. Zihnin zindeliği ise, insanı pasiflikten ve hantallıktan kurtarır. Çünkü insanın zihni kuvvetli ve zinde olursa, toplum içinde faaliyeti artar, önemli bir şahsiyet haline gelir.”(Dale Carnegie)
Olumlu düşünce, her türlü felaketi ve acıyı mutluluğa dönüştürecek bir dinamizm ve tekniktir. Bütün insanların içinde hayatı zenginleştirmek için yeterli psikolojik kaynaklar mevcuttur. İnsan bünyesindeki güçlü duygular bu kaynakları uyandırabilir. Unutmamak gerekir ki, herkes kendisi için çizdiği sınırların içinde kalmaya mahkumdur. Büyümek ve ilerlemek isteyen kişi sınırların dışına çıkmak zorundadır.(s.43)
İDEAL OKUMA: Her kişinin kendisine has bir ideal okuma tekniği vardır. Kişinin kullandığı tekniğin ne kadar ideal olup olmadığını anlaması için şöyle bir değerlendirme yapmalıdır:
1.Okuduğum kitaptan haz alıyor muyum?
2.Okumayı sürekli hale getirdim mi?
3.Okuma programını eksiksiz uyguluyor muyum?
4.Okuduğumun kalıcı hale gelmesi için not alıyor muyum?
5.Okuma hızımı geliştirmek için bir çaba gösteriyor muyum?
Eğer soruların cevabı ‘evet’ ise, siz ideal bir okuma yapıyorsunuz, demektir. ‘Hayır’ ise, okumanızı gözden geçirmeniz lazımdır.(s.79)
Dünyada okulun ve okumanın önemini kavratan bir geçmişimiz olsun, sonra da okul ve okuma ile ilgili en fazla problem yaşayan bir toplum haline gelelim. Ne kadar acı, ne kadar can sıkıcı bir durum. Türkiye’nin okuma notu çok zayıf. Bu notla ülkemizin sınıfı geçmesi mümkün değil.
ABD’de bir kişiye yılda düşen kağıt miktarı 390 kg.dır. Avrupa’da 90 kğ, Türkiye’de ise 20 kg. olduğu düşünülürse okumayla ilgiyi küçük de olsa bir tespit yapılmış olur.
Yılda kitap basma miktarı Amerika’da yılda 72.500 adet, Rusya’da 82.000, Japonya’da 42.000, Fransa’da 27.000, Türkiye’de ise yılsa 7.000 adet kitap basılmaktadır.
Konuya bin kişiye düşen kitap sayısı olarak bakıldığında Rusya’da bin kişiye düşen kitap sayısı 18.000, ABD’de 12.000, Almanya’da 2.700, Japonya’da 1.000, İspanya’da 170, Türkiye’de ise sadece 7’dir.(s.129)
Almanya’da yaşayan bir kişi bir yılda ortalama olarak kitaba 60 sterlin (100 dolar=150 TL), İsviçre’de 55, Fransa’da 51, ABD’de 50, Japonya’da 48 ve İngiltere’de 45 sterlin ayrılmaktadır. Türkiye’de ise 2 sterlinle 40. sırada yer almaktadır. (s.130)
Geçmişimiz böyle değildi. Müfessir Fahreddin Razi, yazdığı kitapları hesap ediyorlar, çocukluğu dahil, hayatında her güne 15-20 sayfa düşüyor.(s.138)

“Mümkün olsaydı her karış toprağa buğday eker gibi kitap ekerdim.” Horace Mann
20.02.2010

İslam toplumu arasındaki ihtilafların, daha doğrusu sevgisizliğin temeline inildiğinde, bunun; diyalog eksikliğinden, yanlış anlamadan ve Müslümanları birbirine düşürerek güçlerini kırmak isteyen çevrelerin çalışmalarından kaynaklandığı görülür. Bunu ortadan kaldırmanın en uygun yolu da Hz. Ali’yi yakından tanımakla mümkün olur.
Hz. Ali’yi ne kadar biliyoruz, ne gibi özellikleri var, biz daha çok hangi özellikleri ile tanıyoruz? Biz yeteri kadar seviyor muyuz, yoksa başkaları aşırı mı seviyor? Bir de mesela Hz. Ali’nin fazileti için eser yazarken İmam Nesai’nin hadisleri topladığında başına neler geldiğini biliyor muyuz? İmam Nesai'nin yediği dayaktan, ayrıca bu dayağın etkisi ile vefat ettiğinden haberimiz var mı? Toplumumuzda daha çok kahramanlığı ve yiğitliği ile dillere destan olmuş Hz. Ali’nin akıl hikmet ve ilimle bütünleşmiş, manevi olgunluk ve büyüklükle taçlanmış dünyası ise daha az tanınmıştır. “Büyük halifeyi ilahlaştıran veya tekfir eden cüretkârlar karşısında Hz. Ali'nin gerçek portresinin çizilmesine ihtiyaç vardır." diye düşünüyorsanız;

İşte bu Hz. Ali’yi okumaya ve tanımaya başlamak için derinlemesine olmasa da genel itibarı ile ilk ele alınabilecek kitaplardan birisi. İslam Ansiklopedisindeki maddenin de bir bölümünü hazırlamış olan Hocamız E.Ruhi Fığlalı Bey kitabını hazırlarken Hz. Ali'yi özellikleri itibariyle ele almış.

HAZIRLIK adlı ilk bölümde, Hz Ali’nin doğumu ve onu tanımaya yönelik ilk ve öz bilgiler verilmiş. Şu kısım dikkat çekici:
Künyesi, Arap âdetine göre ilk oğlun adına nisbetle ‘Hasan’ın babası’ anlamına gelen Ebül-Hasan’dır. Hz. Peygamber tarafından verilen bir künyesi de Ebu Türab(toprak babası)’dır. Hz. Peygamber, bir gün kızı Fatıma’nın evine gelir ve Ali’yi göremeyince nerede olduğunu sorar. Hz. Fatıma, biraz atıştıklarını ve onunda kalkıp gittiğini söyler. Bunun üzerine evden ayrılan Hz. Peygamber, yanındakilerden birine onu aramalarını ister. Daha sonra Mescid’de yattığını öğrenince Hz. Peygamber oraya gider ve onu ridası sırtından düşmüş, vücudu toza toprağa bulanmış uyur vaziyette görür. Eğilerek eliyle tozu toprağı silker ve ‘kalk ey Ebu Türab!’ der. O yüzden Hz. Ali’nin bu künyeyi çok sevdiği rivayet edilir.(Buhari) s.2)

KAHRAMAN adlı ikinci bölümde ve Hz. Ali’nin savaşlardaki kahramanlıkları ile evliliği konusunda bilgiler veriliyor. Şu anekdotlar ilgi çekici:
Rivayete göre Hz. Fatıma’yı önce Hz. Ebubekir ile Hz. Ömer’de isterler. Ancak Hz. Peygamber bu taleplere olumlu cevap vermez ve sükut ederek Allah’ın emrinin beklediğini bildirir. Ensardan bazıları da Hz. Ali’yi Hz. Fatıma’yı istemesi için teşvik ederler. O da Hz. Peygamber’in huzuruna gidip Hz. Fatıma’yı ister. Hz. Peygamber’de razı olur ve “Allah aralarında dirlik-düzenlik versin, soylarını arıtsın, rahmet anahtarları, hikmet madenleri kılsın” buyurur. Sonra da Hz. Fatıma’yı çağırır ve bir kapla su getirmesini ister. Bu sudan bir avuç alıp, Ali’nin ve Fatıma’nın başına ve üstüne serperek “Allah’ım sen onları ve soylarını kutlu kıl!” diye dua eder.(s.12)
Hz. Ali bir gün Rasulullah’a “Ya Rasulallah! Ben mi yoksa o(Fatıma) mu sana daha sevimlidir?” diye sorar. Hz. Peygamber’de “O bana senden daha sevimlidir. Sen ise bana ondan daha kıymetlisin” cevabını verir.(Müsned)(s.13)

BEKLEYİŞ adlı üçüncü bölüm Hz. Peygamber’in vefatından, halifelik kendisine gelinceye kadar ki dönemi anlatıyor. Yazar halifelik konusunda çıkan ihtilaflar hususunda şunu tavsiye ediyor:
Bu konudaki tartışmalara girmeye gerek yoktur. Konunun o günün şartları, alışkanlıkları ve insanın psikolojik tezahürleri açısından ele alınarak değerlendirilmesi yoluna pek gidilememiştir. Öte yandan mutlaka dikkate alınması gereken husus şudur: O zamanın olayları ile ilgili rivayetler hakkındaki ilk yazılı vesikalar, olaylardan en erken bir yüzyıl sonradır. Bu bakımdan tarihte bin yıldan fazla bir zaman önce cereyan etmiş olaylara yaklaşırken, o olaylara karışan insanların tavırlarını, kişiliklerinin, içinde yaşadıkları toplumun şatlarını ve alışkanlıklarını, gelenek ve göreneklerinin göz önünde bulundurmaksızın, sırf eldeki kuru vesikalara dayanarak çözümlemeye veya açıklamaya çalışmak, insanı, küçümsenemeyecek yanlışlara düşürüp bir takım faydasız polemiklere sevkedebilir.(s.50)
Hz. Ömer döneminde İslam Devletinin baş danışmanlığını yapmıştır. Hz. Ömer, bilgisinin üstünlüğünü “En isabetli hüküm verenimiz Ali idi” diyerek ortaya koymuştur.(s.56)

DEVLET ADAMI adlı dördüncü bölümde Hz. Osman’dan sonra Hz. Ali’nin halife seçilmesi, şehit edilişine kadarki dönem ele alınmıştır.
Hz. Ali’nin yaralandıktan sonra oğulları Hz. Hasan ile Hüseyin’e yaptığı bir vasiyeti vardır ki, onun yüksek karakterini ve imanının gücünü göstermesi açısından önemlidir:
“İkinize de Allah’tan çekinmenizi, dünya sizi arasa, istese bile, size onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini yitirdiğiniz içinde hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; ahret ecri için iş görün. Zalime düşman mazluma yardımcı olun. İkinize, bütün çocuklarıma, aileme ve bu yazım kime ulaşırsa ona, işlerinizi düzene koymayı ve aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah’ın salat ve selamı ona olsun, dedenizden şöyle söylediğini duymuştum: “İki kişinin arasını bulmak, bütün(nafile) namazlardan oruçlardan üstündür.”(s.81)

KAMİL İNSAN adlı beşinci bölümde Hz Ali’nin, hayatında söylediğini yaşayan, ihlası, takvası ve imanının derinliği ile topluma önderlik etmiş ender isimlerden biri olarak ele alınmıştır. Hz. Ali sahabenin ilk kelamcısı ve dolayısıyla İslam ilimlerinin en üstünü sayılan Kelam ilminin kurucusu, ayrıca Tefsir ilminde de önde gelen bir isim olduğu kabul edilir. O'nun asıl ilmi şöhreti, hikmet ilmi sayılan tasavvuf alanında olmuştur.(s.91)

EFSANE ADAM adlı altıncı bölümde Hz. Ali’yi insanüstü, olağanüstü görüp göstermek isteyenlerin nerede, nasıl ve ne zaman oluştuğunu veya ortaya atıldığını bilemediğimiz efsanevi ve menkıbevî haberleri ele alınır.