Eşsiz bir üslupla, etkileyici bir samimiyetle ve coşkuyla harmanlanmış bir sevgi ile kaleme alınmış, tüm siyer kitapları içinde ayrıcalıklı bir yeri sahip Necip Fazıl’ın ‘gaye eserim’ dediği şaheseiyle karşı karşıyayız. Eserini 30 yaşında hayat yolunu değiştirmesine vesile olan Arvasî hocasına ithaf ettiğini belirten Necip Fazıl, 1950’de kaleme almaya başladığı Allah Resulünün mübarek hayatlarını, ancak 1969'da nihai şekline ve ismine kavuşmuştur. Kitap, siyer kitaplarının alışılmış anlatımlarından farklı bir üslubu yansıtıyor:
Tefsir, hadis, siyer ve nakil olarak en emin kaynaklardan devşirili ve kaynaklarını tek tek göstermek tasasından uzak bu eser, sadece iman sahiplerine hitap eden bir özellikle yazdığını okuyucuya ifade ediyor. (s.5) Kitabı okuyup bitirdiğinizde ‘acaba Necip Fazıl bir Kur’an Meali yapsaydı nasıl olurdu?’ diye düşünmeden edemiyorsunuz.
Kitapta dikkati çeken konulardan birsini de Üstad’ın özellikle Efendimize bir kaç yerin dışında ismiyle hitaptan kaçındığını, Efendimizi anarken‘Gaye - İnsan ve Ufuk – Peygamber’ şeklinde ifade de bulunduğunu görüyoruz.
Kitabın bir başka özelliği de yalın bir siyer kitabının dışına çıkarak ilgili konularda bilgi ve açılımlarda bulunmasıdır: Özellikle akıl-hakiki aptal değerlendirmesi, (s.9-22); Kabe (s.92); Hatice (s.106-108), Manevî Miraç (s.243), Yahudi ve münafık (s.263), oruç (s.273), zekat (s.422), şiir ve şair (s.463), Allah sevgisi (s.490) ve Kur’an tefsir ve meali (s.509) konuları dikkate şayandır.
Kitaptan bazı alıntılar şöyle:
Senin bana inandırdığın ve seni bana inandıran Allah, öz dilinle hitap etmiş ve Sana demişti ki: “Sen olmasaydın, sen olmasaydın, âlemleri yaratmazdım!” Sana, işte bu Allah kelâmının sonsuz kılavuzluğu içinde inanıyorum! Sana inanmış, inanmakta ve inanacak olanlar, deniz kıyılarında kum misâli… Ben de bu hudutsuz yığında bir kum tanesiyim.
Sana inanan herkes, göz alabildiğine geniş bir sed üzerinden eşsiz bir manzara seyreder gibi, Seni, oldukları yerden, yerlerinin görmek ve bilmekte verdiği imkanların gözlüğünden seyrediyor. Bense Allah’a hamd ediyorum ki, seni, o kum tanesine, uzun zaman çilesini çektiğim birtakım idrak mahremiyetlerinin “Yakın”a açılmış yakıcı penceresinden gösterdi Keşke sahiden, topuğunu bir kere öpebilmiş bir kum tanesi olsaydım! (s.8)
Hakikî aptal, o boş kâğıdın üzerine hiçbir şey yazmamış olan değil, saçma - sapan, kör - topal, yalan -yanlış şeyler karalamış ve onlara sımsıkı sarılmış olandır. Yani, aptallıktan yola çıkıp akla varmamış ve yarı yolda kalmış idrâk cücesi...
İnanmak, ya çok üstün, kendi kendini kül edecek kadar üstün bir akıl davasıdır; yahut, yarı yolda bangır bangır iflâs eden aklın her türlü desteğinden mahrum, fakat gizli bir ruh feyziyle gayesini sezmiş ve fikir kargaşalığından kurtulmuş sâf ve basit adam işi... (s.9)
Akıl, ancak sırları fazla kurcalamamak, mıncıklamak, örselememek, gizlinin ve kendisinin hududunu tanımak hikmetine erince akıl...
Esseyyid Abdülhakim (Arvâsî) Hazretleri:
“Hiç yemeğin tadı, tuzu, tek kelimeyle lezzeti, çatal ve bıçakla aranıp bulunabilir, kesilip ayıklanabilir mi? Ancak zevkle, zevk anlayışıyla bulunur.”
Evet, akıl, lezzeti çatal ve bıçakla yakalamaya çalışmanın âleti... (s.22)
Akıl gözü olmadan hiçbir şeye bakamıyacağımıza göre, demek ki, başlıca usûl mecburiyetini yerine getirdik. Akıl gözü, kendi körlüğünü bile gözüyle görmeli ki, kabul etsin. Bu derecesi olur mu körlüğün? Akla de ki: “Senin son ve en büyük fatihliğin, kendi kuvvetinle kendi kendini avlaman, kelepçelemen ve teslim olmandır!”
Onun içindir ki, dediler: “Bu iş ne akılla olur, ne de akılsız...” (s.23)
Büyüklerin ölçüsü: “Kadınların, erlerine hizmet, muhabbet ve izzet göstermeleri, Hazret-i Hatice'nin sünnetidir.” (s.106)
Zeyd oğlu Abdurrahman:
— Âdem Peygamber demiştir ki: «Ben Kıyamet ve hesap gününde bütün insanların efendisiyim! Yalnız bir tek Peygamberin değil... O'nun ismi Ahmed'dir; ve bana karşı iki faziletle üstün kılınmıştır. Bu faziletlerden biri O'nun zevcesidir; daima kendisine bağlı kalacak ve kendisinin hayrına çalışacak olan zevcesi... Benim zevcem ise benim zararıma çalıştı. İkinci fazileti de, Allah'ın O'na en fazla yardım etmiş bulunması ile O'nun şeytanını İslâm'a getirmesidir. Benim şeytanım kâfir kaldı.»(s.108)
İmanın tam olduğu yerde ispat yoktur. (s.231)
Her sıyrılış, mutlaka arkasından bir atılış çeker. (s.240)
İlk defa kendi Peygamberine ihanet eden ve sonra bu hain ruh etrafında hususî surette mayalaşan ve ırklaşan mel'un kandan gelmektedir. Yahudi'nin tarifi budur.
Münafık, İslâm şevketi önünde acze düşen ilimli küfür ruhunun tebdil gezmeye başlayanıdır.
(s.263)
Oruç, Allah için bütün gün aç ve susuz kalmanın ulvî rejimi... Nefs denilen içimizdeki şeytanın, senede bir ay, gündüzleri aç ve susuz, demir parmaklıklar içine alınması ve bütün çığlıklarına arka çevrilmesi...
Oruç, nefsi kırbaçlamanın en tesirli vasıtası... Ve maddî ve manevî sayısız nimetin kaynağı.
Aslî Kıble tecellisinin peşinden, nefsi kırbaçlamanın ibâdet şekli de farz oldu. (s.273)
“Ben Şairim, gaibi kurcalayan çilingir: Canlı cenazelerin başında Münker - Nekir...”
Doğruluk derecesini bilmediğim, fakat neticede her güzel şey gibi özünü mutlaka O'na bağlı gördüğüm bir hadis: “Allah'ın esrar hazinesi Arşın altındadır. Anahtarları da şairlerin diline verilmiştir.” Allah'a ve esrara, yani kendi iç gayesine, vücut hikmetine bağlı şiir ve şair, Allah'ın Resulü tarafından en büyük himayeyi gördü. (s.463)
O'nun bir velîsi sadece o nurun bir zerresine tevarüs etmekten ibaret veliliğin bir örneği, asırlarca sonra başını seccadeye koyacak ve diyecektir ki:
— Allah'ım, beni kızdırma; yoksa ne kadar merhametli olduğunu halka ifşa ederim; sana tapacak tek fert bulamazsın!
Bu cür'etli eda, aşk içinde yanan ve gözü o ân hiçbir şey görmeyen o velîye, o velînin makamına mahsustur ve bizce benimsenemez. Bize düşen, ölçüleri zedelemeden aşkın ne büyük şey olduğunu düşünmektir. (s.490)