Toplam yorum: 3.087.413
Bu ayki yorum: 7.100

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Şehrin ortasından demiryolu geçer, bir ucu limanda denize karışırken diğer ucu tepeleri dolanır, içerilere doğru. Karabük'e uğrar, orası da kapkaradır. Kömürün çıktığı her yer kapkaradır, binalar bacalardan yayılan dumanlara karışır, yeşil de karaşındır orada. Geri dönelim, demiryolunun yakınından dere akar, doğduğu yere ilerledikçe yoksulluk artar. Çingene mahallesi oradadır, anlatıcıyı tükürük yağmuruna tutan, üstünü başını parçalamaya kalkan çocuklar o derenin kenarında oynarlar. Yaşlılığından geriye bakıyor anlatıcı, çocukluğunu baştan kuruyor, bazı parçaların eşleşmemesi veya anlatıcının eksiği yalancı hatıralarla kapamaya çalışması sonlara doğru mesele haline gelecek de şehirden ayrılmamak istiyorum çünkü bildiğim yerler, dolanmaktan bıkmadığım caddeler, her şey tanıdık. O yoksulluk, karanlık, kötülük aşina, benim bildiğimle anlatıcının bildiği arasında yetmiş yıl olsa da pek bir şey değişmemiş. Yetmiş yılda neyin değişeceğini düşünüyorsam. Sahile koskocaman bir cami diktiler, liman mahvoldu, bir bu. Anlatıcıya çok daha fazlası, öğretmen okuluna gittiği zaman geriye baktığıyla kendi çocuğunu büyüttüğü zaman baktığı bir gibi görünüyor ama değil, ilkinde kendine üzülürken ikincisinde yaşamın ne olduğunu anlamış, gördüğü muameleyi kendi çocuğunu büyütürken göstermiş ve annesine duyduğu sevgiyi yitirmiş, kadını huzurevine yollayarak belki de kendi çocukluğuna nokta koymak istiyor. Six Feet Under'ın son on beş dakikasında sezonlar boyu birlikte yaşadığımız karakterlerin ölümlerini görürüz, Yalçın da aynı tekniği kullanıyor ama duygusallığı azaltarak. Annenin şeker kokusu yoktur artık, babanın sevecenliği çoktan yitmiştir, ölümden bir tek Ali kurtulur, çocukluk aşkı, o da Ali'nin memur ailesinin tayini çıktığı için. Eşyalar kamyona yüklenirken vedalaşmaya gelir anlatıcı, çocuğa sesini duyurmaya çalışır ama Ali dönüp bakmaz, vedanın yükünü taşımak istemediği için dayanabildiğince dayanır, nihayetinde yüzünü döner anlatıcıya. Bir o yüz hatırlanacak, diğerleri zaman geçerken silinip gidecek. Ne acı hikâye, Yalçın'ın her metninde yoksullukla boğuşan karakterleri var da buradakiler kadar çabalayanı, açlıkla boğuşanı yoktur herhalde. Bu romandakiler tepelerde bir yerde yaşıyorlar, şimdinin üniversite mahallesi olabilir, hükümet meydanı çok uzak olmadığına göre o civarda. Biraz toparlamışlar oraları, denizi gören muhitlere varsıllar yerleşmiş, önceleri ahşap evler ve fakirlik varmış. Anlatıcının -bundan sonra "A"- babasının çarşı içinde eskici dükkânı varmış, evleri bir tepenin yamacında, fareyle dolu. "Çok sonra gittim bir gün ve gördüm. Daha doğrusu, göremedim. Yoktular çünkü. Ne kadar küçük ve güzel şey varsa bir bir öldürülmüş, yerlerine kalın, çirkin büyüklükler konmuştu. Anıları taşımaktan yorulmuş gibiydim o gün. Ne çok şey değiştirmişti otuz yıl; soyut, anlamsız bir dünyaya girmiştim sanki. Hiçbir tanıdık yüz yoktu. Bir fotoğraf yalnızlığı içindeydi her şey." (s. 4) Annesiyle babasının mezarlarına da gitmez, bir tek yağmuru bilir ve otobüsten iner inmez kucaklar yağmuru, kollarını nasıl açtığını görebiliyorum çünkü oradan ayrılırken ben de açmıştım. Yağmurla birlikte bir koluyla tepeleri, diğer koluyla denizi de kucaklar insan. Zonguldak.

Fragmanlar, yaşam parçaları. Çok ileriden geriye bakış, haliyle ilerinin dünyasını geriye yığmaca var ama yaşama uğraşı unutulmamış, bilinç kodlar halinde sunuyor barındırdığını. Anneanne yakınlardaki bir kasabadan geliyor sık sık, neresi acaba, Kilimli veya Kozlu? Acımasız, insafı olmayan bir kadın, A'nın sadece yaşadıklarını bildiğinden, anlattığından yola çıkarak söyleyebiliriz ki karanlıkta kalan geçmişinde daha beter yokluklar var belli ki, kızıyla torununu kurtarmaya çalışıyor. Bir parça sevgiyi neden göstermiyor torununa, sevgi açlıktan ölünce geriye hiçbir şey kalmıyordur belki. İletişim yöntemi şiddet, konuşarak hiçbir şey halledilmiyor, böyle bir ortamda incelik yeşermiyor, insanlar birbirlerinden kolaylıkla vazgeçebiliyorlar. Hikâyenin hüzünlü yanı bu, A'nın gördüğü yakınlıklar hep bir koruma güdüsüne bağlı.

1940'ların Zonguldak'ı. Savaş var, karartma var, ışığın geldiği evleri basıyor askerler. "Radyolu ev" sayılı, A'nın amcalarından birinin evine gidip havadis alıyorlar, savaş bir bitse belki biraz daha rahatlayacaklar. Kıyıda cesetlere rastlamaya başlıyorlar, Tuna'nın taşıdığı Alman askerlerinin yüzleri yenmiş, kamuflajları yırtık, çocuklar için ölüm dersi. Okulda eziyet, gül getiren şişman öğrencisini her gün döven öğretmen, gül artık neyi hatırlatıyorsa. Ne ince: Sınıfta dalga geçiyorlar A'yla, birileri babasının halini duymuş da makara yapıyor. A kimin haber uçurduğunu bilmiyor ama küçük yerler öyle, herkes her şeyi duyar. Sonra babasının çarpıklığını taklit ediyorlar tahtada, o âna kadar öfkeden kıpkırmızı kesilen A sonuçta çocuk, taklidi görünce o da gülmeye başlıyor. Yetişkinliğinden de çocuk, nereden bakılırsa bakılsın o kederden başka bir şey görülmüyor. Baba her zaman odakta, gözyaşlarını erkenden bıraktığı için. "Uyanıyorum bazı geceler; gidip birilerini bulmak, onlara sormak istiyorum; neden yaptınız? Bir insanı, üstelik yarısı sönmüş bir insanı neden öldürdünüz durmadan?" (s. 51) Anne gözlerini silip suçunun olmadığını söylüyor, anneanne ölünün karşısında suskun ama memnun, kimse acıyı paylaşmıyor, sevgiden ne kalmışsa sunmuyor, sadece yaşıyor. Sadece var oluyor demeli. İnsan hissettiğiyse.

İrfan Yalçın'ı uzun aralıklarla okuyorum çünkü kaldıramıyorum o kederi, derinlerde bir yerden yakalayıp can yakıyor. Öyle bir roman bu da.

Blondie'nin şerife racon kestiği sahne Vahşi Batı'da güvenliğin evlere şenlik olduğunu gösteriyor, kasabalıya para yedirip şerifliği satın alabilir, gönlümüzce at koşturabiliriz. Sisters Kardeşler -"Biraderler" daha şık olurmuş ki film uyarlamasının adı böyle- daha yakından görmemizi sağlar o dünyayı. Matrak bir romandır, karakterler tam karikatür değildir de o sert doğa ve sert insan tokuştuğunda ne olur, gangster tayfanın kırsala yayılma çabası tipik kovboyları nasıl etkiler, komiklik ayarı biraz yüksek bir hikâyede dünyanın bir de o yüzü. Namınız almış yürümüştür, efsanesiniz, bir köşede sakin sakin yaşayıp ölümü bekliyorsunuz ama başınıza iş geliyor, herkes peşinize düştüğü için silahları tekrar kuşanıyor, anlaşılmak için peşinize düşenlerin dilini istemeye istemeye konuşmaya başlıyorsunuz. Sert, doğrudan. Parçaları bir araya getirmeye çalışıyorum, sayısız kaynaktan sayısız sahne eklenebilir ama Doyma Ânı'yla bitireceğim çünkü Johnson'ın metnindeki zaman diliminde geçiyor mevzu. Bu kitap da Pulitzer almış, ABD tarihini iyi işleyen metinler alıyor, malum. Stegner yabanda var olmaya çalışan, insanların kendi kanunlarını çat çut uyguladıkları zamanlarda medeniyetten uzağa düşmemeye çalışan karakterlerine karşı yufka yüreklidir biraz, iki adım ötede insanlar asılırken o manzarayı göstermez çünkü esas kadının korkusu, esas adamın korumacılığı daha önemlidir, zaten anlatıcı da duygusal değişimleri, ABD'nin orta yerinde yeni yeni kurulan kasabaların yaşamı nasıl değiştirdiğini üç nesle yayarak gösterme derdindedir, çarpıcı sahneler sunmaz. Bu sahneleri Johnson sunar, Carver'dan aldığı elle atmosferi olduğu gibi yansıtarak vahşiliği gündeliğin bir parçası haline getirir. Robert Grainier'ı doğrudan olayların orta yerine fırlatır mesela, Spokane Beynelmilel Demiryolları'nın depolarından hırsızlık yaptığı düşünülen Çinli bir ameleyi infaz etmek için uğraşan Grainier'ın psikolojisi hakkında hiçbir bilgi vermez. Yıl 1917, mekan Idaho, demiryollarının iskeleti oluşturulmuş ama internetten şak diye yaptığım araştırmaya göre hararetli çalışma 1970'lere kadar devam etmiş, yani hâlâ zengin olma hayalleri kurulabilir oralarda. O dönem Çinlilere karşı yükselen nefret dalgasının sonucu. Robert E. Howard, H.P. Lovecraft gibi yazarların metinlerindeki ırkçılığı anlatan bir önsöz vardı, Dost Körpe yazmış olabilir, ilk orada rastlamıştım bu meseleye. Grev!'de sınıf mücadelesi yürütülürken Siyahi işçileri dışlayan beyaz işçilerin kaybettikleri gücü hiç umursamadıklarını görüyorduk, feminist mücadelede de benzer bir tablo vardı, patronlar ve uşaklar bu farklılıkları fiştekleyerek örgütlü mücadeleye uzun süre çomak sokmayı başarmışlar. Benzer bir tablo bu metinde de var, Johnson eşelemeden devam ediyor ve ailemizin akıbetini daha başlarda sunuyor: "Karanlıkta kızının gözlerinin köşeye kıstırılmış vahşi bir hayvan gibi kendisine döndüğünü fark etti. Düşünceleri ona bir oyun oynuyordu aslında sadece ama tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Ürpererek yorganı boğazına kadar çekti." (s. 15) Hikâyenin ana çizgisi bu, yolları çatallanan hikâyelere bakacağız.

İnşaatında çalıştığı köprüden geçen treni görünce sevinir ve hüzünlenir. Grainier'ın çalıştığı sayısız inşaattan biridir orası, anlatı bir anda onlarca yıl sonrasına uzanır ve ömrünün sonlarına gelmiş Grainier'ın kişisel tarihinin karman çormanlığını aktarır. Mistik olaylara değinmeyeceğim de gerçekliği sorgulayacağım, Kate'in malum gizemi aslında yasın çarpıttığı bir yaşam algısının ürünüdür belki, tartışılır. "Grainier bir keresinde de sihirli bir at ile bir kurtçocuk görmüş ve 1927 yılında çift kanatlı bir uçakla uçmuştu. Hayat hikâyesi hatırlayamadığı bir tren yolculuğuyla başlamış, sonunda da kendini içinde Elvis Presley'nin bulunduğu bir trenin dışında bulmuştu." (s. 25) Çift kanatlı bir uçakla uçmanın kurtçocukla karşılaşmakla aynı hakikat düzeyinde yer alması makul, tren yolculuğunun hız yüzünden delirtici olacağının düşünüldüğü zamanlar çok uzak değil, uçak gibi akıl almaz bir icat daha da korkunç. Ne mucizevi çağ, süper kahramanların kolaylıkla kabul görmesi, benimsenmesi hiç şaşırtıcı değil.

Grainier'ın çocukluğuna bir geri dönüş, Çinli bir ailenin kasabadan sürgün edilmesi ilk hatıra. Çizgi bulanır iyice, gerçekle hayali karıştırmaya başlarız çünkü Grainier karıştırmaya başlar, adamın algılarından ibaret bir uzamın her tahlili aşırı yoruma kaçmaya meyillidir.

İyidir, romandır, tavsiye ederim.

1989'da Kafka okumuş, Mansfield, biraz Örik, beş altı yazarın metinlerine dalıp çıkmış Birsel, döndürüp döndürüp koyuyor ortaya, oradan buradan baktırıyor. Milena'nın mektuplardan bir şey anlamadığı olmuş, buna rağmen yazmaya devam etmiş Kafka, bir ara Milena'ya mı artık, mektupların arkasını kesmek gerektiğini söylemiş ama aynı mektupta kesmemek gerektiğini de söylemiş, bir iki kez tekrarlanmış bu, anladığımız kadarıyla mektuplaşmaya devam etmişler, çünkü bir insan bir şey yapmak istediği zaman yapar, zarar ziyan dinlemez, mektup yazmanın ziyanını Kafka bilse de zararına razı gelmiş ve yazmaya devam etmiştir çünkü insan yapar öyle, kim durdurmuş kendini. Milena'dan mektup geldiği zaman açmazmış Kafka, bir müddet elinde dolaştırırmış, bir elinden diğer eline küçük tur, bir odadan başka odaya büyük tur, zarftan mazrufa ölçeğe gelmeyecek bir seyir. Bir daha okurmuş sonra, defalarca okuduktan sonra bakarmış ki yenisi gelmiş, eski mektuptan yeni mektuba neşe dinmezmiş. Mektuptan mektuba bir hayat, o sırada arkadaşlarla geçen zaman, işyerinde dilekçeler başvurular, evde baba terörü, azar azar yiten sağlık ve sabahlara kadar yazı çizi, Kafka bunların toplamından çok daha fazlasıysa da bunların toplamı. Bir pusulacık olsun gönderirmiş mesela, mektup değil de küçük bir şey, yazısız bırakmamak için. Yazısız kalmamak için. Yazısız kalmamak için mi onca yazıyor, mesela iyi bir romanı baştan okur gibi mi okuyor o mektupları Kafka, iyi bir yazarı buldu mu bırakmak istemiyor da sevgiyi uyandırıyor bir yandan, olduğunca. Ertesi kayıt: Mansfield'ın kedili öyküsünden M.Ş.E.'nin "Soysuz Kedi"sine bir şpagat açar Birsel, Esendal'ın 1913'te kullandığı sözcüklerin pırıllığını göklere çıkarır da bu sözcük kullanımı, daha şık bir şey, "dizdiği sözcükleri" belki, tamam. O öyküleri ortaya çıkarmamıştır Esendal, zaten gençlik öyküleridir, mesela o öyküleri ortadan kaldırmak mı lazımdı neydi, beğenmesek de kendi yaşamları yok mudur artık öykülerimizin, bir kere biçimlenince kendi yaşamlarını sürdürmezler mi, alengirli konu. Hani çok iyi öyküler yazmıştır da böyle öyküleri de vardır yazarın, böyleliği gözden uzak tutmanın nedeni. Neyi beğendirmeye çalışır yazar, beğendirmeye mi çalışır, sakladığı kendisidir. Değildir, öyküdür, öykünün kendilikle ilgisi yoktur. Böyle mi düşünür? Yazar ne düşünür saklarken bilmem, ben okumak isterim ve ayıplamam, "Onca şeyi yazdın da bunları niye çıkardın şimdi?" demem. Kim nesi varsa çıkarsın. Bence. Esendal'ın bir öyküsünün başında "dördüncü yazılış" ibaresi varmış, anlaşılır. "Yaşam şipşakları" diyor Birsel, anlık esinlenmeyle bir şeyler çıkıyor ortaya, belki kenarı köşesi belli bir metne dönüşmüyor da kalıyor öyle, anlatı parçası. Sırf anlatı parçalarından oluşan bir metin, bağlamsız, dağınık bir masa.Vardır, rastlamadım, bütün dağınıklık kurgunun sağladığı uzaklıktan bakınca toparlanıyor, toparlanmayan bir şey arıyorum. Birsel bir yerlerde kafasının çarçora döndüğünden bahsediyor, "çarçor" demiyor olabilir de kim emin olabilir bundan, çarçora dönmüş bir kafanın parçalar arasındaki bağları kopardığını hayal ediyorum, jonglörlük yapıp sözcükleri atıp tutmuyor, cambazlık yapıp kurguya takla da attırmıyor, dağınıklık sunuyor bir. Michaux'nun metinleri kasıtlı, bütün dağınıklıklar kasıtlı, kasıtsız bir dağınıklık isteği. Dağını özlemi. Denk gelirsem. Çok okumalı. Birçoğunu sayıyor Birsel, bazı yazarlar çok okumuş, biri Namık Kemal. Elinde kitapla ölenlerden. Sefiller varmış elinde, ölmeden altı saat önce okuyormuş, etrafındakilere metnin güzelliğini anlattıktan sonra açık bir vaziyette bırakmış kitabı, uyumuş uyanmamış. Bu çok hüzünlü bir şey, okurunun ölümüyle yarıda kalan kitap. Tersinden bakalım, okurunun arka kapak yazısını okuyan kitap. Ertesi kayıt: Ahmet Midhat Efendi'ye düşkündür Birsel, onun tam teçhizat metinlerindeki şalalaya bayılır, kitaba düşkünlüğüne de bayılır. Başka isimler çıkıyor karşımıza, hepsinin kitapla ilgili büyük büyük lafları var da Emerson'ın basitliği yakaladı beni, üniversitede aynı şeyi yapıp aç kaldığım için. Eline biraz para geçse kitap alırmış Emerson, birkaç kuruş artarsa yiyecek ve giyecek. İnsan içine çıkacak kadar kıyafet yeterli, okuduğumuzu anlayabileceğimiz kadar kafa sağlığı için azıcık yiyecek tamam, gerisini kitaplara yatırabiliriz. Ucubeye döndük demektir. Ertesi kayıt: Nahit Sırrı Örik'in "Tenkidin Durumuna Dair Bilanço" nam yazısı eleştirinin ne durumda olduğunu sorgular yazıdır. Birsel der ki Namık Kemal ve Recaizade Ekrem Bey yazmıştır ama esas Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit Yalçın yazmıştır. Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi, İsmail Habip diğer eleştiri yazarlarıdır, Ataç çevirmenliğe dönene kadar eleştiride atlas dokumuştur. Refik Halid'i ekleyeceğim bu listeye, Recaizade'nin bir metnini incelerken Abdülhak Hamit'inkinden daha ileri bir meziyet görür de sen misin gören, evet, Abdülhak Hamit ve şürekâsı hemen hücuma geçerek dergiden atılmasını isterler Refik Halid'in, yanlış hatırlamıyorsam Ziya Gökalp ve Recaizade sayesinde kurtulur kirpimiz. Boğaz'ı çok sevdiğini biliyoruz, Örik'in çılgın projelerini biraz korkuyla aktarıyor yazılarında, Birsel de dokunmuş biraz. Gerçi Bostancı'nın doldurulmuş sahilini beğendiğini söylüyor Birsel, İstanbul'a deniz kenti olduğunu hatırlatacakmış. Kastını pek açmıyor, evinden on dakika ötedeki Çamlık'ın halini görseydi belki bu yorumu da yapmazdı. Evimin hizasında, bana üç sokak ötede Çamlık diye bir mekanımız vardır. Vardı, birkaç yıl önce son işletmeyi de yıktılar, şimdi mezbeleliktir, trenle geçerken görüldüğünde can yakar. Neyse, deniz Çamlık'a komşuymuş bir zamanlar, merdivenlerden iner inmez suya atlanırmış. Şimdi sahil yoluna atlayıp ezilirsiniz, denize de giremezsiniz çünkü Küçükyalı'nın sahiline yaklaşık yüz metre aralıklarla kanalizasyon kanalları yapılmıştır. İnsanlar oralarda balık tutup yiyorlar bir de, inanılmaz. Birsel'in bu metninden hemen hiç bahsetmedim, o daha da inanılmaz. Hızlandırılmış tur: Birsel'in düştüğü günlerden birer cümle.

Gargantua. Yeni bir sözcük getirmedikçe beş para etmeyecek kitap. Birsel'in gençliğindeki Karşıyaka'dan arkadaşlar, biri Selmi Andak, müziğimizin en iyi bestecilerinden biri. Ahmet Erhan'ın acı alayı. Behzat Ay'ın kurtarmak için eşi dostu ayağa kaldırdığı ama kurtaramadığı kedisinin adı Pamuk. Vaybeni, bir sanatçının günlüğü yoksa kendisi de mi yoktur, Birsel diyor, zaten var olmak istemeyen sırıtır. Cevdet Kudret'le bir iki anı, Melih Cevdet'le Ataç'ın sürtüşmeleri. Vedat Günyol'un Çatalçeşme'ye, Birsel'in evinin yakınına taşınmak için kitaplarının yarısını satması, 1 milyona, kitaplarından kurtulduğu için memnunmuş Günyol ama öyle görünürmüş, Birsel şöyle bir yüz taraması yapmış da Günyol'un kendi söylediğine inanmadığını görmüş. Şener Şen'le geçen bir gün, sinema dünyasından anılar. Feyyaz Kayacan'la Hatay'da muhabbet, Kayacan meğer Yeldeğirmeni'nde okumuş, Paris'te Cahit Sıtkı ve Oktay Rifat'la çok muhabbet, sonra gibicilikle ilgili metni var ki biri olmanın tarifidir bu, yani biri "gibi" olduğunuzda biri olursunuz ama kendi sesinizi kullanırsanız kimse olmazsınız çünkü birey gibiciliğin yanında sönüp gider, birey birdir, gibi pektir, çoktur, sanat camiasında var olmak için kim cüret eder biri olmaya, onun şanı namı olmaya. Şiirden yazıya geçenler tamam da tersi nedir, Sait Faik'in şiir cumbası eğiktir, Bedri Rahmi'nin birkaç evelemesinin dışında şiir dağarı kıttır, Ömer Seyfettin'inki numunelik bir pejmürdeliktir. Ayşe Kilimci'ye övgü var, Kilimci iyi bir öykücüdür ve Birsel yakalamıştır iyiliği, yakaladı mı övmelidir ki iteklesin yarınlara doğru.

Birsel yarınları da yaşar, okumayı yarıda bıraktığı birden fazla kitabı vardır da ne çıkar.

Her şey yıllar önce, başka bir yerde başlamıştır, anlatıcıya göre hikâyeyi hâlâ oradaymış gibi yazması mümkündür ama o diğer kişi, diğer kendisi gibi yazması mümkün değildir. Hangi zaman kipini kullanacağını bile bilmez. Geçmişteki kendisi gelecekteki kendisini bulup çıkaracaktır hikâyede, "geleceği anımsamak". Baştan şu: üç beş katmanın kesiştiği, ayrıştığı yerleri tespit edebilmek için nirengi noktalarını belirlemek şart. Geleceği anımsama olgusuyla daha başta karşılaştığımızı bu yazıyı yazmak için ilk sayfayı açtığımda fark ettim, esası Gilberto Owen'ın yaşlı bir adamla ettiği sohbette. Haliyle hikâyelerden birindeki bir çapanın hangisinin zeminini taradığını görebilmek için dikkatle okuyacağız, roman fragmanlardan oluştuğu için -dedim ve metnin iğnesi battı: "Fragmansı bir roman değil. Dikey anlatılan yatay bir roman." (s. 74) Tamam da bu yataylığın başı sonu, dikeyliğin eni boyu, anlatıcıların kaşı gözü?- geçişlere de dikkat etmemiz gerekiyor. Bölümleme biçiminden bir şey çıkmıyor, anlatıcıların sesleri de katmanlarda hemen hiç değişmediği için başta bocalayabiliriz, not düşerek veya anlatıcıların yaşamlarındaki detayların örüntüsünü iyi belleyerek üzerimize düşen vazifeyi yerine getirir, bu girdili çıktılı ilginç metinden keyif alabiliriz. Yıllar önce başlayan bir şeyin şimdi yazıldığını, başlayan şeyde yazılan şeyin şimdiyi de etkilediğini ve aslında "şimdi"nin yoruma son derece açık olduğunu unutmayalım, üst anlatıcının altlardakilere kendi yaşamından kattıklarını hatırlayalım, tabii kurmacanın gerçeği her türlü eğip büktüğünü de. Nedir, anlatıcı kadın yıllar önce bir yayınevinde çalışmaktadır, White'ın yönetiminde. Baş editör White gizli kalmış Latin Amerika hazinelerini aramakta, meşhur yazarların açtığı yolda iş yapacak metinleri bulması için anlatıcıya güvenmektedir. Anlatıcı haftanın iki günü kütüphanede, üç günü ofiste, geri kalan zamanlarda da evini kullanan tuhaf insanlarla keşfe benzer ilişkiler kurmakta. Moby cumaları geliyor, anlatıcının hayatından tamamen çıkana kadar işe yaradığını söyleyebiliriz. Müzisyen kadınla birlikte gidilen partiler yine bir yeniliktir, anlatıcı yeniliği aramaktadır o sıra. Buna ikinci katman diyelim, ilkinde bu geçmişi kurgulayan üst anlatıcı eşiyle, Ortanca adlı çocukları ve adsız bebekleriyle birlikte yaşamaktadır, romanını yazmaya çalışırken sessizlikten yanadır çünkü uyanmak kabustur gecenin bir vakti. Hatice Erbaş'ın çocuklarını sessiz ağlatması geldi aklıma, eşi şiir yazabilsin diye. Var olma biçimi, geçmişteki anlatıcı anahtarlarını verdiği insanlarla kurduğu ilişkileri gelecekte anlatmaktadır, o sıra başka bir metinle haşır neşir olacaktır. "Çok uzun süre yalnız yaşadığınızda hâlâ hayatta olduğunuzu teyit etmenin tek yolu eylem ve nesneleri açık bir şekilde, anlaşılır bir sözdizimiyle ifade etmektir: bu yüz, yürüyen bu kemikler, bu ağız, yazı yazan bu el." (s. 10) İnsan da yetmez bir noktadan sonra, hayaletlere evde yer vardır. Ortanca hemen isim takar: Yüzsüz. Bebek onu görebilen tek kişi, gülümsüyor. Karmaşa yetmiyormuş gibi bir de bunlarla uğraşacağız yani, Luiselli'nin aralara sıkıştırdığı buluşlar parıldayıp söndükleri için tatlı bir iz bırakıyorlar ve kayboluyorlar hemen, şahane. Yazılanların çok küçük bir kısmı bu, üst anlatıcının kocası ara sıra gelip soru soruyor: Moby kim, adamları nereden tanıyor, anlattıklarının ne kadarı kurmaca? Evde yeni eşyalar beliriyor, büyüyen bir evde yaşıyorlar, kocanın kabusu yazılmayı sürdüren bir roman aslında. "Dikey düzlemde yatay anlatılan bir roman", Deleuze müydü şimdinin geçmiş ve gelecek tarafından işgal edildiğini söyleyen? Üst anlatıcının sabiti diğer katlardan görülmedikten sonra pek de bir önemi yok gözlem noktasının, değişkendir. Geçmiş hayal mi edilir, anımsanır mı, geleceğin hatıraları şimdiden görülebilir mi, hepsinin cevabı hayaletlerde ve kalabalıklardaki yüzlerde. Şu da güzel, üst anlatıcının ve bir altındakinin aklına takılan ne imge, düşünce varsa en alttaki hikâyede, Giberto Owen'ın yaşamının anlatıldığı parçalarda kurgulanmış olarak karşımıza çıkıyor, müthiş bir fikir. Kalabalıktaki bir yüz belirsizdir, anlatıcının karşısına sürekli çıkar da Owen'ın metroya binerken defalarca karşılaşıp bir şekilde bağ kurduğu kadında somutlaşacaktır örneğin. Owen'ın yaşamına geçmeden önce katakulli var, kütüphanede zaman geçiren anlatıcının yaratma ihtiyacı şaha kalkınca sevdiği White'ı bile kandırmak zorunda kalacaktır kadın, kafadan bir çeviri uydurup kendi yazdığı metinleri editörüne sunacak, metin kabul edilecek ve basılacaktır. Büyük olay tabii, Owen'ın son metni piyasaya çıkınca toplantılar, röportajlar başlar, foyasının açığa çıkacağından emin olan anlatıcı dayanamaz ve yediği haltı White'a söylemek zorunda kalır. Eliyle yarattığı hayalet ayrı bir hikâyeye evrilir o noktadan sonra, Owen'a selam dururuz çünkü 1950'lerde sonlanan, şiirle tıka basa dolu yaşamını şiirin ipek yüzeyinin pürüzsüzlüğüyle anlatacaktır. New Jersey veya Harlem civarında yaşayan şairler vardır o zaman, William Carlos Williams karşımıza çıkar, orada olmayan şairler veya Owen'a yakın oturup Owen'la hiç görüşmemiş şairler de bir araya gelecektir bu romanda. Anlatıcı kadın yaşamındaki şeyleri bir araya getirip anlamlı bir yapı oluşturmaya çalışır işte, erişemediği tutarlılığı, belirginliği, anlamı över bir açıdan. Kaosu düzenlemeye çalışır da ne çalışır, ayrı güzeldir o hikâye de. Jodorowsky'nin filmlerindeki şairler gelir akla, Luiselli'nin Jodorowsky'den etkilenip etkilenmediğine bakayım. (Beş dakika sonra: Bir şey bulamadım.)

Günlüklerinde, mektuplarında yazmaktadır Owen, yaşamı ciğerlerine çekip de yaşar, öyle bir dolu dolu yaşamak. Gördüğü kadının anlatıcı olduğunu anlamaması, kendisinin anlatılan olduğunu anlamaması, karşılaşmalara iki taraftan da bakabilmemiz, hangi yaşamın kurgu olduğu ve hangisinin olmadığı ama zaten kurgunun içinde kurgu olmasından ötürü her şeyin kurgu olması. İçinde bulunduğu kip: "-miş'li gelecek zaman", çekimlenecek gibi değil, başı sonu belli yaşamının zamanıyla oynamak mümkün değilse de o yaşamı biçimlendirmek anlatıcının elindedir, istediğince eğip büker. Owen eski eşinin içkilerini tüketip zom olmuş mudur, 1928'de ruhunu şiirle takas etmiş midir bilinmez, metroda Ezra Pound'u görmediği kesin çünkü Pound o sıralarda İtalya'da. Gördüğünü düşünse yeter çünkü o da bulunduğu gerçeklik düzleminin oynaklığının farkında. Diye düşünmek hoşuma gidiyor, hikâyenin özgürlüğü daha bir hoşuma gidiyor, Luiselli öyle bir yapı kurmuş ki daha sekiz on kat çıkardı. Sevdiğim bir bölümle bitiriyorum: "Bir hayatı geride bırakmak. Her şeyi havaya uçurmak. Hayır, her şeyi değil: İnsanların arasında işgal ettiğimiz o bir metrekarelik alanı havaya uçurmak." (s. 58)

Julian Barnes'tan Geoff Dyer'a pek çok yazar övmüş Moore'u, övdükleri kadar var. "Öykü hafızası" diye bir şey var Moore'da, "Burada Sadece Böyle İnsanlar Bulunur: Ped-Onk Servisinde Düzenli Olarak Babıldayanlar" öyküsünün başlarında Bebek eve getirilir, pencereden dışarı bakar, "Güle güle dışarısı," der. Uzun bir öyküdür bu. Moore geride neredeyse hiçbir şey bırakmaz, en umulmadık anlarda basit bir ayrıntı olarak kodlanıp geçilen sözleri, nesneleri, düşünceleri tekrar işler. Çok iyi buluşlarla da yapar bunu, tersine adımlama bu kez. Diğer öykülerde de sıklıkla görebileceğimiz türden bir örnek: "Bir başlangıç, bir son: İkisi de yok sanki. Her şey öylece yere inen, içinin her yeri yağmur sularıyla dolu bir buluta benzer. Bir başlangıç: Anne, Bebeğin bezinde bir kan pıhtısı bulur. Hikâyesi nedir? Bunu buraya kim koymuştur? İçinde soluk haki bir damarı olan, büyük ve parlak bir şeydir." (s. 230) Kurmaca tahlili, hikâyeden öyküye geçiş, başı sonu belli bir metnin arayışı. Yolu, istikameti belirleme isteği sırf anlatıcının bir numarası olarak görülebilirdi, Anne'nin hem ünlü bir yazar hem de öğretmen, belki akademisyen olduğunu öğrenmeseydik. Kurgularken dönüp geriye bakmayan, düz yolda basıp giden öykücülerden değil Moore, öyküleri dikkatle okunmalı ki detaylar arasındaki mesafeyi bir anda nasıl aştığı görülsün, işçiliği takdir edilsin. "Müthiş Bir Anne"de belirgindir bu, anneliğin veya çocukluğun zirvesiyle karşılaşmayı bekleriz hikâye boyunca. Bu iki öyküyü bir grupta toplayabiliriz, aslında oldukları yere ait olmayan insanların esas aidiyetlerini ortaya çıkarma uğraşlarını anlatır bu öyküler. Bütün o hastane sürecinin derdi tasası bittikten sonra diğer ailelerle vedalaşan Anne'yle Baba arasında geçen konuşma mesela. Moore'un bir harikası da yarattığı atmosferdir. Evet.

Yol hikâyeleri bir diğer gruptaysa yekün epeydir, Mack ve Quilty'nin karış karış gezdikleri "Daha İyi Yapmak İstediğin" ne hoş öyküdür. "Bazı İnsanlar Hakkında Söyleyebileceğimden Fazlası" bir anneyle kızın örtülü yüzleşmesini anlatır. Şahane öykülerdir bunlar, kitaptaki diğer öyküler de öyle.

Alengirli, yer yer şamatacı üslubu Türkçeye on numara aktaran Eda İşler'e teşekkürler, çok iyi bir öykü kitabı okudum sayesinde.