Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Peter'la Rebecca'nın yaşamlarını dağıtmaya geliyor Mizzy, sıradanın ortasına bomba gibi düşmeye geliyor, aileyi şöyle iyice bir sarsmaya geliyor. "Mistake"in kısaltılmışı "Mizzy", daha baştan aldık mı ipucunu, devam: anlatıcı serbest dolaylı, Peter'ın zihnine ilişik, sanatla biçimlenmiş bir zihnin detaycılığına sahip, yani yoldan geçen bir adamı ünlü bir ressama benzetip o ressamın eserlerinden biriyle Peter'ın galerisinde yer verdiği sanatçıların eserlerini kıyaslayabilir yahut yoldan geçen adamı ünlü bir ressama benzetmekle yetinebilir, o ânın derinliğine bağlı. Okuruz, buna hakkımız var ama alanımız olmayabilir, anlatıcı bu alanı sağlayacak, adeta projektörlerle aydınlatacak kadar mahir. Peter sayesinde, daha doğrusu Peter'ın aktif bilişinin enginliği sayesinde algılanan dünyanın nereye kadar genişleyebileceğini öngörmek zor, yani şehirde bir yürüyüş agorafobiyi uyandıracak kadar derinleşebilirken galerideki bölümler olayların dört duvar arasında döndüğünü hissettiriyor, tabii Peter'ın karakterlerle kurduğu iletişimin niteliğini de katınca ortaya değişken bir üslup çıkıyor, Peter'la Rebecca'nın diyaloglarının arasına paragraflık ayrıntılamalar girerken Uta'nın Alman aksanı, aksanın yarattığı kesinlik duygusu öne çıkıyor, kişiye göre muamele. Mizzy piyasadayken ne var, Peter tam bir şaşkaloza dönüştüğü için kaygı, karmaşa, Mizzy'nin gamsızlığı ortaya çıkınca idrak anlarının parıltıları, hızlı geçişler, tek cümlelik tahliller. Baştan almalı, metni boydan boya bir çırpıda katetmek yaşamların odağını bozuyor. Anlatıcının genişlettiği anlara da bakalım, hikâye sürerken önem kazanacak noktalardır aslında.

Yirmi yıllık evliliğin alışkanlıkları beliriyor arada, birbirlerini kanırtmadıkları için onca yıl beraber kalabilmişler. "Hangi evlilik sayısız eklemlenmeden, jestten oluşan bir dil; diş ağrısı kadar keskin bir tanınma, bilinme duygusu içermez ki? Ve mutsuzluk, elbette. Hangi çift mutsuz değildir ki -en azından, zaman zaman? Hal böyleyken, nasıl oluyor da boşanma oranları, zamane diliyle, tavana vuruyor? Kim bilir ne kadar mutsuz, perişan olmalısın ki, bilfiil ayrılmayı, kendi yoluna gidip hayatını artık seni böylesine mutlak bir biçimde tanıyan birinden yoksun bir halde sürdürmeyi göze alabilesin?" (s.15) İyi bir açıklama gelecek gibi duruyor buna, metnin görmediğimiz uzantısında eylemler bekliyor.

Sanat simsarı mı Peter, sanatçı koçu mu, tüccar mı, muhtemelen hepsi. Galerisi birinci sınıf değil, yine de genç yeteneklerin kendilerini gösterebilecekleri bir mekan, gelecek vadeden sanatçılardan bazılarının yolları buradan geçmiş. Peter'ın duyarlılığının bir sebebi de ömrü boyunca sanatçılarla iletişim kurmuş olması. Her türünü biliyor, müşterileri de biliyor, tarafların aslında ne istediklerini çok iyi bildiği için sergiler, satışlar, her şey dört dörtlük. Birinci lige çıkmak için gereken oyunlara yüz vermiyor Peter, yakın bir arkadaşının kapattığı galeriden gelecek über sanatçıya da temkinle yaklaşıyor mesela, konfor alanından çıkmamak için elinden geleni yapıyor. Proust, Picasso, bir sürü insan geçiyor metinden, Peter'ın sanata bakışıyla yer buluyorlar. Geçmiş kaçmaya meyilli, gerçeklikse üzerinde mutabakata varılmadan meşruiyet kazanmayan bir hikâye, haliyle ayaklarını yere sağlam basıyor Peter, hayalci değil, elindekilerin kıymetini bildiğini söyleyebiliriz. Karakterin özeti sayılabilecek bir alıntıyla bitiriyor, romanı hararetle tavsiye ediyorum, bahsetmediğim kaç numarası var bilmem.

"Matthew'la Dan, henüz tamamlanmamış, henüz kemale ermemişken yeryüzünden silinip giden iki genç adam; işte Peter'ın en dayanamadığı da bu, Matthew'un hayatının boşa harcanmış, bir sonuca ulaşamamış olması; işte bununla, Peter'ın içindeki dürtünün, olağanüstü bir şeyin, kalıcı bir şeyin yaratılmasına katkıda bulunma ihtiyacının ilintili olup olmadığını kim bilebilir -en büyük arzusu, dünyaya (zavallı unutkan dünyaya) unutuluşun her şey demek olmadığını, bir gün birilerine (uzaydan gelme arkeologlar?) gayretlerimiz, özlem ve çekiciliklerimizle var olduğumuzu, sevildiğimizi, sal geride bıraktıklarımızla değil, fani ama onurlu etimizle de önemli olduğumuzu söyleyecek bir şeyin yaratılışına, döllenmesine yardım etmek, aracı olmak değil mi?" (s.185) Sanatçılarına yardım ettiği kadar Mizzy'ye de yardım etmeye niyetlenmesi bundan, Peter kurtarıcı rolüne bürünmeyi seviyor ama dünya kurtarılmak istemiyor, bu da Peter'ın trajedisi.
Az gelişmiş bir ülkenin memuru Martín Santomé steril, şipşak ilişkilerle, emeklilik hayalleriyle atlatmaya çalıştığı yaşlılığın önünde küçücük kalan, sıradan yaşamının sıradanlığını kabul ettikçe öfkelenen ve kabullenmenin rahatlığıyla dinginleşen bir karakter, belki eski sosyalist, kesinlikle dul. Günlüğü, ilişki kurduğu kadınları, anıları, çocukları, yalnızlığı sayesinde sonsuza kadar yaşayacakmış gibi duruyor, yanılgısını görünmez kılmayı da iyi biliyor, hikâye çatabilecek kadar bükebiliyor gerçeği, tamamdır, iyi kurulmuş bir karakter var elimizde. Ülkesini eleştirdiği bölümlere bakıyorum, halkın tutkudan uzak, sünepe bir yaşam sürmesini kabullenemiyor, devrimin taşlarını döşeyecek heyecan olmayınca insanların uyuşuk halinden ironiyi çekip çıkarıyor, denk geldiği an batırıyor iğneyi: "'Artık herhangi birisi geldi de öbürünün önüne geçti diye kimse sorun yaratmıyor. Neden biliyor musun? Çünkü koşullar elverse hepsi aynısını yapar da ondan. Kimsenin bana öfkeyle bakmayacağından eminim, imrenecekler asıl.'" (s. 37) Kimse diğerinin derdine eğilmez, geleceğin belirsiz olduğu yerde herkes anlık itkilerle yaşar. Bir rolden başka bir role geçebilen insanlar arasında kalmaktan da içten içe şikayetçi Martín, insanların pek bir şey hissetmeden yaşadıklarını, bu yüzden de sömürülmeye açık olduklarını belirtiyor, sermaye bu hissizliği kullanarak insanı eziyor, demir ökçenin diğer teki devlete ait. Dört koldan kuşatılmış insanların yaşayabilecekleri bir hayat yok, sokuldukları yollarda ilerliyorlar, bu yüzden kopuşlar oldukça şiddetli. Eleştirdiği insanlardan farksız, biçimlendirilmiş değer algılarıyla sürdürdüğü yaşamından kurtuluş için kopuşlar şart. Blanca'nın "kötü polis" açıklaması aileyle ilgili her şeyi söylüyor aslında. O sıra çalıştığı devlet kurumundaki Avellaneda'nın tam bir başkalaşıma yol açması belirliyor aslında gidişatı, hikâye yörüngeye oturuyor resmen, dağınık halde verilen düşünce parçaları aşkın etrafında toplanmaya başlıyor. Dengesizdi, aşk çarpıverdi ve şeker bir adama dönüştü Martín. Helal. Şahit olduğu tuhaflıkları hikâyecikler halinde günlüğüne almayı da unutmadı, oradan eğlenceler çıkardı, mesela her yıl ofise gelip yabancı dillerde yazışmalar yapabileceğini iddia ettiği için denemeden geçirilen adamın çok kötü bir çevirmen olduğunun tekrar tekrar ortaya çıkması, eski kayınvalidesinin -varsa böyle bir şey- her karşılaştıklarında buz gibi bakışlarla işkence etmesi, işleri rüşvetsiz yürütemeyenlerin komik talepleri. Bu son dediğim yok romanda, ben yine şöyle bir kısmı alıntılayayım: "'Uzun bir süre boyunca beynimi yedikten sonra şu sonuca vardım ki kötü olan şey teslimiyet. İsyankârlar yarı isyankârlara, yarı isyankârlar ise vazgeçmişlere dönüştüler. Bence şu ışıl ışıl Montevideo'da son dönemde en çok ilerleme gösteren iki meslek grubunu ibneler ve vazgeçmişler oluşturuyor.'" (s. 63)

Avellaneda yavaş yavaş belirir piyasada, Martín'in dikkatini daha çok çekmeye başlar, nihayet adamın ilgisini bildiğini ima eder. Sevgilisi vardır ama ayrılırlar bir gün, söylediğine göre anlaşamadıkları için her gün savaş alanında koşturmakla geçen günlere nokta koymak istemiş, kaosu bir miktar azaltabilmek için kırk dokuz yaşında, emekliliğine altı ay kalmış Martín'e tutulmuştur. Zannediyorum. Bir ağırlık, eminlik, güç vardır adamda, kendisi de bilir bunu, anlatır, ölümlerden ve çocuklarını bir başına büyütmekten belli bir olgunluğa ulaşmıştır, tabii huysuzluğa da. Bereket, zamanla geçmektedir bu huysuzluk, kadınla sevgili oldukları zaman ev bile tutar, aslında durumu çok iyi değildir ama gücü yetmektedir buna. Sonlara doğru durumunun iyi olduğunu söyler. Başlarda sofrada otururken birkaç lokma yiyecekten bahseder. E, hangi gerçekliğin esas olduğunu bilmek mümkün değil de o dönemin Uruguay'ında paranın değerinin zart zurt değiştiğini sembolize etseydi bu, efsane olurdu. Kader ağlarını örmüş, örük ağla ne yapacağını bilememiş, anlatının orta yerine atıvermiştir, öyle görünüyor, başka türlü o son keskinliği nasıl okumalı bilmem.

Dünyanın öbür ucunda olan biteni görürüz, orta yaşlı bir adamın buhranlarını dikizleriz, iyi romandır.

Şehrin ortasından demiryolu geçer, bir ucu limanda denize karışırken diğer ucu tepeleri dolanır, içerilere doğru. Karabük'e uğrar, orası da kapkaradır. Kömürün çıktığı her yer kapkaradır, binalar bacalardan yayılan dumanlara karışır, yeşil de karaşındır orada. Geri dönelim, demiryolunun yakınından dere akar, doğduğu yere ilerledikçe yoksulluk artar. Çingene mahallesi oradadır, anlatıcıyı tükürük yağmuruna tutan, üstünü başını parçalamaya kalkan çocuklar o derenin kenarında oynarlar. Yaşlılığından geriye bakıyor anlatıcı, çocukluğunu baştan kuruyor, bazı parçaların eşleşmemesi veya anlatıcının eksiği yalancı hatıralarla kapamaya çalışması sonlara doğru mesele haline gelecek de şehirden ayrılmamak istiyorum çünkü bildiğim yerler, dolanmaktan bıkmadığım caddeler, her şey tanıdık. O yoksulluk, karanlık, kötülük aşina, benim bildiğimle anlatıcının bildiği arasında yetmiş yıl olsa da pek bir şey değişmemiş. Yetmiş yılda neyin değişeceğini düşünüyorsam. Sahile koskocaman bir cami diktiler, liman mahvoldu, bir bu. Anlatıcıya çok daha fazlası, öğretmen okuluna gittiği zaman geriye baktığıyla kendi çocuğunu büyüttüğü zaman baktığı bir gibi görünüyor ama değil, ilkinde kendine üzülürken ikincisinde yaşamın ne olduğunu anlamış, gördüğü muameleyi kendi çocuğunu büyütürken göstermiş ve annesine duyduğu sevgiyi yitirmiş, kadını huzurevine yollayarak belki de kendi çocukluğuna nokta koymak istiyor. Six Feet Under'ın son on beş dakikasında sezonlar boyu birlikte yaşadığımız karakterlerin ölümlerini görürüz, Yalçın da aynı tekniği kullanıyor ama duygusallığı azaltarak. Annenin şeker kokusu yoktur artık, babanın sevecenliği çoktan yitmiştir, ölümden bir tek Ali kurtulur, çocukluk aşkı, o da Ali'nin memur ailesinin tayini çıktığı için. Eşyalar kamyona yüklenirken vedalaşmaya gelir anlatıcı, çocuğa sesini duyurmaya çalışır ama Ali dönüp bakmaz, vedanın yükünü taşımak istemediği için dayanabildiğince dayanır, nihayetinde yüzünü döner anlatıcıya. Bir o yüz hatırlanacak, diğerleri zaman geçerken silinip gidecek. Ne acı hikâye, Yalçın'ın her metninde yoksullukla boğuşan karakterleri var da buradakiler kadar çabalayanı, açlıkla boğuşanı yoktur herhalde. Bu romandakiler tepelerde bir yerde yaşıyorlar, şimdinin üniversite mahallesi olabilir, hükümet meydanı çok uzak olmadığına göre o civarda. Biraz toparlamışlar oraları, denizi gören muhitlere varsıllar yerleşmiş, önceleri ahşap evler ve fakirlik varmış. Anlatıcının -bundan sonra "A"- babasının çarşı içinde eskici dükkânı varmış, evleri bir tepenin yamacında, fareyle dolu. "Çok sonra gittim bir gün ve gördüm. Daha doğrusu, göremedim. Yoktular çünkü. Ne kadar küçük ve güzel şey varsa bir bir öldürülmüş, yerlerine kalın, çirkin büyüklükler konmuştu. Anıları taşımaktan yorulmuş gibiydim o gün. Ne çok şey değiştirmişti otuz yıl; soyut, anlamsız bir dünyaya girmiştim sanki. Hiçbir tanıdık yüz yoktu. Bir fotoğraf yalnızlığı içindeydi her şey." (s. 4) Annesiyle babasının mezarlarına da gitmez, bir tek yağmuru bilir ve otobüsten iner inmez kucaklar yağmuru, kollarını nasıl açtığını görebiliyorum çünkü oradan ayrılırken ben de açmıştım. Yağmurla birlikte bir koluyla tepeleri, diğer koluyla denizi de kucaklar insan. Zonguldak.

Fragmanlar, yaşam parçaları. Çok ileriden geriye bakış, haliyle ilerinin dünyasını geriye yığmaca var ama yaşama uğraşı unutulmamış, bilinç kodlar halinde sunuyor barındırdığını. Anneanne yakınlardaki bir kasabadan geliyor sık sık, neresi acaba, Kilimli veya Kozlu? Acımasız, insafı olmayan bir kadın, A'nın sadece yaşadıklarını bildiğinden, anlattığından yola çıkarak söyleyebiliriz ki karanlıkta kalan geçmişinde daha beter yokluklar var belli ki, kızıyla torununu kurtarmaya çalışıyor. Bir parça sevgiyi neden göstermiyor torununa, sevgi açlıktan ölünce geriye hiçbir şey kalmıyordur belki. İletişim yöntemi şiddet, konuşarak hiçbir şey halledilmiyor, böyle bir ortamda incelik yeşermiyor, insanlar birbirlerinden kolaylıkla vazgeçebiliyorlar. Hikâyenin hüzünlü yanı bu, A'nın gördüğü yakınlıklar hep bir koruma güdüsüne bağlı.

1940'ların Zonguldak'ı. Savaş var, karartma var, ışığın geldiği evleri basıyor askerler. "Radyolu ev" sayılı, A'nın amcalarından birinin evine gidip havadis alıyorlar, savaş bir bitse belki biraz daha rahatlayacaklar. Kıyıda cesetlere rastlamaya başlıyorlar, Tuna'nın taşıdığı Alman askerlerinin yüzleri yenmiş, kamuflajları yırtık, çocuklar için ölüm dersi. Okulda eziyet, gül getiren şişman öğrencisini her gün döven öğretmen, gül artık neyi hatırlatıyorsa. Ne ince: Sınıfta dalga geçiyorlar A'yla, birileri babasının halini duymuş da makara yapıyor. A kimin haber uçurduğunu bilmiyor ama küçük yerler öyle, herkes her şeyi duyar. Sonra babasının çarpıklığını taklit ediyorlar tahtada, o âna kadar öfkeden kıpkırmızı kesilen A sonuçta çocuk, taklidi görünce o da gülmeye başlıyor. Yetişkinliğinden de çocuk, nereden bakılırsa bakılsın o kederden başka bir şey görülmüyor. Baba her zaman odakta, gözyaşlarını erkenden bıraktığı için. "Uyanıyorum bazı geceler; gidip birilerini bulmak, onlara sormak istiyorum; neden yaptınız? Bir insanı, üstelik yarısı sönmüş bir insanı neden öldürdünüz durmadan?" (s. 51) Anne gözlerini silip suçunun olmadığını söylüyor, anneanne ölünün karşısında suskun ama memnun, kimse acıyı paylaşmıyor, sevgiden ne kalmışsa sunmuyor, sadece yaşıyor. Sadece var oluyor demeli. İnsan hissettiğiyse.

İrfan Yalçın'ı uzun aralıklarla okuyorum çünkü kaldıramıyorum o kederi, derinlerde bir yerden yakalayıp can yakıyor. Öyle bir roman bu da.

Blondie'nin şerife racon kestiği sahne Vahşi Batı'da güvenliğin evlere şenlik olduğunu gösteriyor, kasabalıya para yedirip şerifliği satın alabilir, gönlümüzce at koşturabiliriz. Sisters Kardeşler -"Biraderler" daha şık olurmuş ki film uyarlamasının adı böyle- daha yakından görmemizi sağlar o dünyayı. Matrak bir romandır, karakterler tam karikatür değildir de o sert doğa ve sert insan tokuştuğunda ne olur, gangster tayfanın kırsala yayılma çabası tipik kovboyları nasıl etkiler, komiklik ayarı biraz yüksek bir hikâyede dünyanın bir de o yüzü. Namınız almış yürümüştür, efsanesiniz, bir köşede sakin sakin yaşayıp ölümü bekliyorsunuz ama başınıza iş geliyor, herkes peşinize düştüğü için silahları tekrar kuşanıyor, anlaşılmak için peşinize düşenlerin dilini istemeye istemeye konuşmaya başlıyorsunuz. Sert, doğrudan. Parçaları bir araya getirmeye çalışıyorum, sayısız kaynaktan sayısız sahne eklenebilir ama Doyma Ânı'yla bitireceğim çünkü Johnson'ın metnindeki zaman diliminde geçiyor mevzu. Bu kitap da Pulitzer almış, ABD tarihini iyi işleyen metinler alıyor, malum. Stegner yabanda var olmaya çalışan, insanların kendi kanunlarını çat çut uyguladıkları zamanlarda medeniyetten uzağa düşmemeye çalışan karakterlerine karşı yufka yüreklidir biraz, iki adım ötede insanlar asılırken o manzarayı göstermez çünkü esas kadının korkusu, esas adamın korumacılığı daha önemlidir, zaten anlatıcı da duygusal değişimleri, ABD'nin orta yerinde yeni yeni kurulan kasabaların yaşamı nasıl değiştirdiğini üç nesle yayarak gösterme derdindedir, çarpıcı sahneler sunmaz. Bu sahneleri Johnson sunar, Carver'dan aldığı elle atmosferi olduğu gibi yansıtarak vahşiliği gündeliğin bir parçası haline getirir. Robert Grainier'ı doğrudan olayların orta yerine fırlatır mesela, Spokane Beynelmilel Demiryolları'nın depolarından hırsızlık yaptığı düşünülen Çinli bir ameleyi infaz etmek için uğraşan Grainier'ın psikolojisi hakkında hiçbir bilgi vermez. Yıl 1917, mekan Idaho, demiryollarının iskeleti oluşturulmuş ama internetten şak diye yaptığım araştırmaya göre hararetli çalışma 1970'lere kadar devam etmiş, yani hâlâ zengin olma hayalleri kurulabilir oralarda. O dönem Çinlilere karşı yükselen nefret dalgasının sonucu. Robert E. Howard, H.P. Lovecraft gibi yazarların metinlerindeki ırkçılığı anlatan bir önsöz vardı, Dost Körpe yazmış olabilir, ilk orada rastlamıştım bu meseleye. Grev!'de sınıf mücadelesi yürütülürken Siyahi işçileri dışlayan beyaz işçilerin kaybettikleri gücü hiç umursamadıklarını görüyorduk, feminist mücadelede de benzer bir tablo vardı, patronlar ve uşaklar bu farklılıkları fiştekleyerek örgütlü mücadeleye uzun süre çomak sokmayı başarmışlar. Benzer bir tablo bu metinde de var, Johnson eşelemeden devam ediyor ve ailemizin akıbetini daha başlarda sunuyor: "Karanlıkta kızının gözlerinin köşeye kıstırılmış vahşi bir hayvan gibi kendisine döndüğünü fark etti. Düşünceleri ona bir oyun oynuyordu aslında sadece ama tüylerinin diken diken olduğunu hissetti. Ürpererek yorganı boğazına kadar çekti." (s. 15) Hikâyenin ana çizgisi bu, yolları çatallanan hikâyelere bakacağız.

İnşaatında çalıştığı köprüden geçen treni görünce sevinir ve hüzünlenir. Grainier'ın çalıştığı sayısız inşaattan biridir orası, anlatı bir anda onlarca yıl sonrasına uzanır ve ömrünün sonlarına gelmiş Grainier'ın kişisel tarihinin karman çormanlığını aktarır. Mistik olaylara değinmeyeceğim de gerçekliği sorgulayacağım, Kate'in malum gizemi aslında yasın çarpıttığı bir yaşam algısının ürünüdür belki, tartışılır. "Grainier bir keresinde de sihirli bir at ile bir kurtçocuk görmüş ve 1927 yılında çift kanatlı bir uçakla uçmuştu. Hayat hikâyesi hatırlayamadığı bir tren yolculuğuyla başlamış, sonunda da kendini içinde Elvis Presley'nin bulunduğu bir trenin dışında bulmuştu." (s. 25) Çift kanatlı bir uçakla uçmanın kurtçocukla karşılaşmakla aynı hakikat düzeyinde yer alması makul, tren yolculuğunun hız yüzünden delirtici olacağının düşünüldüğü zamanlar çok uzak değil, uçak gibi akıl almaz bir icat daha da korkunç. Ne mucizevi çağ, süper kahramanların kolaylıkla kabul görmesi, benimsenmesi hiç şaşırtıcı değil.

Grainier'ın çocukluğuna bir geri dönüş, Çinli bir ailenin kasabadan sürgün edilmesi ilk hatıra. Çizgi bulanır iyice, gerçekle hayali karıştırmaya başlarız çünkü Grainier karıştırmaya başlar, adamın algılarından ibaret bir uzamın her tahlili aşırı yoruma kaçmaya meyillidir.

İyidir, romandır, tavsiye ederim.

1989'da Kafka okumuş, Mansfield, biraz Örik, beş altı yazarın metinlerine dalıp çıkmış Birsel, döndürüp döndürüp koyuyor ortaya, oradan buradan baktırıyor. Milena'nın mektuplardan bir şey anlamadığı olmuş, buna rağmen yazmaya devam etmiş Kafka, bir ara Milena'ya mı artık, mektupların arkasını kesmek gerektiğini söylemiş ama aynı mektupta kesmemek gerektiğini de söylemiş, bir iki kez tekrarlanmış bu, anladığımız kadarıyla mektuplaşmaya devam etmişler, çünkü bir insan bir şey yapmak istediği zaman yapar, zarar ziyan dinlemez, mektup yazmanın ziyanını Kafka bilse de zararına razı gelmiş ve yazmaya devam etmiştir çünkü insan yapar öyle, kim durdurmuş kendini. Milena'dan mektup geldiği zaman açmazmış Kafka, bir müddet elinde dolaştırırmış, bir elinden diğer eline küçük tur, bir odadan başka odaya büyük tur, zarftan mazrufa ölçeğe gelmeyecek bir seyir. Bir daha okurmuş sonra, defalarca okuduktan sonra bakarmış ki yenisi gelmiş, eski mektuptan yeni mektuba neşe dinmezmiş. Mektuptan mektuba bir hayat, o sırada arkadaşlarla geçen zaman, işyerinde dilekçeler başvurular, evde baba terörü, azar azar yiten sağlık ve sabahlara kadar yazı çizi, Kafka bunların toplamından çok daha fazlasıysa da bunların toplamı. Bir pusulacık olsun gönderirmiş mesela, mektup değil de küçük bir şey, yazısız bırakmamak için. Yazısız kalmamak için. Yazısız kalmamak için mi onca yazıyor, mesela iyi bir romanı baştan okur gibi mi okuyor o mektupları Kafka, iyi bir yazarı buldu mu bırakmak istemiyor da sevgiyi uyandırıyor bir yandan, olduğunca. Ertesi kayıt: Mansfield'ın kedili öyküsünden M.Ş.E.'nin "Soysuz Kedi"sine bir şpagat açar Birsel, Esendal'ın 1913'te kullandığı sözcüklerin pırıllığını göklere çıkarır da bu sözcük kullanımı, daha şık bir şey, "dizdiği sözcükleri" belki, tamam. O öyküleri ortaya çıkarmamıştır Esendal, zaten gençlik öyküleridir, mesela o öyküleri ortadan kaldırmak mı lazımdı neydi, beğenmesek de kendi yaşamları yok mudur artık öykülerimizin, bir kere biçimlenince kendi yaşamlarını sürdürmezler mi, alengirli konu. Hani çok iyi öyküler yazmıştır da böyle öyküleri de vardır yazarın, böyleliği gözden uzak tutmanın nedeni. Neyi beğendirmeye çalışır yazar, beğendirmeye mi çalışır, sakladığı kendisidir. Değildir, öyküdür, öykünün kendilikle ilgisi yoktur. Böyle mi düşünür? Yazar ne düşünür saklarken bilmem, ben okumak isterim ve ayıplamam, "Onca şeyi yazdın da bunları niye çıkardın şimdi?" demem. Kim nesi varsa çıkarsın. Bence. Esendal'ın bir öyküsünün başında "dördüncü yazılış" ibaresi varmış, anlaşılır. "Yaşam şipşakları" diyor Birsel, anlık esinlenmeyle bir şeyler çıkıyor ortaya, belki kenarı köşesi belli bir metne dönüşmüyor da kalıyor öyle, anlatı parçası. Sırf anlatı parçalarından oluşan bir metin, bağlamsız, dağınık bir masa.Vardır, rastlamadım, bütün dağınıklık kurgunun sağladığı uzaklıktan bakınca toparlanıyor, toparlanmayan bir şey arıyorum. Birsel bir yerlerde kafasının çarçora döndüğünden bahsediyor, "çarçor" demiyor olabilir de kim emin olabilir bundan, çarçora dönmüş bir kafanın parçalar arasındaki bağları kopardığını hayal ediyorum, jonglörlük yapıp sözcükleri atıp tutmuyor, cambazlık yapıp kurguya takla da attırmıyor, dağınıklık sunuyor bir. Michaux'nun metinleri kasıtlı, bütün dağınıklıklar kasıtlı, kasıtsız bir dağınıklık isteği. Dağını özlemi. Denk gelirsem. Çok okumalı. Birçoğunu sayıyor Birsel, bazı yazarlar çok okumuş, biri Namık Kemal. Elinde kitapla ölenlerden. Sefiller varmış elinde, ölmeden altı saat önce okuyormuş, etrafındakilere metnin güzelliğini anlattıktan sonra açık bir vaziyette bırakmış kitabı, uyumuş uyanmamış. Bu çok hüzünlü bir şey, okurunun ölümüyle yarıda kalan kitap. Tersinden bakalım, okurunun arka kapak yazısını okuyan kitap. Ertesi kayıt: Ahmet Midhat Efendi'ye düşkündür Birsel, onun tam teçhizat metinlerindeki şalalaya bayılır, kitaba düşkünlüğüne de bayılır. Başka isimler çıkıyor karşımıza, hepsinin kitapla ilgili büyük büyük lafları var da Emerson'ın basitliği yakaladı beni, üniversitede aynı şeyi yapıp aç kaldığım için. Eline biraz para geçse kitap alırmış Emerson, birkaç kuruş artarsa yiyecek ve giyecek. İnsan içine çıkacak kadar kıyafet yeterli, okuduğumuzu anlayabileceğimiz kadar kafa sağlığı için azıcık yiyecek tamam, gerisini kitaplara yatırabiliriz. Ucubeye döndük demektir. Ertesi kayıt: Nahit Sırrı Örik'in "Tenkidin Durumuna Dair Bilanço" nam yazısı eleştirinin ne durumda olduğunu sorgular yazıdır. Birsel der ki Namık Kemal ve Recaizade Ekrem Bey yazmıştır ama esas Mehmet Rauf ve Hüseyin Cahit Yalçın yazmıştır. Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi, İsmail Habip diğer eleştiri yazarlarıdır, Ataç çevirmenliğe dönene kadar eleştiride atlas dokumuştur. Refik Halid'i ekleyeceğim bu listeye, Recaizade'nin bir metnini incelerken Abdülhak Hamit'inkinden daha ileri bir meziyet görür de sen misin gören, evet, Abdülhak Hamit ve şürekâsı hemen hücuma geçerek dergiden atılmasını isterler Refik Halid'in, yanlış hatırlamıyorsam Ziya Gökalp ve Recaizade sayesinde kurtulur kirpimiz. Boğaz'ı çok sevdiğini biliyoruz, Örik'in çılgın projelerini biraz korkuyla aktarıyor yazılarında, Birsel de dokunmuş biraz. Gerçi Bostancı'nın doldurulmuş sahilini beğendiğini söylüyor Birsel, İstanbul'a deniz kenti olduğunu hatırlatacakmış. Kastını pek açmıyor, evinden on dakika ötedeki Çamlık'ın halini görseydi belki bu yorumu da yapmazdı. Evimin hizasında, bana üç sokak ötede Çamlık diye bir mekanımız vardır. Vardı, birkaç yıl önce son işletmeyi de yıktılar, şimdi mezbeleliktir, trenle geçerken görüldüğünde can yakar. Neyse, deniz Çamlık'a komşuymuş bir zamanlar, merdivenlerden iner inmez suya atlanırmış. Şimdi sahil yoluna atlayıp ezilirsiniz, denize de giremezsiniz çünkü Küçükyalı'nın sahiline yaklaşık yüz metre aralıklarla kanalizasyon kanalları yapılmıştır. İnsanlar oralarda balık tutup yiyorlar bir de, inanılmaz. Birsel'in bu metninden hemen hiç bahsetmedim, o daha da inanılmaz. Hızlandırılmış tur: Birsel'in düştüğü günlerden birer cümle.

Gargantua. Yeni bir sözcük getirmedikçe beş para etmeyecek kitap. Birsel'in gençliğindeki Karşıyaka'dan arkadaşlar, biri Selmi Andak, müziğimizin en iyi bestecilerinden biri. Ahmet Erhan'ın acı alayı. Behzat Ay'ın kurtarmak için eşi dostu ayağa kaldırdığı ama kurtaramadığı kedisinin adı Pamuk. Vaybeni, bir sanatçının günlüğü yoksa kendisi de mi yoktur, Birsel diyor, zaten var olmak istemeyen sırıtır. Cevdet Kudret'le bir iki anı, Melih Cevdet'le Ataç'ın sürtüşmeleri. Vedat Günyol'un Çatalçeşme'ye, Birsel'in evinin yakınına taşınmak için kitaplarının yarısını satması, 1 milyona, kitaplarından kurtulduğu için memnunmuş Günyol ama öyle görünürmüş, Birsel şöyle bir yüz taraması yapmış da Günyol'un kendi söylediğine inanmadığını görmüş. Şener Şen'le geçen bir gün, sinema dünyasından anılar. Feyyaz Kayacan'la Hatay'da muhabbet, Kayacan meğer Yeldeğirmeni'nde okumuş, Paris'te Cahit Sıtkı ve Oktay Rifat'la çok muhabbet, sonra gibicilikle ilgili metni var ki biri olmanın tarifidir bu, yani biri "gibi" olduğunuzda biri olursunuz ama kendi sesinizi kullanırsanız kimse olmazsınız çünkü birey gibiciliğin yanında sönüp gider, birey birdir, gibi pektir, çoktur, sanat camiasında var olmak için kim cüret eder biri olmaya, onun şanı namı olmaya. Şiirden yazıya geçenler tamam da tersi nedir, Sait Faik'in şiir cumbası eğiktir, Bedri Rahmi'nin birkaç evelemesinin dışında şiir dağarı kıttır, Ömer Seyfettin'inki numunelik bir pejmürdeliktir. Ayşe Kilimci'ye övgü var, Kilimci iyi bir öykücüdür ve Birsel yakalamıştır iyiliği, yakaladı mı övmelidir ki iteklesin yarınlara doğru.

Birsel yarınları da yaşar, okumayı yarıda bıraktığı birden fazla kitabı vardır da ne çıkar.