Toplam yorum: 3.087.213
Bu ayki yorum: 6.900

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Sadece 15 öykü yazan Ted Chiang, insanoğlu için temel problemleri saptayıp BK'ye şahane yedirmiş. Safi BK demek de haksızlık olur, fantazyadan realist anlatıya pek çok türe sokulabilecek öyküler bunlar.

Öykülerin izleğini çember, kuyruğunu ısıran yılan, bir noktada buluşan iki nokta gibi üfürmeler olarak belirledim. Yola çıktığımız noktadan pek de uzakta değiliz kısacası, spiralin denk gelen noktalarını inceliyor Chiang. Tam bir tur boyunca algıladığımız/çözdüğümüzü sandığımız dünyanın meseleleriyle uğraşıyoruz. Bazıları neler bunların, bakalım:

Babil Kulesi: Yatay bir sonsuzluk, Borges'in düşündüğü buydu. Kule inşaatı için gereken her şey şehri ucu bucağı olmayacak şekilde yapılandırırken inşaat bir türlü bitmiyor. Kafkaesk bir yandan. Kulenin içinde kurulan yerleşimler fraktal geometriyi andırıyor, Mitik yapıda gerçek meskenler türetiliyor. Burada yaşayan insanlar Babil'i hiç görmemiş, sanki kalu beladan beri kule inşaatı devam ediyormuş da şehir sonradan etrafına kurulmuş gibi. Kozmoloji tamamen o zamanın bilgisiyle sınırlı; yedi kat göğe bloklar döşenecek ve kuleyle gökyüzü birleştirilecek. Tanrı'nın karşı çıktığı bir şey değil, en azından kule yıkılmadan önce böyle düşünüyor dönemin insanları. Sürpriz en sonda.

Sıfıra Bölünme: Bildiğiniz "Törless'in bunalımı" aslında ama temel fark şu: İrrasyonel sayılarla birlikte rasyonel sayılar da belli bir örüntüden muafsa, insanoğlunun kaos içinde tutunmaya çalışıp mihenk taşı olarak belirlediği matematiğin sabitliği -geçerliliği diyelim- ortadan kalkarsa hayatını matematiğe adamış kadına ne olur? Birin ikiye eşit olduğunu, farklılıkların ortadan kalktığını keşfeden kadın, düşünüş ve yaşayış biçimini, hayatını şekillendiren analitik zekasını, sayıları, her şeyi bir kenara atabilir mi? Matematik evrenin dilidir, Tanrı'nın dili olduğu da söylenir. Tanrı'dan koparılmaya, O'na inanıldığı halde merhametinden uzak tutulmaya benziyor bu.

Aralara serpiştirilmiş anekdotlardan bu sabitlik konusunda matematiğe pek de bel bağlanamayacağına meylediyoruz. Kadınla eşine de bolca üzülüyoruz; bu noktada Chiang'ın psikoloji yaratımındaki ustalığını da teslim etmek lazım ki iki insan arasındaki duyguların değişiminin böylesi ustalıkla anlatıldığı öykü pek yoktur. Belki vardır da ben bilmiyorum.

"Altı yıllık evliliklerinin ardından kadına duyduğu aşk sona ermişti. Böyle düşündüğü için kendinden nefret ediyordu, fakat gerçek şu ki kadın değişmişti ve artık onu ne anlayabiliyor ne de onun duygularını nasıl paylaşabileceğini biliyordu. Renee'nin entelektüel ve duygusal hayatı birbirlerine ayrılmaz bir biçimde bağlıydı ve ikincisi adamın ulaşabileceğinin ötesine geçmişti." (s. 99) Çiftlerin yarattığı üçüncü kişiliğin yıkılmasına anbean izliyoruz, mesnet noktalarımızın kaybolmamasını diliyoruz.

Okuyun, başka bir şey diyemiyorum.
"Harry Potter'dan önce Taş Kavşak vardı" demişler, ben de Titanic'ten önce Nuh'un Gemisi vardı diyerek bahsi artırıyorum. Sanırım bir çocuğun fantastik usullerle yetişmesini, görünen dünyanın ötesinde yer alan hayali organizasyonları falan düşünerek söylenmiş bir söz. Bu kadarlık bir benzerlikten köprü kurabiliyorsanız eyvallah, onun dışında kıyaslama kabul etmeyecek bir durum var ortada; Taş Kavşak'ın bilinen dünyaya yerleştirilmesi, içerdiği meseleler ve Daniel Pearse nam çocuğumuzun yaşadığı türlü hadise Harry Potter'ın dünyasından çok, çok uzakta. Adını Söylemeyin, Tokadı Basar gibi adamlar yok, fantezilerin diplerinden çekilip çıkarılmış yaratıklar yok, yok oğlu yok. Felsefe Taşı derseniz, eh, Taş Kavşak'ta bir kez adı geçiyor, o kadar. Bilemiyorum, pek alakalı işler diyemeyeceğim. Ön sözde Pynchon "büyücünün Bildungsroman'ı" demiş ama Daniel'ın büyücülükle pek bir ilgisi yok aslında, yani romanda bir büyü evreni, büyü sistemi yok. Doğu'nun kadim bilgeliklerinden esintiler var, ışınlanma gibi bir olay var ama bu sopa sallayıp sihir yapmaya benzemiyor, ilgisi yok. Büyü sistemi bağlamında düşünüyorum, hayır efendim, böyle bir dünya değil bu. Pynchon'ın dediği gibi son derece analog, AMO haricinde son derece gerçek. Işınlanmayı bu gerçeğin içine yerleştiriyorum, benim ışınlanmış arkadaşlarım var mesela. Haydi bakalım. Işınlanma diyorsam lafın gelişi, işin arkasında maddeyi manaya çevirecek zihinsel bir süreç var, muhteşem de anlatılmış açıkçası.

Jim Dodge'un üç romanı, bir şiir derlemesi dışında yazdığı bir şey olmamasına rağmen yarattığı orijinal dünyalar ses getirmiş, baş üstünde tutulmuş. Monokl diğer kitaplarını da basar umarım, zira Taş Kavşak çok başarılı bir roman. Diyaloglar mükemmel ki örneğine az rastlanır. Daniel'ın yolculuğu, tekamül süreci son derece iyi kurgulanmış. Maceralar çok iyi, günümüzde özellikle dizilerde kullanılan bir teknikle ilerliyor mevzu; sona kadar çözülmeyen bir düğüm ve Daniel'ın etrafında dönen daha küçük boyuttaki olaylar. Çok başarılı.

1966'da Daniel doğuyor ama önce annesinden bahsetmek lazım. Annalee tam bir özgür ruh; ıslahevinde kalırken yedi adamdan birinden hamile kalıyor ve iyi ki bütün rahibeler kafa attığı rahibeye benzemiyor da çocuğu doğurabiliyor. "'Bağışlayıcılık, ruhu boşa tüketmektir çünkü bağışlayacak bir şey yoktur. Başa gelen'in hikmetine ve hemen şimdi'nin gücüne inanıyorum.'" (s. 21) Sezgisel olarak yaşam bilgeliğine ulaşmış bir kadın konuşuyor, 16 yaşında. Çocuğu doğurduktan sonra kaçıyor ve Güleç Jack'in kamyonuna atlıyor. Şans, kader, her neyse, geri kalan kısmı bu karşılaşma belirleyecek.

Üç ana kanaldan akıyoruz, bir tanesi eğitimler. AMO adlı gizli bir organizasyon var, kanun kaçaklarını ve yetenekli insanları kollayan bir örgüt. Güleç Jack'in Annalee'yi ve Daniel'ı soktuğu mevzu bu. Bu örgütün önemli adamlarından Volta, Daniel'ın eğitimiyle ilgileniyor ve çocuğu yetişkinliğine kadar farklı insanların yanına yolluyor. Kilit açmadan kılık değiştirmeye, ışınlanmadan doğada yaşamaya kadar pek çok konuda uzmanlaşıyor Daniel, her bir hocayla ayrı bir hikâyesi var ve hepsi muazzam detaylı, iyi işlenmiş birçok bölümden oluşuyor. Hiç girmiyorum buralara.

Yetmişli yılların ortamında kanun kaçaklarının Beat şairleri olabildiği, Old Man River'ın terennüm edildiği bir güzel roman bu. Bütün her şeyin açıklaması şu aslında: "Yaşamı yaşa ve kaybettiklerini hatırla." (s. 399)
Tohumun adını bilmiyorum, şu mor çiçeklerin arasındaki, siyah. Çocukken bir tanesini yutmuştum, midemde kök salan ve gözlerimi çıkarıp dallarını büyüten ağacın kabuslarıyla uyuyamadığım geceler olmuştu.

The Evil Dead, Ash. Yabancı El Sendromu denen naneyle ilk karşılaştığım zaman ödümün kopuşunu hatırlıyorum, sonrasında Dr. Strangelove'da da gördüm. İnsanın kendi vücudu tarafından saldırıya uğraması, kendi vücuduna yabancılaşma kadar korkutan çok az şey vardır. Uykuda elim tarafından boğulmak, bıçaklanmak... Vücudun harekete geçip uyuyan bilinci yok etmesi, mesela.

Anlatıcının bacaklarında beliren turp filizlerini gördüğü an bütün kabuslarım, çocukluk ve yetişkinlik için ayrı ayrı, özenle kurduğum kabuslar geri döndü. Aynanın öbür tarafına iki günlük bir yolculuk; cehennemin katlarında Dante'nin bir parodisi, Kafka'nın çıkmaz sokakları, daha kimlerin neleri, hayır, Abe intiharından önce yazdığı bu son kitabında belki de ansızın beliriveren kanguru defteri fikrinin devamını gösteriyor. Pazarlama çalışanı fikir uydurmada başarılı, belki ilk kez üstlerinden övgü alıyor ve... Buna alışkın olmadığı için kendini kaybediyor olabilir mi? Belki karoşi öncesi muhteşem bir cinnet. Yediği yemek, içtiği bira, vücuduna aldığı herhangi bir şey halüsinojen bir etki yaratmıştır belki, kim bilir. Biz çıktığı yolculukta kendisini yalnız bırakmayacağız, karşılaştığı her abuk duruma hayatın sıradan bir gerçeği muamelesi yaparken kafayı kırmazsak. Olasılıklar olağanlıktan uzaklaştıkça gerçeklikten kopmama çabası zorlayıcı hale geliyor, okur oldukça zorlanacak.

Kutu Adam gibi emek isteyen bir okuma şart. Abe'nin son metni olduğunu söylemiştim, deli gibi yazarken neler olduğuna çokça dikkat ettiğini düşünüyorum. Anlatının random olaylardan oluştuğunu söyleyenler var ama karmaşanın kasıtlı olarak çıkarıldığını düşünüyorum, Abe çeşitli maddelerin etkisi altındayken -su, alkol, kesinlikle keyif verici madde- eklemli bir dünya yaratmış. Pink Floyd'un Marooned'u ve Echoes'u kendine yer bulur mesela, psychedelic ortamlara gidebilecek müthiş bir playlist.

Fikir kutusu, patronların yeni icadı. Anlatıcımız kanguru defteri diye bir şey uydurur, kutuya atar ve fikri en umut vadeden fikir seçilir. Kanguru defterinin açıklanması istenir...

"Çok korkmuş gibiydi.
Ben de en az onun kadar korkuyordum.
Korkunçtu." (s. 187)

Kutu Adam'a dönüşmüş olabilir mi?

Gazete haberiyle bitiyor anlatı, terk edilmiş tren istasyonunda bir ceset bulunmuş. Kaval kemiklerinde jilet kesikleri var. Yine bir kimliksizlik, ölünün kimliği bilinmiyor. Ölüm sebebi kesikler değil. Muhtemelen korkudan kaynaklanan şoktur, her şeyin farkına vardığı an ölmüştür. Belki.

Delirmek yirmi pare top atışıyla ve Kobo'yla kutlanmalıdır, bu akış çağında delirmeyenlerin sağlıklı olduğunu düşünmek mümkün değil. Delirmeye övgü diyesim geliyor, şahane bir anlatı.
"Norveç edebiyatıyla uluslararası edebiyat hakkında ve kendi kitabım üzerine konuştukça konuştum, amaçlarımdan söz ettim: Minimalistten maksimaliste kaçmak, güçlü, çarpıcı, barok, Moby Dick bir şey, ama epik değil; bir kişiyle ilgili, eylemlerin dışsal değil içsel olduğu minik bir romanı alıp epik biçeme genişletmeye çalıştım, anlatabiliyor muyum?" (s. 563)

Hmm, sanırım. Knausgaard'ın ne yapmaya çalıştığı üzerinde fikir yürütüyorum. Yazıp yok ettiği onca metni, sonradan ün kazanan yazar arkadaşlarının kendisine mesafeli, biraz tepeden bakan yaklaşımları,babanın ilgisizliği, annesinin kendi planlarıyla ilgilenmesi ve benzeri pek çok şeye bakarak kendine güveni olmayan bir adamın erginlenme ayini olarak gördüğü yazma eylemine sıkı sıkıya tutunmasını, içinde yetenek kırıntısı olmadığına inanmasına rağmen yazmaktan başka bir şey düşünmemesini kendini bir yere sabitleme ihtiyacına -sayfalar iyi bir yerdir, bu çabada sözcüklere ihtiyaç duyulur ama sözcükler yerlerinden sökülemez- bağlayabiliriz. Serinin önceki metinlerinde Knausgaard'ın büyüme serüvenini izlemiştik; davul çalan bir ergen, bulduğu her şeyi okuyan bir münzevi, kendisini çok ciddiye alan bir umutsuz. Sadece ileriye bakıyor ve kendisini var edecek edimlerden başka bir şey düşünmüyor. Yaşadığını bu şekilde hissedebiliyor ama yazın onun hayatının merkezinde gibi gözükse de aslında bir araç, dünyada bir yerde olduğunu ve yaşadığını söyleyebilmek için. Her zaman tedirgin, suçlu ve korkulu. Yazdıkları yeterince iyi değil, yaşamı ve kendisi de öyle, o zaman yapabildiği tek iyi işe odaklanmak zorunda ki onda bile iyi olmadığını düşünüyor, etrafındakiler iyi olmadığını düşündürüyorlar. Ego kaynaklı bir durum var ortada ama çevredeki insanların Knausgaard'a pek de yardımcı oldukları söylenemez. Sosyal ilişkilerde büyük mesafeler var, aşılacak gibi değil. Adamımızda Papinivari bir sıkıntının olduğunu söyleyebiliriz; sadece çabalamakla bir şeylerin değişebileceğini pek düşünmüyor. Güdüsel olarak yaptığı şey bu ama; öyküleri reddedilse de yazmaya devam ediyor, çok iyi giden ama iyi gitmesiyle yetinmediği ilişkisini bitirebiliyor, yaşamda doldurması gereken boşlukları dolduruyor kısaca. Alkolle doldurduğu da sıklıkla görülebilir, sarhoşluğunda yaptığı şeyler dudak uçuklatıcı ve asıl kişiliğini ortaya çıkarıyor, sıklıkla kendisiyle yüzleşmesine ve yüzleştiği şeyi pek sevmemesine yol açıyor. Knausgaard kendisini susturmuş durumda, en azından, "İyi gidiyorsun be oğlum," sözü hiç duyulmuyor, bazen çok derinlerden bir yerden yankısı gelse de yeterli değil. Kendisini susturmuş ama bunun farkında; metinde geçmiş zamanın içinde şimdiki zamanın sesini duyabiliyoruz, olayların analizi yapılmış ve değerlendirilmek üzere bir kenara konmuş. Bu büyük bir çaba istiyor, zaman katmanlarının seslerini birbirine karıştırmamak, o zamanı o zamanın Knausgaard'ının anlatması, bu zamanınkini bu Knausgaard'ın, büyük iş.

Serinin dördüncüsünde Karl Ove'un öğretmenlik macerasından sonra hızlandırılmış bir biçimde Bergen'e dönüşünü görüyorduk. Yolculuklara çıkıyor, aşık olacağı Ingvild'le tanışıyor ve memleketine dönünce başlayacağı yazarlık akademisini düşünüyor, 1988'de. 2002'ye kadar Bergen'de kaldığını söylüyor, ara ara başka ülkelere gidip oralarda yaşasa da on dört yıl boyunca bu kentte takılıyor. Bu metinde Bergen yıllarına odaklanmış Knausgaard, özellikle beş yıla. Yazarlığının başlangıcını, alkolle olan problemlerini ve inişli çıkışlı ilişkilerini görüyoruz. Arada bir günlük tutup yaktığını, fotoğraflardan ve mektuplardan başka bir şey kalmadığını söyledikten sonra ekliyor adamımız: "Mektupları şöyle bir karıştırdım, aralardan birkaç satır okudum ve her zamanki gibi kederlendim, ne korkunç bir dönemdi. Bilgisizdim, aşırı tutkuluydum, hiçbir şeyi başaramamıştım. Oysa oraya yerleşmeden önce nasıl da heyecanlıydım!" (s. 7) Arkadaşı Lars'la çıktığı Avrupa yolculuğundan dönüşte yaşadığı sıkıntılar heyecanını yitirmesine sebep olmuyor, gelecek parlak günler için ödenmesi gereken bir bedel varsa aç kaldığı, saatlerce otostop çektiği yollar bu bedelin ödendiğini söyleyebilir. İlk romanını yazmaya da bu dönemde başlıyor, Yunan adalarından birinde. Leonard Cohen'la aynı denize baktığını bilmek mutluluk verici bir şey, aynı şeyi yapmaya çalıştığını bilmek de. Tabii bu roman çalışması da denizin dibini boyluyor, ilk çalışmalarının tümü gibi. Knausgaard, Bernhard'ı pek sevdiği için ulaşılamayan yaratıyı ararken ve yazdıklarını yok ederken büyük yazarın çerçevesini çizdiği karakterlerden biri haline geliyor sanki. Her ne kadar kendisini parlak bir yazar olarak görmese de yok ettiği, yarım bıraktığı metinlerden -bunların bir kısmı sonlara doğru verilmiş- iyi bir yazar olduğu düşünülebilir. Zamanla olgunlaşan bir yeteneği var adamın, başlarda sadece parıltıları yakalamaya çalışırken sonradan sözcüklere parıltıları yerleştirmeyi öğreniyor ama öncesinde neyi nasıl yapacağını bilmediği için deniyor ve beceremiyor. "Dünya bomboştu, hiçbir şeydi, bir imgeydi ve ben bomboştum." (s. 20) Büyükbabasının yaşadığı yere yaptığı yolculuk da kendisine iyi gelmez, dağlarla denizden çok kente ihtiyacı vardır onun. Yeni ilişkiler kurabileceği, yenilgilerini yaşayabileceği bir kent. Bergen.

İzlanda yıllarında Björk'ün evinde takıldığı zamanlar eğlencelidir çünkü müzikal anlamda bir iddiası yoktur. Birkaç grupta davulcu olarak yer alır, kendine güvensizliği yine zirvededir ama çalabiliyordur, dahi olmasına gerek yoktur. Ünlü olabileceklerken zamanlarını müziğe ayırmazlar ve grup dağılır, küçük zaferler yetmiştir. Bu yüzden ünlü müzisyenler adamımızı severler, birlikte güzel zamanlar geçirirler ama aynı şeyi yazarlar için söylemek mümkün değil. Karl Ove'un ruhunu adadığı iştir yazmak, özellikle iyi yazmak. Bu yüzden kitapları birer birer basılmaya başlanan arkadaşlarını kıskanır, onlarla mesafeli ilişkisini sürdürür. Çok okuyan, çok bilen tiplerin yancısı gibi hisseder, hiçbir zaman rahat etmez çünkü yetersizlik duygusu onu ele geçirmiştir. Gecesini gündüzünü okumaya ayırır ama yetmez, her zaman okunmamış bir şeyler kalacaktır ve bu bile ona acı verir. Daha çok çabalar, daha çok çabaladıkça alkole daha sık sarılır. Kavgalar, kontrolsüz ilişkiler, yıkımlar arka arkaya gelir. Yıpratıcı bir döngüdür bu, yıllar boyunca devam eder, Karl Ove Bergen'i terk edene kadar. Çok detaylı ve derinlikli olaylar, bunlara girmiyorum.

Şöyle; geçen sene bu zamanlarda, belki biraz daha öncesinde dördüncü kitabı bitirdiğim sırada hayat berbat gidiyordu ve sonraki sene her şeyin düzelmiş olacağını, beşinci kitabı büyük bir mutlulukla okuyacağımı düşünüyordum. Eh, her şey bambaşka bir şekilde düzeldi ve kitabı büyük bir mutlulukla okudum.Okumayan varsa da seriyi, bir şey demiyorum. Okumalısınız diyorum.
Beton Ada'nın kaçışsız köşelerinde bir adam duvarlara adını yazıp birileri tarafından görülmeyi umuyor, yerleşmemiş toprağın kaymasıyla tırmandığı doruktan aşağı düşüyor ve düştüğü yerde geçmişini tekrar tekrar kurgulayıp çıkmasını sağlayacak bir güç bulmaya çalışıyor. Kişinin kendisini yenmesini sağlayacak bir süreç için nelerden vazgeçilebilir? Alışkanlıklar? Bilinenin konforu? Yaşamın biçimlenebileceği sayısız olasılıktan korkmak doğal bir şey, şehir değiştirmek gibi. Üstesinden gelinebilir, eğer bırakıp gitme özgürlüğü orada bir yerde duruyorsa. Nöbetteyiz, önümüzde bomboş bozkır uzanıyor, daha da iki saat dikileceğiz orada. Bir nimettir; görevin yerine getirilmesinin saadeti günlerin aynılığını katlanılır hale getirir. Kapanmaz bir yaradır; insan kendiyle kalamadığı için, istediği zaman gidemeyeceği için elindeki silahta mermi olmasını umar. Gidememeye yol açan şu duvar, şu dikenli teller, şu erk sahipleri namlunun ucuna yakışır. Bundan sonra kalmak isteyenlerin huzuruna göz dikilir. Kabullendikleri için aşağılıklaşırlar, birkaç kurşun onlara. Gidenlere de tabii. Tellerin ardındaki otoyoldan hızla geçen arabalar kaza yapsın, yukarılardaki uçak düşsün, dünyayı döndüren her şey dursun, burada unutulmuş bir acı çekiliyor ve bu acı dünyanın tamamını kapsıyor, her şey her yerle bir oluyor, bu nasıl oluyor? Durduğum yerde kalbim sökülüyor ve onca şeyin bundan haberi yok, bir tek şu ağaç biliyor, bastığım toprak biliyor, otobanın arasında kalmış beton ada biliyor, kendine sığıştırmak isteyen kumlar biliyor. Onların bildiğini bildiğimiz sürece, başka bir kendiliğe yürüyemediğimiz sürece kurtulamayacağız.

"Cezası olmadıkça, kaçmanın da zevki olmaz."

Epigraf. Ölüme varacak bir kapalı devre. Bilinmeyenin korkusu, kaçmanın/gitmenin cazibesiyle çatışır. Bir daha gidemeyecek olmanın korkusu daha büyük, ölümden önce son bir çıkış olmayabilir. Kafka'nın karanlığındaki her boşluğu kumlar doldurmuş. Tırnak aralarını temizlemek, bütün bir köyü kumdan temizlemek kadar büyük bir iş, büyük olduğu kadar anlamsız. Yaşam ne kadar kapansak da bir çatlak buluyor ve içeride birikiyor. Kendiliğin sonsuz çeşidinden ve dışarıdaki fırtınadan hiçbir zaman kurtulamayacağız. Kumlar bunu çok iyi biliyor, bütün açıklarımızın farkında.

Kumla şekillenmiş bir yaşam. Köyde bir an bile boş durmak yok, bir gün temizlenen onca kum ertesi gün rüzgarla tekrar geliyor ve bu temizlik her gün, her gün yapılıyor. Kumun üzerinde yüzen gemi imgesi beliriyor adamın kafasında, evler de kumda yüzebilir, hiçbir şey sabit kalmak zorunda değil, her şey hareket edebilir, değişebilir, yok olabilir ve yeniden belirebilir. "Akan evler, şekli olmayan köy ve kasabalar." (s. 36) Bu akışkanlık kendini konumlandırmaya çabalayan insan için büyük işkence.

Son. "Buradan nasıl kaçacağını ertesi gün de düşünebilirdi." (s. 172) Biraz araştırdım, Ballard'ın Abe'den esinlendiği birçok kaynakta söyleniyor. Maitland'ın son düşüncelerinin adamımızınkilere benzemesi anlaşılabilir hatta denebilir ki Ballard, Abe'nin anlatısını Londra'ya uyarlamıştır.

Kobo Abe'nin bütün kitapları Türkçeye çevrilmeli.