Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Le Tellier, OULIPO'ya dahil oyuncu olduğu için baştan sevdim. Bilim gazetecisi, deney gözlermiş gibi yazıyor, öykülerdeki detaylar baş döndürebilir.

Haftalık bir dergide yazdığı 120 öyküden 86'sı derlenmiş, kitap haline getirilmiş.

Epigraf: "Gökyüzü çok yüksek, yeryüzü çok alçak / Bar tam doğru yükseklikte"

Barda çalışanların ve bara gelen insanların öyküleri, yaklaşık bir buçuk sayfalık onlarca öyküde yukarıda bahsettiğim olasılıkların bir bölümünü görebilirsiniz. Bir de insanların unutmaya ne kadar dirençli/meyilli olduğunu, acıyı, mutluluğu, kokteyllerle duygular arasında derin bir bağ olduğunu... Ben kokteyl tariflerini bir bir not ettim, her öyküde farklı bir kokteyl var.

Kemik tayfa toplandıktan sonra bara insan yağmaya başlar, hikâyeler de... Yarım kalan bir hikâye, bir diğerinin içinde. Sadece birkaç dakika içinde yaşam o noktada gerçekleşir; bütün duygular bu olaya sıkıştırılmış gibidir. Parıltı işte, siz hissetmediniz mi hiç? Çok özel bir şey yakalanmış gibidir, kaçırılmak üzere.

Büyücüler, sihirbazlar, katiller, haydutlar... Jay'in son öyküde uğradığı saldırıdan yırtıp yırtamadığını bilemiyoruz. O da okuduğu kitabın sonunu bilemiyor. Tanrı da bizle ne yapacağını bilemiyorsa tamam bu iş.

Bu kitabı şiddetle tavsiye ediyorum, yakalanmış birkaç parıltı görmek isterseniz edinin.
Eh, aşk üzerine düşeni yerine getirmede askeri bir disipline sahip olduğu için hemen her seferinde yıkar, doğurur, parçalar, birleştirir, çakı gibi birden çok işi yapar, hem de tek başına. Adonis, Sapho, Mascolo, Shakespeare, çağlardan beri sayısız sanatçı aşk için bir şeyler yaptı. Başka yazılarda da değindim, burada da değineyim, Barnes'ın 10½ Bölümde Dünya Tarihi adlı müstesna romanında yarım bölüm aşka ayrılmıştır, tamamlanmayan diğer yarımsa aşkın yokluğuna adanmıştır. Tufanla birdir aşkın varlığı/yokluğu, uygarlıklar için yıkımdır, insan için yaşamanın tek anlamı olabilir, yaşamı sona erdirmenin tek sebebi de olabilir. Şu bilinir ki aşk devrimcidir ve belirdiği andan itibaren kişinin kendisi de dahil olmak üzere bir daha hiçbir şey eskisi gibi kalmayacaktır. Aşktan Bu Kadar'da aşka rağmen dönüşüm geçirmeyen yaşamların yanında bütün hayatı değişen insanlar var, onlara aşk olsun! Alberoni'nin Aşık Olma ve Aşk'ını hatırlıyorum, ruhun sıkıntılarını gidermek için aşkın ortaya çıktığı söyleniyor. Özünüzde bir eksik, yaşamınızda özlemini çektiğiniz ve henüz tanımlayamadığınız bir gedik varsa bam! Aşk imdadınıza yetişir. Aşk, kitaptaki karakterlerin imdadına yetişmiştir, çatlaklar aşkla sıvanır, karakterlerin duygusal yaşamlarındaki eksikler yeni insanlarla kapatılır.

Biraz şey, Love Actually tarzı. Herkesin birbiriyle bir noktada bağı var. bu sayede farklı bir -veya iki- karaktere odaklanılan her bölümde meselenin karşı taraftaki boyutunu/etkisini görebiliyoruz. Yazar OULIPO'cu, metinle güzel güzel oynuyor. Bu anlatım şeklini karakterlerden birinin, Yves adlı yazarın kurguladığını görüyoruz. Abhaz Dominosu. Oyunun ilerleyen bölümlerinde, kullanılmış taşlar tekrar kullanılabiliyor ama sayıların tek veya çift olmasına göre belirleniyor bu. Aşktan Bu Kadar aynı teknikle yazılmış, bu güzel. Kitabın adı meselesi var, o da inceden sürprizli. İkincisi, anlatı sürerken sayfanın ikiye bölündüğünü düşünün, iki sütun. Sol sütunda Yves'in konferans sırasında yaptığı konuşma var, sağ sütundaysa Yves'in sevgilisinin kocası, Stan, bilincini sele çevirip barajları kaldırıyor. Eşinin o adamda ne bulduğu, kendisinin de okunan metni yazabilecek yeteneğe sahip olduğu, kullanılmayan yeteneğin köreldiği, sahip oldukları çocuklar, Yves'in kelliği, yaşlılığı, başka bir yerde olacağını söyleyen eşini Yves'in hemen önünde görmesi... Orijinal bir fikir bence, iki konuşma eş zamanlı olarak sürüyor. Biri bütün salona, biri sadece kendine.

Karakterler, her biri keşfedilmeyi bekleyen bir ada gibi. İlişkilere değinsem daha iyi, nerede başlayıp nerede bittikleri, ne şartlarda başladıkları ve nasıl sürdükleri önemli.

Le Tellier'nin kurduğu dünyada küçük ayrıntılar var, hikâyenin başında Anna'nın Yahudilikle ilgili küçük bir davranışı, sonlara doğru yapılan bir tartışmaya ışık tutabilir. Bu adamın romanları dikkatle okunmalı, detaylarda gizlenmiş başka anlatıları kaçırmamak için.
Sadece 15 öykü yazan Ted Chiang, insanoğlu için temel problemleri saptayıp BK'ye şahane yedirmiş. Safi BK demek de haksızlık olur, fantazyadan realist anlatıya pek çok türe sokulabilecek öyküler bunlar.

Öykülerin izleğini çember, kuyruğunu ısıran yılan, bir noktada buluşan iki nokta gibi üfürmeler olarak belirledim. Yola çıktığımız noktadan pek de uzakta değiliz kısacası, spiralin denk gelen noktalarını inceliyor Chiang. Tam bir tur boyunca algıladığımız/çözdüğümüzü sandığımız dünyanın meseleleriyle uğraşıyoruz. Bazıları neler bunların, bakalım:

Babil Kulesi: Yatay bir sonsuzluk, Borges'in düşündüğü buydu. Kule inşaatı için gereken her şey şehri ucu bucağı olmayacak şekilde yapılandırırken inşaat bir türlü bitmiyor. Kafkaesk bir yandan. Kulenin içinde kurulan yerleşimler fraktal geometriyi andırıyor, Mitik yapıda gerçek meskenler türetiliyor. Burada yaşayan insanlar Babil'i hiç görmemiş, sanki kalu beladan beri kule inşaatı devam ediyormuş da şehir sonradan etrafına kurulmuş gibi. Kozmoloji tamamen o zamanın bilgisiyle sınırlı; yedi kat göğe bloklar döşenecek ve kuleyle gökyüzü birleştirilecek. Tanrı'nın karşı çıktığı bir şey değil, en azından kule yıkılmadan önce böyle düşünüyor dönemin insanları. Sürpriz en sonda.

Sıfıra Bölünme: Bildiğiniz "Törless'in bunalımı" aslında ama temel fark şu: İrrasyonel sayılarla birlikte rasyonel sayılar da belli bir örüntüden muafsa, insanoğlunun kaos içinde tutunmaya çalışıp mihenk taşı olarak belirlediği matematiğin sabitliği -geçerliliği diyelim- ortadan kalkarsa hayatını matematiğe adamış kadına ne olur? Birin ikiye eşit olduğunu, farklılıkların ortadan kalktığını keşfeden kadın, düşünüş ve yaşayış biçimini, hayatını şekillendiren analitik zekasını, sayıları, her şeyi bir kenara atabilir mi? Matematik evrenin dilidir, Tanrı'nın dili olduğu da söylenir. Tanrı'dan koparılmaya, O'na inanıldığı halde merhametinden uzak tutulmaya benziyor bu.

Aralara serpiştirilmiş anekdotlardan bu sabitlik konusunda matematiğe pek de bel bağlanamayacağına meylediyoruz. Kadınla eşine de bolca üzülüyoruz; bu noktada Chiang'ın psikoloji yaratımındaki ustalığını da teslim etmek lazım ki iki insan arasındaki duyguların değişiminin böylesi ustalıkla anlatıldığı öykü pek yoktur. Belki vardır da ben bilmiyorum.

"Altı yıllık evliliklerinin ardından kadına duyduğu aşk sona ermişti. Böyle düşündüğü için kendinden nefret ediyordu, fakat gerçek şu ki kadın değişmişti ve artık onu ne anlayabiliyor ne de onun duygularını nasıl paylaşabileceğini biliyordu. Renee'nin entelektüel ve duygusal hayatı birbirlerine ayrılmaz bir biçimde bağlıydı ve ikincisi adamın ulaşabileceğinin ötesine geçmişti." (s. 99) Çiftlerin yarattığı üçüncü kişiliğin yıkılmasına anbean izliyoruz, mesnet noktalarımızın kaybolmamasını diliyoruz.

Okuyun, başka bir şey diyemiyorum.
"Harry Potter'dan önce Taş Kavşak vardı" demişler, ben de Titanic'ten önce Nuh'un Gemisi vardı diyerek bahsi artırıyorum. Sanırım bir çocuğun fantastik usullerle yetişmesini, görünen dünyanın ötesinde yer alan hayali organizasyonları falan düşünerek söylenmiş bir söz. Bu kadarlık bir benzerlikten köprü kurabiliyorsanız eyvallah, onun dışında kıyaslama kabul etmeyecek bir durum var ortada; Taş Kavşak'ın bilinen dünyaya yerleştirilmesi, içerdiği meseleler ve Daniel Pearse nam çocuğumuzun yaşadığı türlü hadise Harry Potter'ın dünyasından çok, çok uzakta. Adını Söylemeyin, Tokadı Basar gibi adamlar yok, fantezilerin diplerinden çekilip çıkarılmış yaratıklar yok, yok oğlu yok. Felsefe Taşı derseniz, eh, Taş Kavşak'ta bir kez adı geçiyor, o kadar. Bilemiyorum, pek alakalı işler diyemeyeceğim. Ön sözde Pynchon "büyücünün Bildungsroman'ı" demiş ama Daniel'ın büyücülükle pek bir ilgisi yok aslında, yani romanda bir büyü evreni, büyü sistemi yok. Doğu'nun kadim bilgeliklerinden esintiler var, ışınlanma gibi bir olay var ama bu sopa sallayıp sihir yapmaya benzemiyor, ilgisi yok. Büyü sistemi bağlamında düşünüyorum, hayır efendim, böyle bir dünya değil bu. Pynchon'ın dediği gibi son derece analog, AMO haricinde son derece gerçek. Işınlanmayı bu gerçeğin içine yerleştiriyorum, benim ışınlanmış arkadaşlarım var mesela. Haydi bakalım. Işınlanma diyorsam lafın gelişi, işin arkasında maddeyi manaya çevirecek zihinsel bir süreç var, muhteşem de anlatılmış açıkçası.

Jim Dodge'un üç romanı, bir şiir derlemesi dışında yazdığı bir şey olmamasına rağmen yarattığı orijinal dünyalar ses getirmiş, baş üstünde tutulmuş. Monokl diğer kitaplarını da basar umarım, zira Taş Kavşak çok başarılı bir roman. Diyaloglar mükemmel ki örneğine az rastlanır. Daniel'ın yolculuğu, tekamül süreci son derece iyi kurgulanmış. Maceralar çok iyi, günümüzde özellikle dizilerde kullanılan bir teknikle ilerliyor mevzu; sona kadar çözülmeyen bir düğüm ve Daniel'ın etrafında dönen daha küçük boyuttaki olaylar. Çok başarılı.

1966'da Daniel doğuyor ama önce annesinden bahsetmek lazım. Annalee tam bir özgür ruh; ıslahevinde kalırken yedi adamdan birinden hamile kalıyor ve iyi ki bütün rahibeler kafa attığı rahibeye benzemiyor da çocuğu doğurabiliyor. "'Bağışlayıcılık, ruhu boşa tüketmektir çünkü bağışlayacak bir şey yoktur. Başa gelen'in hikmetine ve hemen şimdi'nin gücüne inanıyorum.'" (s. 21) Sezgisel olarak yaşam bilgeliğine ulaşmış bir kadın konuşuyor, 16 yaşında. Çocuğu doğurduktan sonra kaçıyor ve Güleç Jack'in kamyonuna atlıyor. Şans, kader, her neyse, geri kalan kısmı bu karşılaşma belirleyecek.

Üç ana kanaldan akıyoruz, bir tanesi eğitimler. AMO adlı gizli bir organizasyon var, kanun kaçaklarını ve yetenekli insanları kollayan bir örgüt. Güleç Jack'in Annalee'yi ve Daniel'ı soktuğu mevzu bu. Bu örgütün önemli adamlarından Volta, Daniel'ın eğitimiyle ilgileniyor ve çocuğu yetişkinliğine kadar farklı insanların yanına yolluyor. Kilit açmadan kılık değiştirmeye, ışınlanmadan doğada yaşamaya kadar pek çok konuda uzmanlaşıyor Daniel, her bir hocayla ayrı bir hikâyesi var ve hepsi muazzam detaylı, iyi işlenmiş birçok bölümden oluşuyor. Hiç girmiyorum buralara.

Yetmişli yılların ortamında kanun kaçaklarının Beat şairleri olabildiği, Old Man River'ın terennüm edildiği bir güzel roman bu. Bütün her şeyin açıklaması şu aslında: "Yaşamı yaşa ve kaybettiklerini hatırla." (s. 399)
Tohumun adını bilmiyorum, şu mor çiçeklerin arasındaki, siyah. Çocukken bir tanesini yutmuştum, midemde kök salan ve gözlerimi çıkarıp dallarını büyüten ağacın kabuslarıyla uyuyamadığım geceler olmuştu.

The Evil Dead, Ash. Yabancı El Sendromu denen naneyle ilk karşılaştığım zaman ödümün kopuşunu hatırlıyorum, sonrasında Dr. Strangelove'da da gördüm. İnsanın kendi vücudu tarafından saldırıya uğraması, kendi vücuduna yabancılaşma kadar korkutan çok az şey vardır. Uykuda elim tarafından boğulmak, bıçaklanmak... Vücudun harekete geçip uyuyan bilinci yok etmesi, mesela.

Anlatıcının bacaklarında beliren turp filizlerini gördüğü an bütün kabuslarım, çocukluk ve yetişkinlik için ayrı ayrı, özenle kurduğum kabuslar geri döndü. Aynanın öbür tarafına iki günlük bir yolculuk; cehennemin katlarında Dante'nin bir parodisi, Kafka'nın çıkmaz sokakları, daha kimlerin neleri, hayır, Abe intiharından önce yazdığı bu son kitabında belki de ansızın beliriveren kanguru defteri fikrinin devamını gösteriyor. Pazarlama çalışanı fikir uydurmada başarılı, belki ilk kez üstlerinden övgü alıyor ve... Buna alışkın olmadığı için kendini kaybediyor olabilir mi? Belki karoşi öncesi muhteşem bir cinnet. Yediği yemek, içtiği bira, vücuduna aldığı herhangi bir şey halüsinojen bir etki yaratmıştır belki, kim bilir. Biz çıktığı yolculukta kendisini yalnız bırakmayacağız, karşılaştığı her abuk duruma hayatın sıradan bir gerçeği muamelesi yaparken kafayı kırmazsak. Olasılıklar olağanlıktan uzaklaştıkça gerçeklikten kopmama çabası zorlayıcı hale geliyor, okur oldukça zorlanacak.

Kutu Adam gibi emek isteyen bir okuma şart. Abe'nin son metni olduğunu söylemiştim, deli gibi yazarken neler olduğuna çokça dikkat ettiğini düşünüyorum. Anlatının random olaylardan oluştuğunu söyleyenler var ama karmaşanın kasıtlı olarak çıkarıldığını düşünüyorum, Abe çeşitli maddelerin etkisi altındayken -su, alkol, kesinlikle keyif verici madde- eklemli bir dünya yaratmış. Pink Floyd'un Marooned'u ve Echoes'u kendine yer bulur mesela, psychedelic ortamlara gidebilecek müthiş bir playlist.

Fikir kutusu, patronların yeni icadı. Anlatıcımız kanguru defteri diye bir şey uydurur, kutuya atar ve fikri en umut vadeden fikir seçilir. Kanguru defterinin açıklanması istenir...

"Çok korkmuş gibiydi.
Ben de en az onun kadar korkuyordum.
Korkunçtu." (s. 187)

Kutu Adam'a dönüşmüş olabilir mi?

Gazete haberiyle bitiyor anlatı, terk edilmiş tren istasyonunda bir ceset bulunmuş. Kaval kemiklerinde jilet kesikleri var. Yine bir kimliksizlik, ölünün kimliği bilinmiyor. Ölüm sebebi kesikler değil. Muhtemelen korkudan kaynaklanan şoktur, her şeyin farkına vardığı an ölmüştür. Belki.

Delirmek yirmi pare top atışıyla ve Kobo'yla kutlanmalıdır, bu akış çağında delirmeyenlerin sağlıklı olduğunu düşünmek mümkün değil. Delirmeye övgü diyesim geliyor, şahane bir anlatı.