Toplam yorum: 3.078.222
Bu ayki yorum: 5.100

E-Dergi

muftuihsan Tarafından Yapılan Yorumlar

03.11.2009

Sembolik anlatımın özelliği anlatımda sembollerin kullanılmasıdır. Örneğin klasik Türk edebiyatında "gül" Peygamber Efendimizi temsil ederdi. Sembolik anlatıma başvurulmasının sebebi anlatımda derinlik ve estetik zevk uyandırmaktır.
‘Sembolik/Simgesel/Alegorik’ anlatım hiç şüphesiz Kur’an gibi diğer kutsal kitaplarda da kullanılmıştır. Bir defa sembolik anlatım tekniği üzerinde çok durulması gereken bir konudur, nedeni ise Kur’an evrenseli yakalamak adına bunu çok güzel yapmış. Ne hikmetse bu anlatım tekniği hep es geçilmiş ya da üzerinde fazla durulmamıştır.
Yazar ayetlerde hangi sembolik anlatımları ele almış? Sözgelimi:
Işığını kaybedenler, parmaklarını kulaklarına tıkayanlar, kalpleri taş kesilenler, bin yıl yaşamak isteyenler, karınlarına ateş dolduranlar, çocuk yetiştiren ekin tarlaları, yedi başak bitiren tohum, üzerinde biraz toprak bulunan kaya gibi olanlar, parmak uçlarını ısıranlar, ateş yiyenler, dilini sarkıtarak soluyan köpek gibi olanlar, ışık saçan bir kandil, yüzleri simsiyah olanlar …sadece bunlardan birkaçı.

Seyyid Kutub, Kur’an’da Edebi Tasvir adlı eserinde konuyu şöyle izah ediyor:
Tasvir, Kur’an üslubunda üstün ifade vasıtasıdır. Kur’an, müşahede edilen olayı, görülen bir manzarayı, zihni bir manayı, ruhi bir durumu olduğu kadar insan tipini, beşer tabiatını da hissi hayali bir surette ifade eder. Çizdiği bu resme canlı bir hayat, ya da taze bir hareket verir. Bir de bakarsınız ki, o zihni mana, bir şekil, bir hareket olmuş, o ruhi durum. Bir tablo yahut bir sahne olmuş, o insan tipi canlı bir hale gelmiş, o beşer tabiatı cisimlenmiş. Olayları, sahneleri, hikayeleri ve manzaraları ise canlı, hareketli bir hale sokar. Buralara bir de konuşma ilave edince bu sahnenin bütün hayali unsurları tamlanmış olur. Anlatım başlar başlamaz dinleyicilere yepyeni bir bakış kazandırır ve bunları ilk olayı vuku bulacağı sahneye çeker. Orada manzaralar birbirini takip eder, hareketler tazelenir, dinleyici bunun okunan bir kelam ve darbedilen bir mesel olduğunu unutur da sahneye gelip giden şahıslar görür. Hadiselerin getirdiği durumlardan etkilenen insanların jest ve mimikleri, insanların ruhlarındaki hisleri açığa vurur. Artık o kıssalar burada hayatın hikayesi değil, hayatın kendisidir. Kur’an ne zaman bir misal vermek istese, hep bu tasviri ifadeyi kullanır, sözleri, resimlendirerek ruha, duyulara hitap etmek ister. İşte “Tasvir, Kur’an üslubunda üstün vasıtadır” dememizin sebebi budur. Bu bir üslup süsü ve gelişi güzel bir şey değildir. Bu, bir sabit sistem, birleşik bir plan, şümullü bir özellik ve muhtelif hal ve vaziyetin icabına göre muhtelif yollarla hizmet eden bir metoddur. Mesela, küfredenlerin, Allah’tan kabule mazhar olamayacaklarını, asla cennete giremeyeceklerini, onlar için kabul veya cennet girmenin muhal bir şey olduğunu beyan etmek istiyor. “Bizim ayetlerimizi yalanlayıp da onlara karşı kibirlenmek isteyenler (yok mu) onlar için gök kapıları açılmayacak, onlar, halat iğne deliğine girinceye kadar cennete giremeyeceklerdir. Biz günahkarları böyle cezalandırırız.”(Araf, 40)
Seni öyle bir duruma getiriyor ki, hayalinde gök kapılarının açılması şeklini, kalın ipliğin (halat) iğne deliğinden geçmesi şeklini düşünüyorsun.
Konuyu yazarın şu dilek ve duasına iştirak ederek bitirelim:
Kur’an’a dönüş çabalarının yoğunlaştığı şu günlerde çalışmanın tüm insanlığa esenlik/güzellik getirmesini, ‘kaybedilen ışığın’ yeniden bulunmasına vesile olmasını içtenlikle diliyor ve yol gösteren Rabbime hamd ve şükür ediyorum. (s.12)
03.11.2009

Her ne kadar ‘Alisiz Alevîlik’ çalışmalarıyla İslam’ın dışına çekilmeye, gösterilmeye çalışılsa da; Alevîlik İslam’dır. Alevîlik, Türk-İslam tarihinin bir parçası olduğu kadar, günümüzün önemli bir sosyal gerçekliğidir de.
Bu eser, bilimsel yöntemlere bağlı kalmakla birlikte akademik üslup ve yoğunluğu hafifleterek Alevîliğin tarihsel ve kültürel boyutlarını ana hatlarıyla ortaya koymak üzere kaleme alınmıştır. İki bölümden oluşan çalışmanın 1. bölümünde Alevîliğin tarihsel boyutu başlangıçtan günümüze kadar gelen seyri; 2. bölüm ise Alevîliğin kültürel boyutlarına ayrılmış, burada inançlar, ibadetler ve erkan üzerinde durulmuştur. Okuyuculara Alevîlikle ilgili genel bir bilgi vermek amacıyla hazırlanan bir çalışmadır. (s.8)
Alevîliğin inanç dünyasını tasvir etmek, X. yy’dan günümüze kadar uzanan bir süreyi ve Orta Asya’dan Balkanlara kadar geniş bir coğrafî sahayı kapsaması ve daha birçok sebepten dolayı son derece güçtür.
Bu yapıya mensup kişiler ortak anlayışlar etrafında birleştikleri gibi, kimi zaman ve mekanlarda en temel konularda bile farklı anlayış ve düşüncelere sahip olabilmişlerdir.
Alevîlik ‘teolojik sebeplere’ dayalı olarak ortaya çıkan bir fırka olmadığı için arkasında zengin bir literatür bırakmamıştır. (s.69)
İnanç yönü öncelikle iman esasları yönünden ele alınmış, Alevilerin konuya yaklaşımları, yedi büyük alevî ozanından konu ile ilgili deyişler ve konu sonunda yapılan istatistikî sonuçlar okuyucuya sunulmuştur. Bu oransal çalışmada en dikkati çekeni ise günümüz alevî dedelerinin % 92’si Kur’an’da bazı ayetlerin eksik olduğunu belirtmeleridir. (s.115) Yazar, inanç esaslarından ‘Kaza ve kadere iman’ konusu üzerinde herhangi bir bilgilendirmeye yer vermemiştir.
ALEVÎLİK İLE ŞİİLİĞİN benzer ve farklı yönleri de şöyle ortaya konmaya çalışılmış:
*Şii öğretilerle karşılaşan ve bu propagandalara muhatap olan Alevîlik, Oniki imam anlayışını ile birlikte; Hz. Ali’nin ilk imam olarak benimsenip bunun kelime-i şehadete eklenmesi, ilk üç halife ile sahabeye olumlu gözle bakılmaması, on iki imam ve ondört masum kavramı, on ikinci imamın mehdi olarak benimsenmesi, Hz. Hüseyin’in şehadetinin yasının tutulması, tevella ve teberra, takiyye gibi birtakım inanç ve inanç unsurlarını bünyesine almıştır.
*Alevîlik Şia’dan söz konusu inanç ve inanç unsurlarını aynen almasına rağmen, içerik olarak farklı bir anlayış geliştirmiş, belirtilen hususlar aslî mahiyetinden çıkartılıp ya içi büyük ölçüde boş bırakılarak yahut bünyenin kendisine has yapısına adapte edilerek alınmıştır.
*Alevîlik, Şiilik açısından merkezî öneme sahip, Cafer es-Sadık’a gönderme yapmasına rağmen, gerek inanç esasları gerekse amelî hükümleri bakımından birkaç istisnai durum dışında bu mezheple uzaktan yakından ilgisi bulunmamaktadır.
*Alevîliğin kültürel kaynaklarına bakıldığında, belirtilen kavramlara yer verildiği halde, Şiiliğin tevhid, adl, nübüvvet, imamet ve mead biçiminde beş madde halinde sıraladığı inanç esaslarının kabul edildiğini yahut bunlara ciddi oranda atıflar yapıldığını söylemek mümkün değildir. Aynı şekilde fıkhî yahut amelî bakımdan da söz konusu mezhepte bulunan sözgelimi, abdest alırken ayakların yıkanmayıp mesh edilmesi; namaz kılarken mühür adı verilen ve Kerbela toprağından yapılan bir taşın kullanılması; geçici nikahın (mut’a) kabul edilmesi gibi anlayışlara tesadüf edilmemektedir.
*Şia’nın imamet inancı doğrultusunda gelişen, ilk üç halife ile ashaba olumsuz bakma istikametindeki tutum, Alevîlikte de yer etmiştir. Nitekim kaynaklarda Ebu Bekir, Ömer ve Osman ile ashabın ileri gelenlerine olumlu gönderme bulunmadığı gibi, ne geçmişte ne de günümüzde bu isimlerin çocuklara ad olarak konulduğuna da rastlanmaktadır.
*Şiilikte, gizlenmekte olan Mehdi’nin zuhur ettiğinde tevhide ve adalete dayalı bir yönetim kuracağı benimsenmişken, Alevîlikte bu istikamette bir anlayış söz konusu değildir.
*Şii temelli anlayışlar arasında Kerbela’nın yasını tutmak Alevîlikte son derece önemlidir. (s.126-129)
TASAVVUF İLE ALEVİLİĞİN ortak ve farklı yönleri de şöylece ortaya konmaya çalışılmış:
*Hem Alevîliğin hem de Bektaşîliğin tarikat özelliği taşıdıklarında, başka bir ifadeyle mistik yani tasavvufî niteliğe sahip olduklarında hiçbir şüphe yoktur.
*Her iki yapının geçmişe uzanan temelleri, İslam’ın inanç ve amelleriyle ilgili farklı anlayış ve yorumlara sahip tasavvufî oluşumlar, başka bir ifadeyle tarikat yapılanmalarıdır.
*İslam tasavvuf tarihinde tarikatların ‘adap-erkan’ anlayışı hem Alevîlikte hem de Bektaşîlikte mevcuttur. Yine bir yapının ‘tarikat’ olabilmesi için gerekli olan ‘adap-erkan’ın yürütüldüğü mekanın (tekke/dergah/zaviye) bulunması, her iki yapı için de söz konusudur.
*Gerek Alevîlik gerek Bektaşîlikte yine tarikatların ortak özelliklerinden olan ‘şeyh-mürid’, ‘pîr/dede-talip’ ilişkileri bağlamında geniş bilgiler yer almakta ve ‘hiyerarşi’ tamamen tasavvufî bir karakter taşımaktadır.
*Alevî ve Bektaşî büyüklerine ait vilayetnameler(menakıbname), tasavvuf geleneği içinde söz konusu uluların etrafında gelişen ve onların veliliğini teyit eden kerametlerle doludur.
*Alevî ve Bektaşî şiirlerinde pek çok tasavvufî kavrama yer verildiği gibi ‘yol’un tasavvuf yolu olduğu ifade eden deyişler de vardır.
Sonuç olarak Alevîlik gerek Kızılbaşlık gerekse Bektaşîlik olarak tasavvufî temel üzerine oturan bir yapıdır. Ancak onun ‘bağdaştırıcı’ ve ‘bâtınî’ yönleri, yaygın İslamî anlayıştaki tasavvufî yapılardan farklı olduğu için, onu inançları bakımından kısmen ayrı bir konuma getirmektedir. (s.131-133)
Tabi ki kitapta genel İslamî ibadetler(namaz, oruç, zekat, hac) konularında alevîlerin yaklaşımı, Alevîlikte adap-erkan konuları (cem, kırklar meclisi, muhasiplik erkanı ve düşkünlük erkanı gibi) da ele alınmıştır ki bunları da okuyucular ile kitabın buluşmasına bırakalım. Son söz olarak konu hassas olması nedeni ile herkesin bilgi sahibi olmak için okuması gereken bir kitap olduğunu ifade etmek isterim.
01.11.2009

Kitap, Lokman suresinin bir tefsiri değildir.
Lokman Suresinin bir bölümü olan oğulcağızına nasihatlerini içeren 13-19. ayetlerin tefsiri ile bu ayetlerde geçen konuları açıklamayı esas alan bir eser. Hangi konular? ‘Şirk, anne ve baba gerçeği, Küçük de olsa iyilik yapmak, Namazı dosdoğru kılmak, İyiliği emretmek kötülükten sakındırmak ve Ölçülü yürüyüş ve konuşma’ konuları yazarın üzerinde durduğu konular. Ayrıca yazıldığı dönemin (1993) karakteristik tartışma konularına da vurgu yapan bir eser. Hangi konular? 'Grup, Meşrep, Mezhep ve Irk Asabiyeti, Kelimelerin anlamlarını kaydırmak, Kişileri kutsallaştırmak, Türbeleri Mabedleştirmek, Dinde Ruhbaniyet, Gerçeği tekelleştirmek' ayrıca ‘Eşekleştirme yöntemleri ve araçları’ da dikkate değer. Yazar ayetlerdeki konulardan çok yazılış döneminin konularına dair eleştiri oklarını yönlendirmiş. Lokman’ın nasihatlerinden hareketle ümmete yapılan nasihatler olarak görülebilir. Kitabın seçilebilen en mesaj dolu bölümü de şu olsa gerek.
Hz. Lokman’a denilmiş ki:
“Bize peygamberlerden öğrendiğiniz ilimleri özetleyip, nefis terbiyesi üzerine en derli toplu bir söz söyler misin?” Buyurmuş ki:
“Evet, peygamberlerin ilimlerinden kendim için özetleyip, dünya ve ahret işlerini üzerine oturtmuş olduğum kısa bir sözü size de söyleyeyim:
Sekiz şeye dikkat etmek herkese gereklidir ki, öncekilerin ve sonrakilerin ilimleriyle amel edilebilsin. Dört zamanda dört şeyi korumak, iki şeyi hatırdan çıkarmamak, iki şeyi de tamamen unutmaya çalışmak.
Korunacak şeyler: Namazda gönül, halk arasında dil, yiyip içme sırasında boğaz, bir kimsenin evine girilince de gözden ibarettir.
Hiç hatırdan çıkmayacak şeyler: Allahın büyüklüğü ile ölüm halidir.
Unutulması gerekenler de: Bir kimseye yaptığın iyilik ve kardeşlerinden gördüğün kötülüktür.
İnsanın yapmış olduğu iyiliği hatırda tutması, iyilik ettiklerini minnet altında bırakmaya sebep olabilir. Kendisine yapılan kötülükleri unutmamak ise, kin ateşini tazeler ve öç alma duygularını kançılar. İşte bu anlattıklarım peygamberlerin ilimlerinin özetidir.”
(Risale-i Hamidiye, H. Cisrî, s. 528) ( s.22-24)

Yeri gelmişken Lokman Suresi konusunda şu bölümü de eklemek isterim:
Lokman Sûrenin muhtevası dört bölümde incelenebilir:
İlk bölümde Kur'an'ın hikmet, hidayet ve rahmet kaynağı olduğu belirtildikten sonra ondan istifade edenlerin temel özellikleri namazı kılmak, zekâtı vermek ve ahirete inanmak şeklinde özetlenir. Ayrıca Mekke müşriklerinin İslâm ve müslümanlar karşısındaki karakteristik tutumlarını özetlemektedir. Buna göre onlar, hikaye ve masal türü bazı sözlerle Kur'an arasında benzerlik kurar, vahyi alay konusu yaparlar, böylece kendileri sapkın oldukları gibi başkalarını da Allah yolundan saptırmayı hedeflerlerdi; Allah'ın ayetleri kendilerine okunduğunda küstahça bir gurura kapılır, tam bir duyarsızlık ve ilgisizlik sergilerlerdi. Bu bölümün son iki ayetinde ilâhî kudretin canlı ve cansız varlıkları nasıl meydana getirdiği belirtildikten sonra ve Allah'tan başka bir varlığa tapmanın hem mantıksız hem de haksız bir tutum olduğu vurgulanmaktadır.
İkinci bölümde (12-19) Lokman'dan bahsedilmektedir. Ancak burada onun hayatı ve kimliği hakkında bilgi verilmeyip sadece Allah'ın ona hikmet bahşettiği belirtilmekte ve oğluna hakimane öğütleri sıralanmaktadır. Bu öğütler Allah'a ortak koşmamak, anneye babaya iyi davranmak, namaz kılmak, iyiliği emredip kötülükten sakındırmak, sabırlı olmak, böbürlenmemek, başkalarını küçümsememek, alçak gönüllü olmak gibi dinî ve ahlâkî konuları içerir.
Üçüncü bölüm Allah'ın insanlara verdiği nimetlerle O'nun yüceliğine ilişkin açıklamalardan oluşur. Allah'ın göklerde ve yerde olan şeyleri insanların hizmetine verdiği, görünür ve görünmez nimetleri önlerine serdiği belirtilmekte, insanların varlık düzenini sağlıklı bir şekilde incelemeleri halinde evrendeki ilâhî kudret ve hikmete delâlet eden düzeni ve bu düzenin insanlara nimet olarak yansıyan yönlerini kendi akıllarıyla da kavrayabileceklerine işaret etmekte, Allah'ın indirdiği hükümlere uymaya çağrıldıkları halde bu çağrıya uymayıp atalarının batıl inanç ve geleneklerini sürdürmekte ısrar eden inkarcıların, böylece Allah'ın daveti yerine kendilerini alevli ateşin azabına çağıran şeytanın davetine uydukları ifade edilerek Allah'a teslim olup O'nun yolundan gidenlerin sağlam kulpa yapışmış bulundukları ve onların yollarının doğru, akıbetlerinin hayırlı olduğu anlatılmaktadır. Daha sonra Allah'ın ilminin genişliğine dikkat çekilmekte ve gücünün sonsuzluğu ile insanların tamamının yaratılması ve ahirette hepsinin diriltilmesinin bir kişinin yaratılıp diriltilmesi gibi olduğu vurgulanmakta, ayrıca bazı kozmolojik delillere yer verilmektedir.
Dördüncü bölümde kıyamet gününde kimsenin kimseye fayda veremeyeceği belirtilerek müminlerin geçici dünya hayatının aldatıcılığına kapılmamaları gerektiği yönündeki uyarıların ardından sûre, Allah'ın ilminin ve kudretinin kusursuzluğunu özetleyen ve ilâhî bilgiyle insan bilgisi arasındaki büyük farkı gösteren ifadelerle sona ermektedir. Burada Allah'ın kıyametin vakti, yağmurun yağdırılması, rahimlerdeki çocuklar, insanın gelecekte elde edeceği şeyler ve ölüm vakti konularındaki kuşatıcı ilmine dikkat çekilmektedir. (İslam Ansiklopedisi, 27/209)
Bu konuda genel bir sure tefsiri için Muhsin Demirci’nin Lokman Suresi ve Ahlakî öğütler adlı eseri önerilebilir.
16.10.2009

Zengin ve çağın tüketim hastalığına yakalanmış bir aile içerisinde dinini ve örtüsünü koruma mücadelesi eden veren bir hanımın romanıdır BEKLENEN SABAH. Zengin ve debdebenin içerisinde yetişen “Benim parada pulda gözüm yok. Beni isteyen kişinin inancı kadar, hayatı da İslam’a muhakkak uymalı. Namazını kılmalı” diyen bir genç kızın ailesi ve çevresiyle olan mücadele ve mücahedesini konu alan bir hayat hikayesi. Romanın önemli bir yanı da yeri geldikçe ve akışı aksatmadan dini konu ve terimler hakkında öz ve açıklayıcı bilgiler vermesi. Sabr-ı cemil gibi. Yine cezaevine düşen bir mahkuma ‘nasıl bir mektup yazayım’ kaygısı içerisinde olanlara yardımcı olabilecek bir örnek de mevcut. Yine tabii ki ormanın akıcılığı içerisinde. Duygu yüklü, ibretamiz, sabır eğitimi içeren yazarın ‘Haram Lokma’ gibi güzel bir roman. Okuma tutkunlarına fikir ve düşünce kitapları arasında dinlenmek için okuyabilecekleri tavsiye edilebilir bir eser.
15.10.2009

İlk bakışta kitabın adı, dinin ideoloji olarak ele alınışını çağrıştırıyor gibi görünse de aslında çok az din konusu ele alınmıştır. Ayrıca ya yazardan ya da tercemeden kaynaklanan bazı devrik ve düzensiz cümleler ifadeleri yarım kalmasına ve anlaşılma zorluğuna neden olmuştur.
Kitap sanki bazı kabile ve toplumların yaşayış şekilleri konusunda bilgi verirken konu içerisinde bir miktar da din konusunda bilgi vermekten öteye geçememiştir.
Aslında kitabın adı şöyle olsa daha yerinde olurdu: ‘Bazı kabile ve toplumların yaşam tarzları’ Çünkü kitabın çok az bir kısmında dini inanışlardan bahsedilmektedir.
Sadece beşeri dine mensup birkaç dinin incelenmesi olsa olsa konuya giriş olarak değerlendirilebilir. Bunu yazar da zaman zaman şöyle dile getirmiştir: “Bu kitap dini inanışların gelenekler açısından analizini yapmaktadır. Dinin ideoloji olarak analinize giriş niteliğindedir. (s.10) Bu kitap, kapsamlı bir dinler tarihi çalışmasını ya da belli başlı dini geleneklerin kapsamlı incelemesini hedeflemiyor. Esas amaç, ortaya çıkışlarındaki toplumsal ve psikanalitik bağlamları dikkate alarak, çoğunlukla batılı olmak üzere, kimi özel dini geleneklerin yapısal özelliklerine ışık tutmaktadır. (s.11) Kitap karşılaştırmalı din veya dinler tarihine giriş niteliği taşımıyorsa da din üzerine toplumsal ve psikolojik bir çalışma olarak değerlendirilebilir. (s.12)”
Arka kapaktaki “Avrupa’da kiliseye gidenlerin sayısındaki düşüşe bakanlar, …dese de, aslında son yıllarda dinin toplumsal yaşam içindeki etkisinde bir yükseliş var ….” ifadeler, sanki günümüz dinlerini de içine alan bir araştırma izlenimi veriyor ki aslında birkaç küçük kabile ile Mısır Firavunların inanışını içine alan birkaç ilahi olmayan dinlerin verilerinden yola çıkarak ilahi dinler hakkında fikir yürütülmeye çalışılmıştır. Zaten yazar ve yayınevi konuya “Evrim teorisinin yaratılış efsanelerine nasıl son verdiği biliniyor”(kapaktan) diyerek konuya peşin hükümle yaklaştığını ortaya koymuştur.
KELEPİR OLARAK ALDIĞIM VE İÇERİSİNDE İDEOLOJİ OLARAK DİN KONUSUNDAN UZAK BİR KİTAP OLDUĞUNU GÖRDÜĞÜM BU KİTABIN, OKUMA LİTERATÜRÜME İSTEMEDEN GİRMESİNE ÜZGÜN OLDUĞUMU, İNSANIN OKUDUĞU KİTAP SAYISI BİN ADET OLSA DA BU KİTABIN BİNLİK LİSTEYE GİRMESİNİ DAHİ UYGUN BULMADIĞIMI İFADE ETMEK İSTERİM.
Yayınevi adına yaraşır bir kitap.
Konu ile ilgili şu açıklamayı da aktarmak isterim:
İslam inancına göre dinin kurucusu Allah'tır; bütün sahih dinler Allah'tan gelmiş ve safiyetlerini korudukları sürece yürürlükte kalmışlardır. İslâmî inanışa göre Hz. Âdem'den Hz. Muhammed'e kadar bütün peygamberlerin getirdiği hak dinlerin ortak adı İslam'dır. Ancak tarihin akışı içinde insanlar hak dinden uzaklaşmışlar ve beşerî zaaf neticesinde dinde meydana gelen dejenerasyon sebebiyle Allah peygamberler göndererek insanları ya eski dinlerini aslî şekliyle öğrenip uygulamaya çağırmış veya yeni bir din ve şeriat göndermiştir. Bu bakımdan İslâm'ın insan ve din telakkisi hem biyolojistlerin ileri sürdüğü şekliyle insanın evrimi, hem de bazı dinler tarihi uzmanlarının savunduğu dinin evrimi (çok tanrılılıktan tek tanrılılığa doğru gelişen evrim) iddialarıyla bağdaşmaz. İslâm bilginleri de, insanda hak dini benimseme temayülünün fıtri olduğunu ifade etmişlerdir.
Batı'da XVI. yy’dan başlayarak ilkel kabilelerin hayat ve dinlerine ilgi duyulmuş; XVIII. yy’dan itibaren dinin menşei konusunda kutsal kitapların verdiği bilgi dışında bazı kaynakların tesbitine çalışılmış; araştırmalarla elde edilen bulgular, çeşitli kaynaklar değerlendirilerek geçmişteki milletlerin, hatta tarih öncesi toplumlarının dinleri ve inançları üzerine bazı tezler ileri sürülmüştür. Bu arada XIX. yy’ın ortalarında A. Comte ve L. Buchner ile doruk noktasına ulaşan pozitivist ve materyalist propagandalar yanında C. Darwin'in ortaya attığı evrimci görüş, dinin kaynağı konusunda kutsal kitaplarla çatışan yeni teoriler ortaya çıkardı. E. B. Taylor, dinin başlangıcını animizme dayandırmaktaydı. Buna göre maddî şeylerden ayrı olarak bir de onlara şekil veren ruhlar vardır. Ölü ruhlarının bedensiz varlıklarını devam ettirecekleri inancı atalara tapma kültünü doğurmuş, buradan yağmur, ateş, ırmak vb. tabiat güçlerini idare eden tanrıların varlığına geçilmiş, zamanla çeşitli tanrıların niteliklerinin bir tanrıda birleşmesiyle de tek-tanrıcılık ortaya çıkmıştır. Evrim geleneğinden kaynaklanan ve günümüzde modası geçmiş olan bu görüş ve nazariye, Darwin ve takipçilerinin görüşlerinin diğer bilim alanlarına taşınması ile yaygınlık kazanmıştır. (Konu edindiğimiz bu kitap da böyle bir anlayışın eseridir)
Totemci görüşün en hararetli savunucusu olan W. R. Smith'e göre başlangıçta çeşitli kabileler, kendilerini belli bir hayvan veya bitkiyle (totem) kan bağı içinde akraba sayar ve toteme saygılarını tapınma ile gösterirlerdi. İlâhî varlıklara tapınma ve kurban kesme şeklindeki dinî uygulamalar zamanla bu anlayıştan doğmuştur. Bu nazariyenin de artık taraftan kalmamıştır. Dinin kaynağının totemciliğe dayandırılması konusunda en yaygın nazariye S. Freud'e aittir. Ancak Freud'ün nazariyesi de delillere dayanmayan, son derece spekülatif bir yorum olarak değerlendirilmiştir. (İslam Ansiklopedisi, 9/317)