Toplam yorum: 3.078.622
Bu ayki yorum: 5.500

E-Dergi

hakan arslangiray

Ülkemizin en önemli sorunlarından birinin az okumak ve buna bağlı olarak okuduğunu anlamamak olduğunu düşünüyorum. Bu nedenle başta kendi ailem ve yakın çevrem olmak üzere, ulaşabildiğim tüm insanların kitap okuması için elimden geldiğince çabalıyorum. Okuduğum kitapları yorumlayıp paylaşarak kitapseverlerin bu kitaplar hakkında bilgi edinmesini amaçlıyorum.

hakan arslangiray Tarafından Yapılan Yorumlar

Bilimkurgu olduğu kadar distopya olarak da tanımlayabileceğimiz romanda yazar, insanlığın her döneminde geçerli olan politik, dini, ticari, ekolojik sorunları okuyucuya aktarmaya çalışmış.

Bir imparatorluk tarafından yönetilen evrende Dune veya Arrakis olarak adlandırılan gezegen, sadece burada çıkarılan çok değerli bir maden nedeniyle ilgi odağı konumundadır. Gezegeni imparatorun izniyle yöneten hanedanlar, bu işten çok büyük kazanç elde etmektedir. Günün birinde imparatorun gezegeni yöneten hanedanı değiştirmesiyle gezegende geri döndürülemez bir kargaşa çıkacaktır.

Yazar, romanda gezegenin yönetimini elde etmek için yapılan gizli kapaklı antlaşmaları, imparatorun kendisinin de dahil olduğu komploları, ihanetleri, siyasi çalkantıları anlatıyor.

Dune Gezegeni'nin yerli halkı olan Fremenler'in yüzyıllar boyunca efsanelerle ve dini mitlerle koşullandırıldıkları kurtarıcılarının ortaya çıkmasıyla gezegendeki iktidar savaşı farklı bir boyut kazanıyor.

Gezegendeki suyun insanların kendi terlerini toplayıp tekrar kullanmalarını gerektirecek kadar az ve değerli olması ile yazar, belki de günümüzde dünyamızda iyice ortaya çıkmaya başlayan su sorununu da öngörmüş oluyor.

Bilimkurgu severlerin ilgiyle okuyabileceği bir roman olmasına rağmen okuyuculara hikayenin burada bitmediğini ve serinin toplam 6 kitaptan oluştuğunu hatırlatmakta fayda var.


"Umut gözlemi bulandırır." (s. 25)

"Zihin bedene emredince beden itaat eder. ama zihin kendi kendine emredince direnişle karşılaşır." (s. 81)

"Bir şeyi tamamen kontrol etmenin yolu, onu yok edebilecek güce sahip olmaktır." (s.614)
Kitabın ana hatta neredeyse tek karakteri olan Hacı Ağa, İran siyasetinin her dönemine ayak uydurmuş, babasından miras kalan bu yeteneği sayesinde de her dönem kendine iyi bir yer edinip parasına para katmış, aşırı cimri bir insan. 90 yaşlarında ve çeşitli hastalıkları olmasına rağmen sürekli siyasetinde içinde olan ve evinin bahçesindeki makamında sürekli insanlarla görüşüp siyasi ve ticari ilişkilerini sürdüren birisi.

Diktatörlük zamanı diktatör yanlısı, demokrasi zamanı demokrasi yanlısı gibi görünüp her devirde zenginleşmeye devam eden bir insan.

Yazar kitabında Hacı Ağa özelinde İran'ın 1900-1940'lı yıllardaki yönetimini, siyasetini, dini yaşamını, yabancı ülkelerle olan ilişkilerini çok ağır bir dille eleştiriyor. Kitabın büyük bir kısmında Hacı Ağa'nın her dönem nasıl ayakta kalıp kendini her kesime iyi bir insanmış gibi kabul ettirdiğini ve bunun içinde özellikle dini duygularla nasıl oynadığını anlatıyor.

Kitabın sonlarına doğru yazar muhalif bir şair olan Münadilhak'ın ağzından Hacı Ağa ve benzerlerinin gerçek yüzünü çok ağır bir dille haykırıyor. Kitabın son bölümünde ise, Hacı Ağa'nın ağzından bir mollaya kurdukları düzenin her daim devam etmesi için yapılması gerekenleri çok açık bir dille aktarıyor.

Kitap, Aziz Nesin'in Zübük romanının İran versiyonu gibi adeta.

Yazar, 50. sayfada yalan dolan ile para kazanan insanların vicdanlarını rahatlatmak için dini nasıl kullandıklarını; "Böylece kendisine Hac vacip oldu, Mekke'ye bir sefer yaptı, gidip parasını helalledi." cümlesiyle çok güzel anlatırken romanın da ana fikrini vermiş oluyor.

Sabahattin Ali'nin Değirmen isimli öyküsünde "Bizim en büyük maharetimiz nefsimizden beraat kararı almaktır." cümlesinde anlatıldığı gibi Hacı Ağa da nefsini bu şekilde rahatlatmış oluyor.

"Dilin her yana dönebilen bir et parçası olduğunu düşünürdü." (s.62)
20.03.2022

1915 yılında Osmanlı ordusuna ait bir denizaltı Akdeniz'de görev yaparken içinde birçok cesedin bulunduğu bir gemi bulur. Gemide ele geçirilen gizemli bir sandığı denizaltıya taşıdıktan sonra olağanüstü olaylar başlar.

Yazarın kitaplarında genel olarak kullandığı ağdalı dile ek olarak romanda çok fazla sayıda gemicilik terimi bulunması okumayı zorlaştırıyor.
Karanlık Dükkanlar Sokağı, hatırlayamadığı bir nedenle hafızasını kaybeden bir adamın kim olduğunu bulmak için verdiği uğraşı ve bu dönemdeki psikolojik durumunu anlatıyor. Hafızasını kaybeden Guy on yıl boyunca bir özel dedektifin yanında çalıştıktan sonra geçmişte kim olduğunu bulmak için elde ettiği bir ipucundan yola çıkarak araştırmalara başlıyor. Adım adım ilerledikçe geçmişinden parça parça hatıralarını anımsamaya başlıyor. Kitap ana karakterin geçmişte yaşadıkları ile günümüzde araştırmalarına devam ettiği dönemler arasında geçişlerle ilerliyor.

2. Dünya Savaşı'nın bittiği dönemde doğmuş olan yazar, romanın bazı bölümlerinde savaşın insanlarda yarattığı psikolojik etkileri de okuyucuya aktarıyor.

Genel olarak sade bir dille yazılmış olan kitap bana göre, ana karakterin geçmişini hatırladığı bölümler ile günümüzde anlatılan bölümler arasındaki geçişleri tam olarak yapamadığı için yeterli akıcılığa sahip değil. Romanın sonunda sorular genel olarak cevap bulmuş olsa da bana göre cevapsız kalan bazı konular var. Bu da romanın yarıda bırakılmış, kısa kesilmiş veya devamı olması gerektiği izlenimi veriyor. Yazarı 2014 yılında Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanmış olan bu kitabı edebi anlamda çok etkileyici bulmadım. Ancak Mondiano, romanlarının genel karakteristiği olan kimlik sorgulaması ve geçmişin izleri üzerinden varoluşun kanıtlarını takip ederek bu izlerin derinliklerine iner. Bu tarzı sevenler tercih edebilir.

"Sis bulutu dağılmıştı, hem yumuşak hem de buz gibi olan sisi içinize çekince ciğerlerinizi öyle bir serinlik kaplıyordu ki havada uçuyor hissine kapılıyordunuz." (s.40)
Yazar kitabında insanlığın son buzul çağından sonraki yaklaşık 13 bin yıllık dönemdeki gelişmesini farklı birçok açıdan ele alarak dünyanın hangi bölgelerinin hangi koşullar altında geliştiğini bilimsel verilerle açıklamaya çalışıyor.

Kitabın ilk bölümlerinde yazar, dünyada insanların ilk var oldukları dönemden yerleşik düzene geçmeye başladıkları döneme kadar olan kısmı özetliyor ve daha sonra yiyecek üretiminin ve dolayısıyla yerleşik düzenin başladığı dönemlerden başlayıp, Dünya üzerindeki farklı bölgelerde yaşayan insanların birbirinden oldukça bağımsız olarak nasıl geliştiğini anlatıyor. Yerleşik düzen, tarım ve hayvancılık gibi insanların gelişimini doğrudan etkileyen alanlarda farklı kıtalardaki farklı toplulukların gelişimlerini kıyaslayıp, bunlar arasındaki ilerleme hızlarının neden farklı olduğunu bilimsel kanıtlarla açıklamaya çalışıyor.

İnsanların kıtalar arası yolculuklar yapmaya başlaması ile ortaya çıkan egemenlik savaşlarına etki eden icatlar, tarımsal üretim kapasiteleri ve mikroplar gibi etkenlerin doğurduğu sonuçlardan bahsediyor. Yazının bulunmasının ve dolayısıyla topluluklar arasında bilgi ve teknoloji paylaşımının kolaylaşmasının etkilerini ortaya koyuyor.

İnsanlığın ilerlemesine ve nüfusun artmasına bağlı olarak küçük topluluklardan büyük devletlere geçiş dönemlerini; iklim, bilim, coğrafya, din ve farklı yönetim sistemlerinin bu geçişlerdeki rollerini anlatıyor.

Yazarın kitabı hazırlarken ne kadar çok çalıştığını ve oldukça detaylı araştırmalar yaptığını kitapta verdiği örneklerden, araştırma sonuçlarından ve sayısal bilgilerden anlıyorsunuz. Gerçekten üzerinde çok emek vermiş olduğunu ve insanların yerleşik hayata geçişten günümüze kadar ki hikayesini çok kapsamlı bir şekilde okuyucuya aktarabildiğini görüyorsunuz.

Konusu ve yazarın detaylı anlatım tarzı nedeniyle kitabı okuması biraz zor olsa da okudukça hem geçmişi hem de günümüzü anlamak adına çok şey kazanıyorsunuz.

"Önceleri yeryüzündeki bütün insan toplulukları yabani hayvan ve bitkilerle geçiniyorlardı. Peki durup dururken ne diye bu topluluklardan biri yiyecek üretimine geçti? Bunun bir nedeni olmalı, peki niçin Bereketli Hilal adı verilen Akdeniz yerleşim yerlerindeki insanlar MÖ yaklaşık 8500 yılında geçti de iklim ve yapı bakımından benzerlik taşıyan Güneybatı Avrupa'nın Akdeniz kıyısındakiler 3000 yıl sonra geçti...." (s.115)