Toplam yorum: 3.090.136
Bu ayki yorum: 734

E-Dergi

KY-138843 Tarafından Yapılan Yorumlar

28.11.2011

Hasan Pulur denilince akla hiç şüphesiz “Olaylar ve İnsanlar” başlığı ile yazdığı köşe yazıları ile Milliyet gazetesi gelir. Hasan Pulur ile geniş kapsamlı bir Babıâli söyleşisidir bu kitap… Geçmişten günümüze yazılı basın ile ilgili zaman tünelinden keyifli bir sohbet ile geçmemizi sağlamış Pulur. Bu tünelde yol alırken Türkiye’de yaşanan gelişmeler ile ilgili de görüşlerini satır aralarında bulmak mümkün. Özellikle Türkiye’de yaşanan darbeler ile ilgili görüşlerine katılmasam da gazeteciliğin bir meslek olup olmamasını sorgulaması, gazetenin kamuoyunda oluşturduğu baskı ve önemi zaman zaman medya patronlarının kendi ticari menfaatlerine göre yönlendirmesi, basının kendi içinde bir cezai yaptırımının olmaması nedeniyle kalitesinden her geçen gün ödün vermesi gibi konularda haklı eleştirilerde bulunuyor. Hasan Pulur’un hayat hikâyesini keyifle okuyacağınıza eminim. Gazetecilikte 50 yılını doldurmuş Pulur’un süzgecinden Peyami Safa’dan Abdi İpekçi’ye çok geniş bir yazar hatırası mevcut eserde. Yine Simavi’ler den Aydın Doğan’a kadar gazete patronlarının da mesleğe bakışlarını tespit edebileceğiniz doyurucu bir söyleşi. Söyleşiyi yapan Sefa Kaplan’ın da başarısını ayrıca not etmek gerekiyor.
28.11.2011

İslam tarihindeki ilk kadın başbakan olan Benazir Bhutto’nun dramının küçük bir özeti bu kitap. Asla Benazir Bhutto’nun hayat hikâyesini öğreneceğinizi düşünmeyin. Zira eser Bhutto’nun suikast sonucunda 2007 yılında öldürülmesinden önce dünya üzerinde kendisi ile yapılan son röportaj olması hasebiyle önemli sayılabilir. Nur Batur, ilk başbakanlığı döneminde de Bhutto ile röportaj yapmış ve geçmişte yapılan bu söyleşide aralarında oluşan sıcak bağ Bhutto’nun vedasından önceki son röportajını da Nur Batur’la yapmasını sağlamış… Kim bilir… Benazir Bhutto ve Pakistan ülküsünü anlayabilmek için önce babası Zülfikar Ali Bhutto’nun iktidarı ve idam edilişi ile ilgili tarihsel süreci okumak gerek diye düşünüyorum. Bu eser bu sürece kısa bir bakış atıyor yalnızca. Bunun sebebinin ne olduğunu söylememe sanırım gerek yok. Ama yinede söyleyeyim. Sebep; Bhutto ile ölmeden önce yapılan son röportajı hemen ticarete dönüştürebilmek için kitabı olay gündemden düşmeden piyasaya sürme çabası… Pakistan tarihinde önemli bir yere sahip olan devrik başbakan Benazir Bhutto’nun hüzünlü iktidar mücadelesinin özeti için yine de okunmasını tavsiye ederim.
28.11.2011

2005 yılında aynı yazarların “Büyük Ortadoğu Projesi” adlı kitabından bugüne aradan geçen 6 yılda Ortadoğu’daki gelişmeler hepimizin malumu. Ortadoğu’da yaşananlarla ilgili olarak Mahir kaynak ve Emin Gürses’in ifade ettikleri, bu bölgede yaşanan stratejilerin kimin lehine kimin aleyhine geliştiğini görmek için ille de istihbaratçı olmak gerekmiyor. Yakın komşularımızda gelişen her olay daha önce planlanmış, enerjinin olduğu bölgelere hâkim olanın dünya liderliğine de hâkim olacağının bir resmi sadece. Eserde dikkatimi çeken nokta, son yıllarda sürekli düşünüp akıl erdiremediğim bir resmi söylevin yazarlarca da çürütülmesi oldu diyebilirim. Türkiye’deki siyasetçilerin tamamına yakınının son 10 yıldır bulunduğumuz konum itibari ile Türkiyesiz bir Ortadoğu’nun olamayacağına, bölgede Türkiye’ye çok büyük görevler düştüğüne, bu yeni planda Türkiye’nin çok büyük avantajlara sahip olduğuna yönelik benzer açıklamalar dinledik. Hala da dinliyoruz. Ben yıllardır Türkiye’yi kimsenin ciddiye bile almadığını, AB ülkeleri, ABD, Rusya ve Çin’in bölge ile ilgili stratejileri olduğunu fakat bizim bir milli stratejimizin olmadığını, Türkiye’ye biçilen rol ne ise gelişmelerin bu yönde olduğunu kendimizi kandırmanın bir alemi olmadığını düşünüp dururum. İşte Kaynak ve Gürses’te bunu çok açık eserde ifade ediyor. 2007 yılında çıkan eserin Irak’tan sonra Suriye ile ilgili öngörülerinin bugün gerçekleşiyor olması yazarların tespitlerinin doğruluğunu da gözler önüne seriyor. Suriye’den sonra sıranın İran’a geleceğini çok açık ifade eden yazarlar sürekli büyüyen Çin ekonomisinin bu büyümeyi devam ettirebilmesi için İran’dan aldığı petrol ve doğalgazda yaşanabilecek bir istikrarsızlığa müdahale etmeye çalışacağını da satır aralarında belirtiyor. Yine Rusya’nın doğalgaz satışlarına alternatif bir yol olmaması için ABD ve AB ülkelerinin özellikle İran üzerinde hakimiyet kurmasının işine gelmeyeceğini de açıkça görülüyor. Tamda bu noktada, yani kitabı bitirdiğimin ertesi günü ABD önderliğinde BM güvenlik konseyinde Suriye’ye çifte ambargo konulması talebine yalnızca iki ülkenin hayır demesi ne kadar manidar... Evet, bu iki ülke Rusya ve Çin... Ambargo ile işgali daha da kolaylaşacak bir Suriye’nin peşine sıranın İran’a gelmesinin gecikmesi için bu vetonun gerekliliği aşikâr. Şimdi bir iki ay önce hükümetimizin Suriye’ye “Aklını başına al” özetli, aslında iç işlerine karışmaktan başka bir etkisi olmayan o diklenmelerin bugün biçilen rolün oynanması olarak görüyorum. Okuyun… Siz de kafa yorduklarınızı yerli yerine oturtacaksınız muhakkak.
28.11.2011

Açıkçası eser hakkında yapacağım yorumu kafamda bir türlü toparlayamıyorum. Beğendim mi? Hayır beğenmedim. Beğenmedim mi? Hayır beğendim. Kararsızım… Cemil Meriç’in geniş ufkundan bir felsefe ummanına dalacağınızı garanti edebilirim. Dünya üzerinde kabul görmüş tüm düşünce akımları ve bu akımların temsilcileri Meriç’in süzgecinden geçiyor kitap boyunca. Sanırım beni sıkan nokta Cemil Meriç’in daha çok bu düşünce adamlarını konuşturması eseri boyunca. Umrandan Uygarlığa eserinde daha önce okuduğum Cemil Meriç tadını aldığımı söyleyemem. Çünkü Meriç, eser içinde sürekli tırnak açarak kitaplardan alıntılar sunuyor. Bende bu anlatım tarzını sevmiyorum. Tabi bunun sorumlusu da aslında Cemil Meriç değil. Çünkü makaleleri Mahmut Ali Meriç yayına hazırlamış. Bir kopukluk var ama bulamadım. Medeniyet tarihini anlatırken ideoloji tarihinde mola veriyorsunuz. Ama ne mola… İdeolojinin ne anlama geldiğini bile anlatırken Meriç 200–300 yıl öncesinde dolaştırıyor sizi. Sanırım bu eseri birkaç yıl sonra tekrar okumam gerekecek. Zira Cemil Meriç buna değer… Bu nedenle eser hakkında olumlu ya da olumsuz bir yorum yapmadım sayın.
12.08.2011

26 yaşında dünyanın en genç profesörü olmuş bir bilim adamının Türkçeye karşı umut dolu mücadelesine tanık olacağınız çok özel bir eser bu kitap. 422 sayfa boyunca bıkmadan usanmadan “Türkçe giderse Türkiye gider” diyen ve bu iddiasını somut dünya örnekleri ile okuyucunun gözüne sokan Sinanoğlu’na kulak vermek her Türk vatandaşının ödevi olmalı. İngilizcenin bir Dünya dili olduğu yalanını, anaokullarına kadar inen İngilizce eğitimin ne kadar tehlikeli olduğunu, kendi dilinde eğitim görmeyen çocukların ve gençlerin yalnızca 250 kelimelik bir sokak İngilizcesi öğrenip İngilizceyi öğreneceğim diye ilim ve Fen derslerinin hiçbirini layığı ile öğrenemediğini, misyonerlerin amacının birkaç nesil sonra kendi ana ve babaları ile Türkçe konuşamayan bir neslin yetişmesine ön ayak olup Türkiye’yi bu vesile ile kendilerine kul köle yapmaya çalıştıklarını açık açık anlatıyor Sinanoğlu… Bu sinsi planın Türkiye’de 1953 yılından itibaren başladığını belirten hocamız, bu tarihten sonraki tüm hükümetlerin bu planın bir parçası olduğunun da altını bakın nasıl çiziyor: “20 sene evvel Anadolu’da bir zat şunu söyledi. Bizde Anadolu’da bir adet vardır. Bir ağa bir oğlunu Halk partisine, diğer oğlunu da Adalet partisine sokar. Hangisi kazanırsa işin görülsün diye düşünür. Şimdi bunu bizim ağa akıl ediyor da ABD’mi akıl edemeyecek. Bizimde gördüğümüz kaç senedir budur. Halk ve gençler genellikle bilmezler. Sol parti geldiği zaman onu emperyalizme karşı bir güç zannederler. Sağ geldiği zaman birileri de bunu milliyetçilikle karıştırır, sevinirler. Hâlbuki hâkim güç daima kimi sağ pozunda, kimi sol pozunda, kimi dindar, kimi laik, kimi Atatürkçü pozunda gözüken bahsettiği iki bin kişi hep aynı takımdır. Onun için hangisi gelirse gelsin hiç bir şey fark etmez.” Sinanoğlu en çokta İngilizce eğitimini modernlik gibi göstermeye çalışan sözde Atatürkçülere kızıp Atatürk’ün son nefesinden önce bile “Türk dili işini gevşetmeyin” diye vasiyetinin, eğitim dilinin Türkçe olması gereğini kanunlaştırdığının ve misyoner okulların tamamına yakınını kapattırdığının altını çiziyor. Bizlere de bu değerli eseri okuyup dilimize sahip çıkmak düşüyor.