Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Lispector yine benliğinin izini sürüyor ve sonsuzu yakalamaya çalışıyor, bu bir çile ve çilelerin en yaşam dolusu. Epigrafta Bernhard Berenson'ın bir şiiri. Tamama ermiş bir hayatın benlik yokluğuyla özdeşleşmesi, ölecek bir benliğin kalmaması. Ölümün farkına varacak bir bilinçten söz etmek mümkün değil artık, benlik sayısız parçaya bölündükten sonra yaşamın herhangi bir parçasını taşıyabilmesi için ihtiyaç duyduğu tekilliği tekrar sağlayabilecek duruma gelemez, yaşamın parçaları etrafa dağılır ve toparlanabilenler toparlanır. Hatıralarla aynı meşreptendir bu mevzu, hatta onun bir parçasıdır, belki de yaratıcısıdır, parçalanmadan bilemeyiz ama bir kez dağıldıktan sonra artık her yerdeyiz, ölüm yanımızdan geçip gider, evrenin ilk ışıkları yolumuzu aydınlatır, bir sonsuzun gözlemcisi oluruz. Neredeyse. Çileden geçiriyor yolunu Lispector, okurlara seslendiği bölümde G. H. karakterinin zamanla zorlu bir mutluluk verdiğini, buna yine de mutluluk dendiğini söylüyor. Yaşamın en saf olduğu zaman, bir çilenin uyandırdığı hassaslık ortaya çıkınca beliriyor. Bir yaklaşmanın tamamlanmaması gerek, yarımlıkta uyanıyoruz, yarım kalmanın kıyısında anlıyoruz ki o biricik anda hemen her şeyi anlayabiliriz. Beklentinin ve hiç bir araya gelemeyecek olmanın tam ortasında.

"Oldu mu bir şey ve ben, onu nasıl yaşayacağımı bilmediğimden, onun yerine başka bir şey mi yaşadım?" (s. 13) Varoluş şeklinin sınırlarını çizmeye çalışan anlatıcı, yaşadıklarını düşündüğü zaman kesinliğe ulaşamadığını görüyor. Kuantum mekaniğine -mekanik denebilirse- yakın bir durum; kendini sabitlediğinde yaşamını çözümleyemiyor, yaşamını çözümlemeye kalktığında hangi parçasının eyleme geçtiğini, hangi parçalarının atıl hale geldiğini bilemiyor. Aradalığın metni diyorum buna, dedim gitti. Devam, "içeriye bir yol" gerekiyor, anlamlandırma çabasının odağında bir şeyin yitirilmesi var, kaybedilen bir temel parça, anlatıcı o parçayla birlikte kendini de kaybetmek istiyor, benliğinin ötesine geçmek istiyor ve bunun için çabalıyor, çilesinin hedefi bu. "Beni altüst edecek o korkunç özgürlükle ne yapacağımı bilmiyorum." (s. 15) Görebilmenin özgürlüğü, hiçbir şeyin gerçek olmadığı noktasına ulaşmak çok olası, anlatıcı bu ihtimali düşünerek yola çıkıyor. Kendini bir hiçlikte bulabilir, bu kez elinde hiçbir parça kalmaz, insanlığını hatırlatan parçalara sıkı sıkıya sarılı ama onları ardında bırakamadıkça hedefine varamayacak. "İnsanileştirilmiş hayat. Çok fazla insanileştirilmiş hayatım oldu." (s. 16) Anlatıcı için insanın duygusal anlamda ulaşabileceği eşiğin çok daha ötesini biçimleyebilecek sözcükler, yeni sözcükler, yeni duygular gereklidir, bunlara ulaşabilmek için tek bir yaşamın toplayabildiği bütün veriler kullanılır ama çaba yeterli değildir, bu noktadan sonra devreye böcek girer. "Başıma gelen şeyi yaratacağım. Çünkü yaşamak anlatılamaz. Yaşamak yaşanabilir de değil. (...) Bana olan şeyin gerçekliğini yaratacağım." (s. 22) Adını taşıyan insanın kendisi olmadığını, bir başkası olduğunu ve ona ihtiyacının olmadığını söyler anlatıcı, başkalarının kendinde gördüğü olan kendinden ötesine geçmek ister, işi bırakan hizmetçisinin odasında karşılaştığı böceğin yaşamını ödünç alır. Böcek kendisi tarafından yaratılmış değildir, kendinin dışında bir varlıktır, eşyaların, insanların ve gerçekliğin bir parçasının dışındaymış gibi bir izlenimi vardır.

Odanın anlatıcıya bakan gözleri karanlığın içindedir, o bir diğeri olabilecek niteliklere sahip değildir. Nitekim, ışık yandığı an ortadan kaybolur ama böceğin varlığı ışıktan bağımsızdır. Anlatıcının yarattığı kendi "ben"i olmadan bunu anlaması mümkün değil, çatlatıp binlerce çizgiyle ayırdığı bilincinin yansıması, bir başka ben olarak böceğin varlığı olumlanır. Yeryüzünün ilk varlıklarından sayılan hamam böceği, anlatıcının sonsuz yolculuğunun başlarından beri oradadır, ikisi de dünyayla yaşıttır ve Tanrı olarak da adlandırılan o yüceliğin parçaları olarak birbirlerini tamamlarlar. Yine de huzursuzluk kaybolmaz, eminsizliğin bataklığında hiçbir şey yüzeyde kalamaz. "Şimdiye kadar ne ölçüde kendime bir kader uydurup gizli gizli başka bir kaderi yaşadım?" (s. 58) Olanla "muhtemel olan" arasındaki ikilik, huzursuzluğun kaynağı gibi gözükür. Hakikatle ilk temaslarının kirletici olduğundan bahseder anlatıcı, hiçliğe karışır. Böcekle birlikte hiçliğin bir parçası olurlar, "gören" olmaktan çıkıp "görmek" olunur, bedenler değiştirilir ki bilincin içinde ıstırap çekmediği bir hiçliğin ne olduğu anlaşılabilsin. Dilin bu hiçlikte hiçbir anlamı yoktur, canlı olan sevginin sözcük olarak bir anlamı yoktur, o sadece bir edimdir ve bu boşlukta anlaşılabilir, edimin bilinçle olan bağlantısı ortadan kaldırılarak. Monolog olmayan bir monolog belirir, bu boşlukta varlığın sesi tek başına yankılanmaktadır. Yaşamın Cehenneme benzerliği ele alınır, ulaşması beklenen şey/kişi için ulaşılan bu noktadan vazgeçilip vazgeçilemeyeceği düşünülür. Ardından "şimdi"ye düşülür, birbiri ardına açılan varlık kapıları ardından.

Beklenen hatırlanır; öpüşlerin bıraktığı tuz tadı, hiçliğin ve yaşamın nötrlüğüne kazılı tek bir an. Bir sonsuz olarak nokta. Dünyayı kapsayan bir nokta. "Dünya ancak dünya olursam beni korkutmazdı. Eğer dünyaysam korkmam." (s. 86) Bütün oluş biçimleri dünya yoluyla olur, anlatıcının hedefi buraya ulaşabilmektir. Sevgi de bu oluşta kendine yer bulur ve anlatıcının sözcükleri tarafından biçimlenir. Hamam böceği anlatının yardımcısı olarak hâlâ odada bulunmaktadır ama konuşan o değildir. Şimdi beklenen içindir onca söylenen söz, uzaktaki bir düş için ağıt.

Lispector'ın kendini yaratış biçimleri her kez de ayrı bir şaşkınlık doğuruyor, ürkütüyor ve hayran bırakıyor. Tek bir noktadan bir evrene ulaşılabilir, bunu pek az kişi yapabilmiştir, Lispector da onlardan biridir. Bence.
Okumayı bitirdiğim sırada İngiltere attı bir tane, Ekelund'un üzüntüsü gözlerimin önünde belirdi. İsveç iyi bile geldi aslında, çeyrek final görmeleri bile büyük bir olay. Belçika-Hırvatistan finali oynansın istiyorum. Bu yaz bitmesin istiyorum, 2022'ye kadar beklemek istemiyorum. İngiltere ikinciyi de attı, aldılar maçı. İngiltere-Hırvatistan eşleşmesi olursa Hırvatların yanındayız, iyice bir ezip geçsinler İngilizleri. Knausgaard da öyle ister. Ekelund tersini diliyor olabilir, futbol görüşleri biraz ayrı. Knausgaard makine futbolunu beğenmiyor, bireysel yeteneklerin sürüklediği takımları da beğenmiyor ama yine de mantıksız olduğunu bile bile bir onu, bir diğerini tutuyor. Ekelund biraz daha oturaklı, keyifli futbol izlemek istiyor ve takımların potansiyellerini kullanmasını diliyor. Ekelund on yıl daha yaşlı, Knausgaard'ın dengesizliğini stabilize edebiliyor. Keyifli sohbetler, okurun istediği de bu.

2014 Brezilya Dünya Kupası süresince birbirlerine elektronik postalar yollayarak maçları, takımları ve yaşama dair hemen her şeyi yorumluyorlar. Knausgaard'ın Kavgam'ından sonrasında neler olduğuna dair merakımız diniyor; adamın dördüncü çocuğu olmuş, İsveç'te kuş uçmaz bir yerde, Geir'in evinin az aşağısında yaşıyor. İmza günlerine gidiyor, sigarayı bırakmaya çalışıyor, bildiğimiz Knausgaard aslında. Maçları izlerken uyuyakalması, adamın elli yaşına bastığını öğrenince makul bir hale geliyor. Gerçi bu sene de bazı maçlar son derece uyutucuydu, daha fazla uyumuş olabilirler. Ekelund hâlâ Brezilya'da yaşıyorsa onun için aynı şey geçerli değil. 2014'te heyecanı tam kalbinde yaşamış bir adam Ekelund, Brezilya gözlemleri son derece renkli, melez bir dünyanın her ögesini taşıyor. Siyahla beyazın değil, grinin ülkesinde futbol büyük bir heyecan, katliamlara yol açabilmesi bir yana, rakip takım taraftarlarının kardeşçe maçı izlemelerine de sebep olabiliyor. Futbolun bu birleştirici ve ayırıcı doğası, mektuplaşmalardaki pek çok tartışma konusunu -milliyetçilik, globalizm, feminizm, ataerkillik, dünyanın ahvali- belirliyor bir yandan. Daldan dala atlıyorlar, güzel bir muhabbet çıkıyor ortaya. Bizde böyle bir şey yapılsa bir tarafın Ali Ece olmasını isterdim. Diğer tarafa herhangi birini düşünemiyorum.

Biri elli, diğeri altmış yaşında iki adamın geyik muhabbeti olabildiğince samimi ama mektupların yayımlanacağını bildikleri için ne kadar rahat olurlarsa olsunlar bazı konularda ihtiyatlılar, bu da işin doğallığını bozuyor açıkçası. Mektup çok özel bir şey, Turgut Uyar'ın Tomris Uyar'la mektuplaşmalarından hiçbir şey kalmamış geriye mesela, Turgut Uyar'ın isteğince onca mektup ortadan kaldırılmış. Bu işin bir kutbu, diğer yanda yayımlanacak mektupların aslında kapalı olan açıklığı var. Söz gelişi bir kulturmann tartışması var, kodaman abilerin genç kadınları istemedikleri şeyleri yapmaya zorlamalarına dair. Muhabbet erkek kokuyor; Knausgaard galiba, bu işin hep böyle olduğunu, bunun bir çıkar ilişkisi olarak görülebileceğini söylüyor. Erkekler gördükleri kadınla sevişmenin nasıl olacağını düşünürlermiş ilk, bu da bir iddia. Neyse ki daha fazla batırmadan kesiyorlar muhabbeti, biz de adamlara duyduğumuz saygıyı kendi kendilerine fazla baltalamadıkları için akıcı konuşmalarını okumaya devam ediyoruz. Ekelund maçlardan önce ve sonra şahit olduklarını, Brezilyalı arkadaşlarını, kumsalda oynanan futbolu, yaşadığı hemen her şeyi anlatıyor. Knausgaard da gezdiği yerleri anlatıyor, aslında tam bir orta sınıf paslaşması bu. Kendileri de söylüyor zaten; yazdıkları kitapları kendileri gibi insanlar okuyor, muhabbetlerini kendileriyle özdeşleşebilecek olanlar, kendi yaşam standartlarına yakın olanlar okuyor, başkalarını ilgilendiren bir dünyaları yok. Az okunuyorlar, ortalamaya göre daha da az okunacaklar, bunun sıkıntısını duyuyorlar ama bir yandan da "Üçüncü Dünya" diye bir şeyin kalmadığını söylüyorlar, herkes orta sınıflaşmaya doğru gidiyor. Bu da goy goy muhabbetlerinden biri.

Maradona, Pele ve Messi muhabbetleri müthiş. Pele'yi sevmezmiş Brezilyalılar, para için yapmayacağı iş yokmuş adamın, o yüzden kendilerinden görmezlermiş. Messi de erkenden İspanya'ya gittiği için Arjantinliler tarafından öyle pek de sevilmezmiş, Tevez daha çok sevilirmiş mesela. Maradona pek çok mektupta sohbet konusu oluyor, hepsini alamayacağım ama oyunun güzelliği açısından bir anekdotu aktarabilirim. 1986'da attığı çılgın koşulu golde kendisine neden pas vermediğini soran takım arkadaşına, "Biliyorum, pas vermeliydim, seni gördüm ama pas vermek hiç aklıma gelmedi," demiş, bireysel yeteneğiyle dünyanın farkını yaratan bir adama neden pas vermediğini sormak da ilginç bir şey. Neyse, oyunun doğası ve yaşamın doğası da karşılaştırılıyor, ilki diğerinin alt kümesi olmasına rağmen futbol gibi kitlelerin takip ettiği oyunlarda yaşama zıt bir durum da ortaya çıkabiliyor, gerçi bu yaşamın nasıl görüldüğüyle de ilgili bir şey. Kaos futbolunun pek sevilmediği malum, oysa yaşamın kendisi ne kadar rasyonel gözükse de kaotik. Bu yüzden Almanya'yı seviyorlar ve sevmiyorlar. Brezilya'nın yedi yediği maç için pek coşkulu yorumlar yapmıyorlar, Arjantin'in Almanya'yı finalde haşat etmesini bekliyorlar ama sonucu hepimiz biliyoruz.

Keyifli bir verkaç bu metin, iki genç ruhlu adamın bütün düşüncesizlikleri, incelikleri, ruhları ortada. Tam olarak ortada değil gerçi, olabildiğince ortada. Yeterli.
Kasaba kendi halinde, çağlar öncesinden günümüze gelmiş bir kasaba, çöldeki en eski yerli halk kadar eski. Tarihi bu kadar. Çöl Çiçeği Bovling Salonu ve Atari ve Eğlence Merkezi var, Tüm Gece Açık Mehtap Lokantası var, Ralphs nam bir süpermarketi var, başka da değinmeye değer bir tek rehincisi var, ona geleceğim. Dört tarafı bomboş, dümdüz. Her kasaba gibi bir kasaba ama bir farkla, burada kuantum gereği gerçekleşmesi mümkün olan şeyler gerçekleşiyor. Bildiğimiz dünyada böyle bir şey pek olmuyor, duvarın içinden geçen insanlarla pek karşılaşmasak da teoride bu mümkündür, atom altı parçacıklar atomları çılgın serseri haline getirebilir, böylece suda yürüyebiliriz. Sonsuzun içinde mümkün ihtimaldir. Mesela rehinci Jackie Fierro, hep on yedi yaşındadır. On yediden bir gün bile almamıştır. Travmasının doğumuyla birlikte aynı yaşa çakılı kaldığını düşünebiliriz, yahut kuark ve arkadaşlarının bir boyut olarak zamanı delik deşik edebilmeleriyle zamandan münezzeh olduğunu da düşünebiliriz. Jackie bir atom altı parçacıktır, kasaba başka bir kuarktır ve bu ikisi ayrılamaz. Gerekirse başka kuarklar oluştururlar ama ayrılmaları mümkün değildir. Metindeki bütün mekanlar ve karakterler kuarkların metaforları olabilir mi, belki. Hatta nötrino bile diyebiliriz Jackie için. "Dünya ve kendisinin onun içindeki yeri bir hiçti ve o, bunu anlıyordu." (s. 9) Nötrino kardeşler normal şartlar altında yüksüzdürler, herhangi bir bilgi kırıntısı taşımazlar, Kurzweil'ın, "Bundan kesin bir şey yaparım ben," diyebileceği elemanlardır. Etkileşime girdikleri zaman, ancak o zaman bir şeyler taşırlar, enerji çalarlar. Eh, mevzular başlar başlamaz dükkanından ve kasabadan çıkamayan, mekandan kurtulamayan Jackie için hareket de başlamış olur. Aralarda fiziğin uç beyliğiyle ilgili göndermeler var, onları alacağım. Jackie'den gidiyorum; belli bir çalışma saati olmadığı için kafasına göre takılıyor, İhtiyar Kadın'ın bir dünya ucuz plastik flamingosunu on bir dolara alıyor. Jackie kendisine getirilen her şeyi on bir dolara alıyor, uzay gemisinden bozona kadar ne getirilirse getirilsin. Bu sırada İhtiyar Kadın evine çağırıyor Jackie'yi, meleklerin kendisini özlediğini söylüyor. Melekler var, cinsiyetsizler, ev işlerini yapıyorlar. İlahi bir kadınla karşı karşıyayız. Aslında çok şeyle karşı karşıyayız ama neyin ne olduğunu mantığımızla veya kuş kadar bilgimizle anlayamayacak durumdayız. Daha ne gariplikle karşılaşabiliriz diye düşünürken işlerin daha da garipleştiğini görmek çok keyifli. Biraz da birikimliysek okur olarak bu metne hazırız demektir, bölümler arasındaki geçişler ve olay örgüsü takibi elimizden öper. Yapboz benzeri bir anlatı dünyası var metnin; anlam veremediğimiz ayrıntılar ilerleyen bölümlerde anlam kazanıyor ve parçalar oturmaya başlıyor. Zaten absürttü olaylar, bir de bu parçaların yerine yerleşmesini beklerken her birine anlam vermeye çalışıyoruz, kolay değil.

Dükkana en son Diane geliyor. "Jackie'ye göre Diane pek çok şeye benziyordu. Çoğunlukla, hem bir mekânda hem de bir zamanda kaybolmuş bir insana benziyordu." (s. 11) Hmm, tamam. Diane oracıkta bir damla gözyaşı döktüğü mendilini on bir dolara bırakıyor, Jackie rehin bırakılan her nesne için bir an ölüyor ve tekrar diriliyor, teşekkür edip müşteriyi yolluyor. Tam dükkanı kapatacakken taba rengi ceket giyen bir adam geliyor dükkana, Jackie çığlık atıyor. Adamın elinde bir çanta var. Bu kadar. Neden çığlık attığını, üzerinde KING CITY yazan kağıdı aldığında neden otuz dolar ve zaman hakkında bir düşünce verdiğini sonra anlayacağız. Adam kendini Emmett olarak tanıtıyor, sonra Elliott olduğunu söylüyor ve dükkandan çıkar çıkmaz karanlığa doğru koşmaya başlıyor, etrafında kum bulutları. Neler oluyor?
Ev. Normal bir ev ve normal bir ev değil. Bu tür bir anlatım şeyleri yerine oturtmamızı zorlaştırıyor ama maksat bu; tekinsiz ve sürekli değişebilen bir doğa kurulmuş. Neyse, on beş yaşında bir eleman yaşıyor evde, Josh Crayton. Annesi Diane Crayton, gözyaşı damlattığı mendili rehin bırakan kadın. Josh bazen bir kuş oluyor, bazen elbise dolabı oluyor. Ergen benmerkezciliği onun istediği kılığa girmesini sağlıyor, adeta bir nanobot bulutu bu çocuk. Sadece iki ayaklı olduğu zamanlarda hoşlandığı kız da ondan hoşlanıyor, bu iyi. Annesiyle arası iyi değil, bu kötü. Arabayı sürerken insan formunu alması yönünde uyarı alıyor, aslında annesi pek çok konuda onu uyarıyor çünkü baba yok, para yok ve ergen bir evlatla uğraşmak kolay değil. Bir de suratı olmayan bir kadın yaşıyormuş evde ama bu olay hikâye için önemli değilmiş. Allah'ım, sen aklıma mukayyet ol. Jackie dükkanı kapıyor, nihayet, çöldeki ışıklara bakıyor. Bu ışıklar her gece belirip kayboluyor, ne olduğu belli değil. Yazı gereçleri kasabada uzun süredir yasaklıymış, kamu refahı için. Tamam. Arkadaşları kasabadan gitmiş, kendi yaşamlarını kurmuşlar ama Jackie orada kalmış, Cecil Palmer'ı dinleyerek günlerini geçirmeye başlamış. Cecil'in deliliğini ayrı bir paragrafta inceleyeceğim, radyoda sunduğu programın delirticiliği akıl almaz bir şey. Bir şey daha, her şeyin keder olduğunu biliyor Jackie, kendisinin dahil. Neyse, elindeki kağıt kaybolmuyor. Çekip atıyor, kağıt elinde. KING CITY yazan. Yakıyor kağıdı, yine avcunun içinde.

Cecil'in haberleri birkaç bölümde bir karşımıza çıkıyor. Beyni yakmadan birkaç şey söyleyeyim, bilinçlilik hakkında bildiklerimizi sayıyor: Kum bilinçli, çöl bilinçli. gökyüzü bilinçli değil. Bitkiler aralıklı olarak bilinçli, bizler bilinçli değiliz ve benzeri bilinç akışları. Pek çoklarının bilgisayar kullanmasına izin yok. Örümceklerin çoğu ağ örmeyi ve daha küçük böcekleri yemeyi tercih ettikleri için örgün eğitime hiçbir zaman dahil olmuyorlar. Az sonra yeni bir insana uyanmanın bilinç kaybı. Taba ceketli adamla ilgili bir şey söylenecek ama ne söyleneceği unutulmuş. Adam kasabalılar tarafından sıklıkla unutuluyor, civarda at koştursa da. Diane ve Jackie'nin hikâyeleri bir noktada birleşiyor, kasabanın dışına çıkmayı başarıyorlar ve yakınlardaki efsanevi King City'ye gidiyorlar, bütün yollar kendi kasabalarına geri dönse de döngüyü kırmayı başarıyorlar ve yasla karşılaşıyorlar; yasları onları hep aynı mekanda tuttuğu için, ceketli adam ikisinin de tanıdığı biri çıktığı için ve açtığı yaralar kapanmak bilmediği için, kasabadaki hemen herkesin yarası adamın ardında bıraktığı yıkıntılardan doğduğu için, her keder için kasaba yerleşim yeri olmaktan çıkıp sürekli kanayan bir yaraya dönüşmüş. VanderMeer'in Bölge'si gibi. Depresyonun çarpıttığı yaşamların arasında mantığa uygun bir şey bulmak zor, bildiğimiz dünyanın sonu gelmiş durumda.

Lovecraft'in evrenine benzetilmiş kasaba ortamı, benzetilecek pek bir şey yok. Özgün bir mekan oluşmuş, belki Keret'in müntehirler için düşündüğü mekana benzetebiliriz biraz. Diyeceğim şu; okunmalı ki kafalar yanmalı.
Druid sınıfını doğrudan ele alan bir araştırma değil aslında bu, az sayıdaki tarihî kaynakların karşılaştırılması, arkeoloji başta olmak üzere pek çok bilim dalından elde edilen verilerin tokuşturularak metinlerdeki bilgilerle pratikteki bulguların tokuşturulması ağır basıyor. Runik'ten çıkan diğer metinler popüler bilim metinlerinden bir tık daha zorlayıcıyken Maier'inki bir üst seviye okuru talep ediyor. Şahsen Kelt'tir, Druid'dir, ökse otudur, böyle şeylere gerek çocukluğumdaki bilgisayar oyunlarından, gerek edebiyattan, filmlerden ve dizilerden pek düşkün olduğum için sebat edip okudum, pişman değilim ama mevzuya yeni aşina olan okur cebelleşecek biraz. Tabii yine Runik'ten çıkan Keltler'in ilk basamak olduğunu söylemek lazım, bu araştırma ikinci basamak, üçüncüsü de Felix Müller'den Kelt Sanatı. Aryanları ele alalım, sanat eserlerinin azlığı Aryan kültürü hakkında olabildiğince kesin çıkarımlara ulaşmayı engelliyor, aynı durum kısmen Keltler için de geçerli ama eldeki veriler görece daha fazla olduğu için bu topluluğun nerelerde yaşayıp nelerle uğraştığını daha somut bir biçimde görebiliyoruz en azından. İşin içinde ilginç bir ironi de var, Maier daha en başta zor bir işe giriştiğini dile getiriyor adeta: "Kelt Druidleri, Hristiyanlık öncesi Eski Çağ'ın en tanınmış ve aynı zamanda en gizemli şahsiyetleri arasında yer alırlar. Ayrıca günümüzdeki yeni paganlığın en popüler ancak en fazla çelişki barındıran figürleridirler." (s. 7) Bu ikiliğin nedeni barbar bir toplum olarak görülen Keltlerin sahip olduğu habitus konusunda birtakım ikircikli bilgileri sunan antik dönem yazarlarıyla yetersiz gözlemle elde edilen verilerin çatışması olarak görülebilir. Birbirlerinden esinlenip esinlenmedikleri belli olmayan, kayıp metinlerden alıntılar yaparak metinlerini yazanları titizlikle araştırıp kıyaslıyor Maier.

Kaynakların incelendiği bölümlere bir göz atalım, Diogenes Laertios Ünlü Filozofların Yaşamları ve Öğretileri adlı eserinde Aristoteles'in Magikon ve Sotion'un Filozoflar Zinciri nam metinlerinden yola çıkarak ilk felsefeciler hakkında malumat verirken Keltlerde ve Galatlarda ilk felsefecilerin Druidler ve Semnotheolar olduklarını söylüyor. Bahsi geçen iki metin kayıp, dolayısıyla orijinal metinle kıyaslama yapamıyoruz, bunun yanında Magikon'un Aristoteles'e ait olmadığını söyleyen araştırmacılar kaynaklardan şüphe duymamız gerektiğini söylüyorlar. Kesinliğinden emin olduğumuz bilgi Druidlerin en geç M.Ö. 1. yüzyılda tarih sahnesine çıktıkları. Druidlerin felsefi içeriğinin en eski tanımını Galyalılarla yıllar boyunca savaşan Jül Sezar'a borçluyuz, Druidlerin yıldızları gözlemlediğini, evrenin ve yeryüzünün büyüklüğü hakkında fikir yürüttüklerini, ölümsüz tanrıların kuvvetlerini ve etkilerini, tabiatın özünü gençlere öğrettiklerini söylüyor. Keltlerde yazı kullanımı son derece sınırlı olduğu için kendi kaynakları da yok denecek kadar az, yine de "dünya" anlamına gelen byd sözcüğünün zaman içinde burg'a dönüştüğünü biliyoruz, böylece Edinburgh gibi şehirlerin adlarının kökenini görüyoruz. Açıkçası etimolojiye daldığımızda bu işin sonu yok, bizdeki "burgaz" ve "burç" sözcüklerinin aynı kökten geldiğini, kim bilir başka hangi sözcüklerin bu kökten geldiğini de düşünebiliriz. Zaman mefhumunu da muhtemelen Druidler biçimlendirerek Galyalılara öğretmişler. Yunan kaynaklarında bambaşka bilgiler var, Herakles'in oğullarından biri olan Keltos ile yerel bir hükümdarın kızlarından Keltine'in evliliği sonucu Keltlerin ortaya çıktığını söyleyen Nikaialı Parthenios'un yanında çağdaşı Diodoros da M.S. 2. yüzyılda Herakles'in oğlu Galates'le yine yerel bir hükümdarın kızının evliliğine değiniyor, aynı söylence benzer biçimlerde yayılıyor. "Bu örneğin de ortaya koyduğu gibi, antik döneme ait Keltlerle ilgili notlara karşı ihtiyatlı olmak gerekir: O dönem yazarları daha eski eserlerden yaptıkları alıntıları belirtmedikleri gibi, modern bir bilim insanından beklenilen özeni de göstermiyor, yani alıntılayacakları cümleleri canlarının istediği gibi kısaltıyor, genişletiyor ya da anlamlarını değiştiriyorlardı." (s. 17)

Druidler hakkındaki kısıtlı bilgiler odağın ister istemez Keltlere çevrilmesine yol açıyor, Maier çıkarımlarını alt kümeye uyarlamaya çalışmasa da koşutluk kurma isteği bariz.

Druidler kırk yıl boyunca eğitim görüyorlar, zamanın bilgi birikimini tamamen edindikten sonra topluluğa kabul ediliyorlar. Şamanlığa benzer bir kurum aslında, otacılıktan savcılığa pek çok işlevleri var. "Onlarda üç zümreye büyük saygı gösterilir: Bardlar, Vateler ve Druidler. Bardlar şarkıcı ve şairdirler; Vateler kurban rahipleri ve doğa felsefecileridir; Druidler doğa felsefesinin yanı sıra ahlâk felsefesiyle de ilgilenirler." (s. 34) Hristiyan teleolojisiyle doğrudan bağlantıları var tabii, pagan pratiklerinin yanında önemli kişilerin de Hristiyanlık etrafında gelişen hikâyelere girdiklerine dair izlere rastlamak mümkün.

Meseleye biraz daha yakın, antik kaynaklar arasında gezinmek isteyen okur için dört dörtlük bir metin.
Keltler bilindiği gibi Roma'yı uzun süre meşgul etmiş, Sezar'ın akınlarıyla boğuşmuş bombastik bir halktır, Germenleri de az tepelememişlerdir, Yunan ve Roma medeniyeti kadar gelişemeseler de dünya kültürüne bodoslamadan girerek Yüzüklerin Efendisi'nden Kral Arthur'a dek pek çok esere ilham kaynağı olmuşlardır, Shakespeare Kral Lear gibi oyunlarıyla Kelt kültürünü yaşatmıştır, pagan inançların semavi dinlerdeki etkileri cabası. Sezar'ın Galya Savaşı hakkındaki otobiyografik metni Keltler hakkında sağlam bir kaynak, öncesi var tabii.

Sezar'a göre Keltler Dispater adlı baba tanrının soyundan geldiklerine inanıyorlar, "Jüpiter" ve "Zeus" isimlerine köken olarak yakın bu tanrı, zaten Roma'daki entelektüel Keltler Akdeniz dünyasına ait olduklarını ispatlamaya çalıştıkları için mantıklı zira Yunanlar ve Romalılar Keltleri barbar olarak görüyorlar. Yazıyı ve parayı Yunanlardan ve Romalılardan öğrenmişler, güneyden ne gelirse almışlar kısacası, bir tek ordularının düzeni ve silahları zayıf kalmış ki devlet kuramamalarının sebebi de kabile sisteminden çıkamamaları olarak görülüyor, Sezar "böl ve fethet" politikasını sıkı sıkıya uygulayarak kuzeydeki kabilelerden bazılarıyla ittifak kurmuş, böylece dağıtmış adamları. Topluluk, soy bilinci yok, sınırlar klanın sınırları onlara göre. Hekataios'un MÖ 500'de Massilia dediği bölgede yaşıyorlar, tarih sahnesine ilk çıkışları. Keltlerin batıya yayılmalarına dair pek çok efsane ve söylence var, Antik Çağ yazarları tarafından yazıya geçirilmiş bunlar, ilgilisinin ellerinden öper. Doğal bir dürtüyle yayıldıklarını söylüyor Demandt, Silius İtalicus'tan aktardığına göre sıradan bir hayat yaşamaktansa ölmeyi tercih eden Keltler çocuklarını büyütüp yetiştirdikten sonra yeni bir ülke aramak üzere yabana yollarlarmış, bir nevi erginlik ayini gibi gözüküyor bu. Roma'nın başına bela olmaları da bundan, çok sayıda savaş çıkarıp çoğunu kazanmışlar ve topraklarına ganimetlerle dönmüşler, MÖ 200'den itibaren Romalılar kuzeydeki barbarlardan travmatik biçimde korkmaya başlamışlar, Sezar akın üstüne akın yaparak atalarının kaptırdığı ganimeti fazlasıyla geri aldığı gibi Keltlerin canına okumuş. Öncesinde Büyük İskender'e ettikleri bağlılık yeminini anmalı ki ne kadar delifişek oldukları anlaşılsın.: "'Biz yeminimize sadık kalmak istiyoruz ya da gök yere insin ve bizi parçalasın, yer yarılsın bizi yutsun, deniz kabarsın ve bizi boğsun.'" (s. 27) Keltlerin yayılma alanları arasında Anadolu da var tabii, "Galata"yı anıp geçiyorum. Çok iyi savaştıkları için ittifak kurmaları ve paralı asker olarak iş bulmaları kolay, Roma ve Mısır saflarında bile savaşmışlar.

Kültürel, sosyal ve siyasi açıdan özelliklerini sıralama gözetmeksizin aktarayım. Germenlerden, İtaliklerden ve Etrüsklerden daha gelişmiş bir ekonomiye sahipler, yaban domuzu Kelt sanatında önemli bir figür, temel gıda maddeleri hububat ve baklagil. Zeytin ağacından ve asmadan haberleri yok. Mülkiyet sistemi var, kimse toprak için kavga etmiyor. Maden endüstrileri özellikle gelişmiş, altın işlemeciliğinde oldukça ilerideler. Madenciliği Orta Avrupa'ya ilk onlar getirmişler, Germen mitolojisine demirci ve madenci olarak girmişler. Pamuk Prenses ve Yedi Cüceler masalının kökeninde Kelt inancının "kapşonlu manto giymiş yardımsever cüce" figürü var. Taç giymenin her anlamı Keltlerden aparma. Keltlerin rahipleri druidler meşhur, vergiden ve askerlik hizmetinden muaflar ama Galya efsanelerinde savaşçı olarak da ortaya çıkıyorlar. Sezar'ın anlattığına göre druid olmak isteyenler yirmi yıl eğitim görmek zorunda, upuzun şiirleri ezberlemek, tabiat ve tanrılar hakkında bütün bilgileri edinmek gerekiyor. Mecazi ifadelerle konuşuyorlar, sözlü kültürün saflığı sürsün diye yazıdan uzak duruyorlar ama okuma yazma biliyorlar. Bazı durumlarda yargıç veya yönetici olabiliyorlar. Söylentilerin ne kadarı doğrudur bilinmez, Keltlerin sefere çıkmadan önce kendi çocuklarını ve eşlerini kurban ettikleri söyleniyor, eşi ölen Kelt kadınları da öldürülüyor. Savaşlarda ganimet olarak kesik kafaları alıyorlar, zafer kazanmışlarsa esirleri toplu halde kurban ediyorlar. Şu da aşırı gerekli bir bilgi olarak dursun: "Avrupa'daki en son insan kurban etme ritüelinin, 11. yüzyılda, Adam von Bremen tarafından Uppsala'daki pagan İsveçlilerde olduğu bildirilmiştir." (s. 53)

Runik'ten Keltlerle ilgili iki kitap daha çıktı, onları da tavsiye ederim.