Toplam yorum: 3.253.600
Bu ayki yorum: 5.625

E-Dergi

Mehmet Utku Yıldırım

1988’de doğdu. Marmara Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü mezunu. Öyküleri Trendeki Yabancı, Öykü Gazetesi, Sonlu Sonsuz Fanzin, Kafkaokur gibi dergilerde yer aldı, Dedalus Kitap tarafından Asker Daha Fazla Elliott Smith Dinlemek İstemiyor adıyla kitaplaştı. Okuduğu metinleri kitaplardananlamayanadam.com’da inceliyor.

Mehmet Utku Yıldırım Tarafından Yapılan Yorumlar

Herkül Millas'ın önsözü. Okunabilir, spoiler yoktur. Değindiği meseleleri az az ele alayım. Birincisi, Yunan edebiyatının eserlerinin pek az çevrilmesi. Aynı şeyin onlar için de geçerli olduğunu söylüyor Millas, Halit Ziya Uşaklıgil örneği üzerinden giderek bu büyük yazarın Yunancaya çevrilmesinin gecikme nedenlerini düşünüyor. Değersiz bulunduğu için mi? Uşaklıgil'in öyküleri müthiştir, üstelik zamansız bir müthişliktir bu. Papadiamantis de müthiş, Millas'ın kıyasına göre. Sait Faik'in Yunanca çevirilerinin de piyasada bulunmadığı söyleniyor, aynı durumdan. İdeolojik meselelerden bahsediliyor, uzun hikâye. Yazar anlatılıyor sonra, numunelik bir adam. Atina Üniversitesi'nin felsefe bölümünde okumak için doğup büyüdüğü adadan ayrılıyor ve okulunu bitirmeden geri dönüyor. Fransızca öğreniyor, resim yapıyor, ders vererek geçiniyor. Öyküleri pek beğeniliyor, romanları da. Sakalı karmakarışık, düzensiz giysili, çamurlu ayakkabılı, defolu görünüşlü bir adam kısaca. 1906'da Atina'daki yazar kahvelerinde görünüyor, Kazancakis'in de takıldığı mekanlarda. Yaşamını sürdürmek için sürekli yazıyor, çeviriyor ve hastalanıp adasına dönüyor, 1911'de de ölüyor. Millas'ın çizdiği portre böyle. Edebi kişiliği hakkında ilginç bilgiler var; Yunan kimliğini ve dünyasını en gerçekçi ve çarpıcı biçimde yansıttığını düşünenlerle sıradan ve ahlaki öyküler yazdığını düşünenler karşı cephelerde. Muhafazakarlar ve Ortodoks Hıristiyanlar pek severmiş kendisini, halkın inançlarını ve değerlerini sıklıkla dile getirdiği için. Dil meselesi de ilginç; ağdalı bir dil olan Katharevusa ile halk dili Dimotiki'nin mücadelesi varmış, ideolojik bir savaş. Kathaverusa'yı kullanmış Papadiamantis, yenik grupta yer almış.

Yazarın Dostoyevski'ye benzetilmesini anlamlı buluyor Millas. Karakterlerin dönüşümleri, zıt kutuplar arasındaki gidiş gelişler Papadiamantis'in de esas meselesi. Hadula'ya baktığımız zaman tam Dostoyevskilik bir karakter olduğunu söyleyebiliriz. Halktan biri, şifalı otlarıyla geçinmeye çalışan, çocuklarına ve torunlarına bakmaya çalışan bir kadın. Bir noktada deliliğin kucağına düşene kadar şefkatini kimseden esirgemiyor, kırılışının ardından da sinsiliğini ve kurnazlığını seriyor ortaya. Papadiamantis ara ara karakterlerin geçmişlerini de kurcalıyor, Hadula'nın yardım ettiği insanları ve kendi çocuklarını Hadula'nın hafızası üzerinden metnin güncel zamanın dışına sıkıştırıveriyor ve anlatıyı derinleştiriyor, karakterleri de. Başta bilindik bir açılış var, Hadula'nın kişiliği hakkında biraz malumat. "Küçük bir çocukken ailesine hizmet ediyordu, evlendiğinde de kocasına kul köle olmuştu. Belki kendi mizacından, belki de kocasının yetersizliğinden, onun bakıcısı olma noktasına gelmişti. Çocukları olduğunda, onlar için saçını süpürge etmiş, çocukları da çoluk çocuğa karışınca, kendini tamamen torunlarını büyütmeye adamıştı." (s. 20) Anlatının geçtiği dönem bağımsızlık mücadelesinin çok uzak olmadığı bir dönem, yoksulluğun evin duvarlarında kök saldığı zamanlar. Arnavutlar ve Makedonlar ülkeye geliyorlar, Yunanlar bu iki ülkeye gidiyor, insanlar yaşamlarını sürdürebilmek için hareket halindeler. Hadula ve ailesiyse yaşadıkları adada -Papadiamantis'in de yaşadığı ada, Skiathos- hayatta kalmaya çalışan yoksullardan. Kocasının biraz kolay kandırılabilir ve para tutamayan yapısı yüzünden Hadula kocasının maaşına allem ve dahi kallem edip el koyuyor, kara mizah devrede. Evliliklerinden öncesi ve sonrası da oldukça sıkıntılı; ailelerle alakalı problemlerde Hadula'nın hırsızlığı ve ailesini zor duruma düşürmesi gibi meseleler var. Tam bir objektiflik hakim, kadın ne bir azize, ne de bir günahkar. İyilik ve kötülük yan yana yürüyor.

Dönemin şarkılarından parçalar, insanlarından diyaloglar, denizlerinden balıklar ve patikalarında kaçışlar var bu metinde, zamanının iyi bir kaydını tutmuş Papadiamantis ve insanın doğasını bir güzel çeşitlemiş. Pek hoş, okunmasını tavsiye ediyorum. Kundera da övmüş Papadiamantis'i, bu da önemli bir şey.
Güller'in öykülerinde iki mevzu var ki hemen her öyküde karşımıza çıkıyor bunlar; biri insanlar. Çok insan. Çok fazla insan. Her yerden fırlıyorlar. Kitaba adını veren öyküde pik yapan bir kalabalık var, Yer Açın! Yer Açın!'daki kadar rahatsız edici bir öykü dünyası yaratıyor bu insanlar. İkincisi de şeyler. Şeylerin arasında boğulan insanlarla alakalı bir öykü var yine, müthiş bir öykü. Oraya geleceğim ama bir iki şey daha: Güller sözcüklerini ince eleyip seçtiği için anlatının şişmemesini sağlıyor, bu açıdan imrenilecek bir dil "hesabı" diyeceğim, dil hesabı var. Karakterlerin psikolojik dünyaları çoğalmaya, öykünün dünyasını doldurmaya pek meyilli ama böylesi ince bir kurmacada olmaları gerektiği gibiler. Nevrotik karakterlerin bile bir desturu var. Şimdi düşününce aslında, Gel Pisi Pisi adlı öyküde bu durum biraz daha esnetilebilirmiş gibi duruyor. Anlatıcı bir kadın, evi temizlerken giderek kayışı koparıyor ve topyekun bir temizliğe girişiyor. Büfedeki bardaklardan -kayınvalidesinin hediyesi- yerdeki döşemelerin altlarına kadar hemen her şey elden geçiyor, parçalanıyor, kırılıyor, kapıya gelen kapıcıya ve komşulara tersonun kralı yapılıyor ki çok trajikomik; bir yandan gülüp bir yandan üzüldüm. İki meselenin tekrarı da bir arada tutuyor olayları; biri her bir anımsayışta adı değişen kedi, diğeri de temizlenen eşyaların sayımı sırasında araya sıkıştırılmış hayal kırıklığı, üzüntü, huzursuzluk, pek çok şey. Öykünün sonu da olasılıklar arasından seçilen uygun bir son ama şöyle ki adım adım yükselen, yakalayan şahane bir öykü için çok daha iyisi olabilirmiş gibi geliyor. Her neyse, başka bir şey diyecektim, diğer öykülerdeki "sesin" bir benzeri var burada, belki de en nevrotik karakter bu öyküde ama anlatım çeşitlenmemiş, biraz daha, nasıl diyeyim, dilde de krizin izi görülebilirmiş. Başkaca da bir eleştirim yoktur, insanın toplumla ve eşyayla olan sıkıntısını görebileceğimiz şahane öyküler var kitapta.

Dağların Soluğu ödüllü bir öykü, sevdiği adamı canı pahasına arayan bir kadının anlatıcılığında bir umudun ve acının izi sürülüyor. Zorlukla bulunan köhne bir uçak, uçaksavar ateşinden kaçınmak için daireler çizerek inişe geçer geçmez zorluklarla dolu bir arayışın orta yerine düştüğümüzü hissediyoruz. Öykünün güncel zamanıyla geçmiş zamanı arasında kurulacak bağlantılardan aranan ve arayan hakkında bir şeyler öğreneceğiz. Arayanın/anlatıcının öykü yazarken kendi kurgusal dünyasında kaybolmasını arayışına paralel hale getirip içinde bulunduğu koşulları kurmacaya çevirme yoluyla güç bulduğunu görüyoruz. Aranan kişi öykülerdeki arayışa evrilecek ve kadın durmayacak, bulana kadar. Dağlarda tehlikenin orta yerini karış karış gezerken aradığıyla ilgili hatıraları gelecek aklına; ani bir gidiş, mücadele, uğruna ölünecek onurlu bir dava. Nihayetinde adamı ölü bulacak, öyküsü de tamamlanmış olacak ve... "Dışarı verdiğim nefeste yeni bir hayata başlayacak olmanın tazeliği vardı." (s. 18) Çok mu hızlı bir geçiş, karar veremedim. Onca anının, zorluğun ortasında kurtuluşu duyumsayabilmek garipsetiyor biraz, bunun dışında her şey iyi.

İçimdeki Kalabalık. Konuşmak zorunda kalmanın faşizmin bir etkisi olduğuna dair bir söz vardı, artık öykü de var. Diş ağrısı yüzünden dişçiye giden anlatıcının sokağa çıkıp insanlarla münasebet kurmak zorunda kalmasının biraz komik, çokça rahatsız edici hikâyesi var burada. Sorulara verilen cevaplardan sonra sorulan daha çok soru, lüzumsuz bilgileri toplayan insanların sordukları kişisel sorular, meraklı insanların soruları, kendi hikâyelerini anlatmaya çalışan insanların durmadan konuşmaları, herkesin konuşması, herkesin anlatacak bir şeylerinin olması. Distopik bir gelecek gibi; sözel distopya. Yine bir deliriş bekliyor okur ama bu kez kabullenme var, anlatıcı kafayı yemiyor, uyum sağlıyor en sonunda. Bu kez de ağzındaki uyuşukluk yüzünden yarım yamalak konuştuğu için garipseniyor ve insanlar muhatap olmuyor. Tertemiz bir deliriş.

Diğer öyküler de iyi. Eşten bıkmak, işten bıkmak, mahalleden, sokaktan, evden, geçmişten, hayattan bıkmak, yorgunluk, yenilgi, günümüzün insanına dair pek çok şey var öykülerde. Her biri ince elenmiş, sağlam öyküler. Denk gelinebilir. Gelinmelidir, Güller'in öyküleri iyidir ve Güller iyi bir öykücüdür. Tanıştığıma memnun oldum, nesine denk gelirsem alırım bundan sonra.
Adamlardan bahsedeyim biraz. İkisi de bilim adamı; Boris 1933 doğumlu. Astronom, bilgisayar mühendisi. Arkadi 1925 doğumlu, İngilizce ve Japonca eğitimi alıp öğretmenlik yapıyor. 1950'lerden itibaren yazmaya başlıyorlar, 60'larda işlerini bırakıp bütün zamanlarını yazmaya ayırıyorlar. Tarkovski, adamların bir eserinden Stalker'ı yaratıyor derken kopup gidiyorlar.

Bulgakov'la aynı çizgideler, aralarında bir kuşaklık fark var ve bayrağı devralmış gibiler. Bulgakov Sovyet sanat ortamını yerin dibine sokarken toplumsal değerlerin yozlaşmasını adım adım takip ediyordu, biraderler aynı şeyi Sovyet bilim dünyası için yapıyor. Kader Yumurtaları'nın çok daha geniş bir kadroyla yazılmış parodisi gibi bu kitap. Adamların ucundan kıyısından dokundurmadıkları şey yok gibi; Wells'ten Sovyet bürokrasisine, o güne kadar iz bırakmış doğru veya yanlış ne varsa derleyip toparlanmış, bazılarına çuvaldızla girişilmiş, bazıları tiye alınmış, sonuçta keyifli bir BK çıkmış ortaya. Tam olarak BK demek doğru da değil sanki, fantazyayla karışık bir BK parodisi.

Önsözler konusunda Oğuz Atay'a uyuyorum, ben atladım ama neyle karşılaşacağını bilmeyen okur, işin heyecanını kaybetmek uğruna bilgi sahibi olup okumaya başlar başlamaz tokat yemekten kurtulabilir. Ben biraz anlatayım Adam Roberts'ın söylediklerini. Evet... Gerçi pek anlatacak bir şey de yok; olayı kısaca özetliyor ve YOKHİÇ (Yüksek Okültasyon Kurulu Hususî İcat Çalışmaları) adlı kurumu Hogwarts'la kıyaslıyor. Demeden edemem; bu da moda oldu, Rowling'in dünyasıyla kıyaslanmamak çok kötü bir şey herhalde. Neyse, bu büyü hadiselerinin kurgulanması meselesi gerçekten önemli. The Kingkiller Chronicle, Belgariad gibi süper sagalar kendi sistemlerini içeren dehşet iyi büyücülük anlayışına sahiptir. Eh, Potter ve arkadaşlarının sopa sallayıp büyü yapmalarını da yiyelim ama bu eserden aynı şeyi beklemeyelim, zira adamların böyle bir kaygısı yok zaten. Roberts kıyaslamış ama böyle bir şeye lüzum yok. Bunun yanında insanların fantazyalarda büyüden çok büyü sistemlerini sevdiğini söylüyor, doğruluk payı var diyorum. Belli sistemlere oturtulmuş dünyaların gerçeklik sanrısını daha başarılı yaratabilmelerinden kaynaklanıyor olabilir bu. Sonuçta uçan bir salyangozun, "İtfaiye itfaiye şiş bomba, Maske Maske çok yaşa!" diye bağırıp büyü yapmasını istemem. Bunu bir sisteme oturtma çabası başarılı olabilmişse, işte o zaman isterim.

PKD demiş adam, PKD'nin bilinçli kaos diyebileceğim karmaşası yok ama tekinsizlik... Bir parça diyebilirim. Bir de Pratchett demiş, evet, Pratchett'in dünyaları biraderlerin yarattığı dünyayla karşılaştırılabilir. Aslında diyalogların kurulumundan iğnelemelere kadar pek çok benzerlik var.

Metne geçelim. Yukarıda bahsedilen bir kuruluş var, olayını Roberts çok güzel anlatmış: "Hikâyedeki sihirli unsurlar ne kadar renkli ve yaratıcı olursa olsun bu romanı en canlı kılan özelliği, bu tarz örgütlerin işleyişine tuttuğu aynadır. Aslına bakarsanız 'işleyiş' tam olarak doğru bir kelime olmadı zira bu fevkalade ve rengârenk Enstitü son derece inanılır bir biçimde işlevsiz. Araştırmaya çalıştıkları evren sonsuz; böylesine bir şeyi araştırmak da sonsuz zaman gerektirir. Bu durumda çalışıp çalışmamaları hiçbir şey değiştirmez ama eğer çalışırlarsa bunun kozmosta düzensizlik gibi bir yan etkisi olabilir. Bu nedenle üretken bir iş yapmamaktadırlar. Günümüzde de çoğu üniversite buna benzer, muhtemelen resmiyete dökülmemiş bir mantıkla işliyor." (s. 8)

Roman üç bölümden oluşuyor, ilki Divanın Çevresindeki Patırtı. Karelia civarında arkadaşlarıyla buluşmak için arabasıyla yolculuk eden Saşa, yolda iki garip tipi arabasına alır ve kalacak yer problemi de böylece çözülür; herifler Saşa'ya kalacak yer ayarlar. Über teknolojik bir divanın, garip bir kadının ve daha garip olayların mekanı, enstitü. Patırtının Daniskası adlı ikinci bölümde Saşa'yı bilgisayar mühendisliği pozisyonundaki iş teklifini kabul etmiş olarak laboratuvarda görürüz.

"Mutluluk bilinmezin ara vermeksizin kavranması sürecidir, hayatın anlamı da budur." (s. 149). Saygı duyulası kitaptan saygı duyulası cümleler. Devam eden iki sayfada bu süreç ve enstitü muhteşem bir şekilde özetlenmiş, okuyacaklar ve okuyanlar bu sayfaları tekrar tekrar okusun isterim.

Çeşit Çeşit Patırtı adlı bölümde Janusların problemi çözülüyor, çok orijinal bir mevzu var burada. Notlar adlı son bölümde bilgisayar laboratuvarı yöneticisi Privalov'un metinle ilgili düşünceleri var.

Boris Strugatski'nin sonsözü oldukça güzel. Bu kitabı 50'lerin sonlarında düşünmeye başlamışlar ve ilk bölümü yazmak üç yıl sürmüş, sonrasında kaptırıp gitmişler. Kitabın adının hikâyesi de güzel; o yıllarda herkes deli gibi Hemingway okurmuş. Hemingway'in son kitabının adı Cumarrtesi Pazartesi'den Başlar'mış, adamlar bunu ters çevirmişler. En önemlisi, Boris onca mit, buluş ve kafayı kırmış adamla ne yapmaya çalıştıklarını anlatıyor. Özgürlüğün dolaylı bir güzellemesi, kabaca bu. "Sözle anlatılmaz bir ÖZGÜRLÜĞÜN hüküm sürdüğü bir dünya - bizim gerçek hayatlarımızda yetmeyen ÖZGÜRLÜĞÜN. Bizzat masalların içinden çıkmadığını er ya da geç anlamaya başladığımız özgürlük. Kazanmak için Taşyerovlarla, Hopgeldiolarla hem de sertçe mücadele etmemiz gereken özgürlük - çünkü kavga alanında kolayca kabul etmeyecekler yenilgiyi." (s. 286)

Kült bir kitap, şiddetle tavsiye ederim.
Eşit davalar eşit muamele görmelidir, Justitia'nın elindeki terazi kişiye göre ölçmez, diğer elindeki kılıç da herkesin kafasında sallanır ve adaleti korur. İkinci aşamadır bu, ilk aşamada hukuk uygulanır, temel hakları gözeten medeni hukuk ve ceza hukuku gibi ayrımlar daha doğru kararların alınması için bir nevi uzmanlaşma olarak görülebilir. En başa dönersek tanrısal kaynaktan doğan adalet anlayışını görürüz, adaletin ve hukukun bütünlüğü tanrının gölgesi altındadır. "Adaletin tanrılaştırılması, 'ilahlaştırılması', yani dini bakış açısıyla ele alınması arkaik kültürlerin kültürlerarası bir benzerliğidir." (s. 11) Dayanışma, topluluğa sadakat gibi olgular ilk olarak Mezopotamya'da görülür, Mısır'da daha güçlü bir şekilde ortaya çıkar. Ma'at hem adalet tanrıçası hem de doğruluk, dürüstlük gibi değerlerin tümüdür, insanların birbirlerine ve ilahi düzene uymaları adalete dair bu inanca bağlıdır. Pratikte Ma'at'ın bir rahibi "adalet bakanı" olarak görülmektedir, ölülerle dirilerin yargılandığı iki ayrı mahkemenin ortaya çıkışı erken döneme konumlandırılıyor. Eski İsrail'de muhtemelen Ma'at öğretisine benzer bir anlayış var, Tevrat'taki emirler Tanrı'nın adaletini nesnellikle ortaya koyuyor. Antik Yunan medeniyetinde Hesiodos'un Theogonia'sında görüldüğü üzere adalet tanrısal bir kökene sahip, Themis hukukla adaletin muğlak bütünlüğünü temsil ediyor. Hikâyeyi biliyoruz, tanrılar titanları tepetaklak ettikten sonra Zeus'un onayı ve gücü yeni bir adalet anlayışını ortaya koyar, üstelik bu kez kavram alt gruplara ayrılır ve farklı tanrıçalar tarafından temsil edilir. Adaletin tersine aristokrat kültürü pek ilerlememiş gibidir, Höffe'ye göre Odysseus'un eve döndükten sonraki eylemleri, mahkemeyi devreye sokmak yerine 108 kişiyi kendi kişisel yargısıyla öldürmesi Zeus tarafından affedilir, Hesiodos da Homeros'taki bu zihniyete isyan eder. Haksızlık yapanların işleri kötü gitsindir, kafalarına yıldırımlar yağsındır ama daha en başta Zeus adaleti uygulamamaktadır, kadıyı kime şikayet etmelidir. Platon'la birlikte adaletin dünyevi olduğu, "ilahi" olarak adlandırılsa da dinî bir bağlantının olmadığı fikri geçerlilik kazanır. Tanrı tarafından görevlendirilen bir kral yerine filozof-kral adaleti tesis etmelidir, insanların en erdemlisi de krallığa bağlı ve kendini dizginleyen insandır. Aristoteles'le birlikte teolojinin yanında metafiziğin de devreden çıktığını görürüz, ayrıca ticareti düzenleyen adalet kavramının detaylarını da Aristoteles verir. "Doğal olan" ve "yasal olan" adalet kavramları günümüzün toplumlarının hukukuna temel teşkil eder, "doğal hukuk" ve "pozitif hukuk" olarak isimlendirildi sonradan.

"Adalet Kavramı Üzerine" adlı bölümde adaletin içeriğini, yapıtaşlarını ele alıyor Höffe. David Hume gibi liberal filozoflara göre kıtlık, adaletin uygulama koşullarından biri. Doğal kaynaklar sınırlı olduğu için birçok adalet problemi ortaya çıkıyor, Habil ve Kabil örneğinde övgü uğruna mücadelenin de bir tür kıtlık olduğundan bahsedilebilir. Adaletin görevi bu tür çatışmaları önlemekse bütün bireylerin kişisel çıkarlarıyla birlikte toplumsal çıkarlarını da gözetmek, yetkili bir toplumsal yapıya, yani devlete ihtiyaç duyuyor. Bunun yanında bireyin eğitilmesi, ahlak sahibi olması da gerekiyor. "Sadece ahlak dışında kalan güdülerle, örneğin cezalandırma korkusuyla hukuka uygun davranan kişi, henüz daha alt aşamada yani temel aşamadadır." (s. 27) Adil kimse başkalarının durumundan avantaj sağlayacak durumu olsa da bunu yapmaz, adil hükümdarlarda olması gereken de bu özelliktir ki Kutadgu Bilig'den Aziz Augustinus'un metinlerine dek pek çok kaynakta teolojik bağlamlar farklı olsa da incelenmiştir, desteklenmiştir. Yakın Çağ'la birlikte kurumların adaleti ve güçler ayrılığı ilkeleri ortaya çıkar, yine de bireylerin de kişisel adalet duygularının korunması gerekir, böylece devletin otoriterleşmesine karşı çıkılır, adaletsizliklerin önü çeşitli eylemlerle engellenir. Sonlara doğru sivil itaatsizliğin işlendiği bölümlerde Höffe protestoların hukuki kaynaklarını irdeler, hukukun dışına çıkan erklere karşı insanın ortaya koyabileceği tepkilerin meşruiyetini ele alır. "Adalete Karşı Güvensizlik" bölümünde iktidarın pozitif hukuku kullanarak adaleti ortadan nasıl kaldırabileceği derinlemesine incelenir, ayrıca faydacılık da ele alınarak Marksizm özelindeki durumu üzerinden özgeciliğe varılır. Kolektif refah için kişisel refahın da sağlanması gereklidir.

Doğal hukuk ve pozitif hukukun ayrı ayrı incelendiği bölümler var, doğal hukuka itirazları özetlemek gerekirse ilk itiraz amacının belirsiz olması. İnsanların hukuki teamüllerinden, kendi aralarında oluşturdukları yapıdan doğuyor ama pozitif hukuku da aşan ahlaki bir otorite olması adalet kavramını belirsizleştiriyor. İkinci aşamada olumlu bir zorlayıcı karakterinin olmaması, özel durumlarda tam olarak neyin talep edileceğini bildirmemesi ve devletin pozitif hukukla bağ kurması sonucu "silahsız" bir hukuk haline gelmesi var, tabii her topluluk için aynı anlama gelmemesi, sınırlarının belirsizliği de bir diğer olumsuzluk. Aristoteles'in temel ilkelerinden sonra doğal hukuk Kant tarafından sınırları belirgin hale getiriliyor, Kant'a göre açıklamasız, yalnızca akla dayanan bir disiplin. İnsanla ilişkilendirilmeksizin dahi katı bir akıl hukuku bu, ampirik öncesi ve ahlaki ilkelerin bütünlüğü içinde mevcut. Kant'a göre normatif doğayla ampirik doğa arasında hiçbir ilgi yok. Roma dönemindeki görüşlere bakalım, onurlu yaşamak, başkalarına zarar vermemek ve herkese kendisine ait olanı vermek üç temel görüş olarak karşımıza çıkıyor. Başkalarına zarar vermemek konusunda Kant'ın vurguladığı gibi tüm toplumdan sakınmak gerekse dahi bu ilke geçerli, ya bu ilkeye uyarak sosyal ilişkiler kuracağız ya da tüm ilişkilerde çekimser kalacağız. Başkalarına haklarını verme mevzusuyla birlikte bu üç ilke Sokrates'in "haksızlık yapmaktansa haksızlığa uğramak yeğdir" görüşünü geçersiz kılıyor çünkü sırayla kendine saygı duyma, başkalarına saygı duyma ve kamusal alana saygı duyma edimleri ortaya çıktığı için birey ne zarar veriyor ne de zarar görüyor. Höffe'ye göre bu durumun sağlanması için uluslar ötesi bir hukuki statünün varlığı şart, son bölümde evrensel adaletin nasıl tesis edileceğini uzun uzun anlatıyor. "Küresel Adalet" bölümünde değinildiği gibi Kant'ın evrensel barış ve hukuk düzeni görüşleri günümüzün dünyasında önem kazanmış durumda, "Federal Dünya Cumhuriyeti" bu idealin temelinde duruyor. Yerel farklılıkları yok etmeden inşa edilecek yapı genel geçer bir düzen ortaya çıkaracak, merkezi bir devletten çok dünya federasyonu diyebiliriz. Hukuk bir kıtlık problemiyse kaynakların paylaştırılması önem kazanıyor tabii, "vatandaşlık maaşı" gibi fikirlerin gün geçtikçe güçlenmesi hukuku ekonomiyle güçlendirme girişimi olarak görülebilir. "Bununla birlikte etkenlerin çoğu, toplum refahı yerine iktidarını koruma ve kişisel zenginleşme peşindeki bir iktidar elitinden çok tüm vatandaşlara isnat edilmelidir." (s. 104) Aksi halde geleceğin kaynakları bugünden tüketilecek ve sonraki nesiller yaşaması çok daha zor bir dünyaya gelecekler, şimdinin ve geleceğin sırtından geçinmek korkunç sonuçlara yol açıyor, daha da açacak. Adalet mekanizmalarından çok daha fazlasına ihtiyacımız var gibi görünüyor, kiniklerin de söylediği gibi yasalardan çok felsefenin, insan olmanın bilgisini öğretmek gerekiyor ki insan suç işleyince neyle karşılaşacağını bilip korkmaktansa suç işlememesi gerektiğini, iyi bir insan olmanın erdemini bilsin, böylece problem çok daha etkili bir şekilde çözülecek.

"Felsefi Bir Giriş" deniyor, hukukî terimleri bilmeden anlamak biraz zor, bazı yerlerde bilmediğim kavramlarla karşılaşınca sözlüğü açıp açıp okudum, girişin girişi niteliğinde hukuk bilgisine sahibim artık. İyi metin, iyi çeviri, iyi yayınevi, ilgililere duyurulur.

Gerhard'a göre "kadın hareketi" ve "feminizm" Almancada farklı anlamları ve siyasi görüşleri yansıtırlar, bunun yanında ikisi de kadınların yaşamın her alanına eşit katılım sağlamasıyla ilgili. Kadın hareketleri tarihsel fenomenlerle birçok farklı şekilde okunabilen sosyal hareketler, feminizm bu anlamı kapsamakla birlikte siyasi bir teoriyi de ifade ediyor. Amaçları arasında köklü değişimler, eleştirilere argüman üretme gibi statükoyu tehlikeye düşürecek eylemler var, dolayısıyla iktidarın farklı kimlikler atfedip savaş açtığı farklı feminizm hareketleri farklı savunmalar türetmiş, eylemler de o ölçüde farklılık göstermiş ama maksat aynı. "Feminizm" terimi ilk kez 1880'lerde Hubertine Auclert tarafından  "erkekçiliğe" karşı siyasi yol gösterici bir ilke olarak kullanılmış, ardından "feminist" sıfatını taşıyan kongreler düzenlenmiş, farklı ülkelerdeki feministler birbirlerinin kongrelerine giderek desteklerini sunmuşlar. Terim Batı dünyasında hızla yayılmış, kadın hareketi anlamında kullanılmaya başlanmış ama Almancada günümüzde bile radikallik anlamı içeriyormuş. Aşağılama anlamıyla ve iftira niteliğinde kullanılması olumsuz bir yan etki olarak görülebilir, gündelik dile yerleşmesi 1970'lerin kadın hareketlerinin sonucu. Bu hareketlerin örgütlü biçimleri özellikle 1789'dan sonra "cinsiyet özelliği sınıf ayrımının ötesinde siyasi bir kategoriye ve burjuva toplumunun liberal düzeninin bir tür kurucusuna dönüşünce" türemeye başlamış, kadınlara haklarının verilmemesi ekonomik ve sosyal açıdan cinsiyet ayrımının kadınların yaşam ve özgürlük alanlarını iyice daraltması sonucu ortadan kaldırılması gereken en büyük sorun olarak görülmüş. Kısacası her dönemde kadınlar çeşitli biçimlerde görmezden gelinmiş ve kadınların iktidarla mücadelesi o iktidarın doğasına göre biçimlenmiş.

Öncülerin başarıları üzerinde durarak kahraman kadınların yaşamlarını detaylarıyla anlatıyor Gerhard, bu kadınlar değişen her rejime karşı taviz vermeden durarak varlıklarını "dayatmışlar" resmen, görmezden gelinemeyecek hale geldikleri zaman kazanımlar yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamış. Tabii erk hemen yerleşik normlara sığınarak muhalif sesleri kısmış, örneğin 1793'te eşit miras hakkı dile getirilince devrimci yasa koyucular ailenin kutsallığı görüşüne sarılarak bu hakkı engellemişler. Pek çok alanda seslerini yükseltmeyi bilmiş kadınlar, ortak servete katılmaktan köleliğin kaldırılmasına dek çeşitli alanlarda eserler verip eylemler düzenlemişler. Kendi aralarında süren tartışmalar da var, eşit haklar konusunda olduğu kadar mücadele yöntemleri ve kadınlığın tanımı da tartışma konusu olmuş, düşünsel temeller de çeşitlenmiş.

1848'den itibaren Marx ve Saint-Simon etkisi ortaya çıkıyor örneğin, kadınların o dönemde çıkardıkları gazetelerin etkisiyle mücadele tekrar canlanıyor. Flora Tristan ve yoldaşları "sosyal mutluluğun sırrı" konusunda "genel özgürleşmenin doğal ölçüsü"nün önemini vurguluyorlar, yeni bir aşk ve cinsel özgürlük tanımı geliştiriyorlar, "romancılık" gibi bazı alanlarda da üstünlüğü ele geçiriyorlar. Almanya'da çıkan Frauen-Zeitung nam gazete önemli, Alman kadınlarının oluşturduğu meclisler de önemli, özellikle direniş biçimleri dikkat çekici. Yahudi kadınlar aktif olarak katılıyorlar harekete, ilk girişimler maddi yetersizlikler yüzünden kısa süre sonra başarısız olsa da sonrakiler için altyapı oluşuyor, iyi. İşçi hareketlerine katılım düzeyi de yüksek, kadınlar sadece patronu değiştirmenin hiçbir işe yaramayacağını bildikleri için devrim için çalışıyorlar ve dernekleri tekrar kapatılıyor. "Avrupa çapındaki bu ilk kadın hareketinin devlet otoritesi tarafından ne kadar tehlikeli görüldüğü özellikle uygulanan ağır baskılarla açıkça belli olmaktadır." (s. 43) Öte yandan ABD'deki kadın hareketleri de Avrupa'da yankılanmaya başlıyor, oradaki hareketler seçkin erkeklerce desteklendiği için örgütler hızla büyüyor, Avrupa'daysa tam tersi.

Savaştan günümüze kadarki hareketleri de inceliyor Gerhard, 1970'lerdeki yeni dalgayı değerlendiriyor ve mücadelenin geleceğine dokunarak bitiriyor araştırmasını. Alana sağlam bir katkı bu metin, kadın hareketlerini ve feminizmin tarihini merak eden okurlar kaçırmamalı.