Onaylı Yorumlar

Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
02 Temmuz 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Yaşam Rehberi
"Dört Anlaşma"/Toltek Bilgelik Kitabı, Meksikalı yazar Don Miquel Ruiz tarafından yazılan, bugün hala bir kısım Meksika Kızılderilileri tarafından uygulanan öğretileri içermekte. Toltekler (Bilge İnsanları) kendilerini Doğa'nın ve Evren' in parçası olarak görmekte ve bu doğal yasalara uyumlu bir hayat sürmektedir... Onlara göre tapınmak için özellikle bir Tanrı yaratmaya gerek yok. Tanrı, her yerde! Gökyüzü, güneş, hava, su, ağaçlar... Hepsi Tanrı'dan ibaret. Önemli olan Tanrı'ya şükrederek yaşamak ve ona teşekkür etmek...

Don Miguel Ruiz, Toltek Bilgeliğini benimsemiş biri. Bu öğretiyi, "kendi kurgusu" ile 'Dört Anlaşma' adı altında okurlarına sunuyor...

1-Sözün gücüne inan!
2-Kişisel algılama!
3-Varsayımda bulunma!
4-Yapabildiğinin en iyisini yap!

Yazar, bireyin bu 4 anlaşmaya uyarak konforlu bir hayat süreceğinin mümkün olduğunu savunuyor. Örneklendirmeleri ile de bunu destekliyor.

Yazara göre insanoğlu farkında olmadan hayatında bir takım anlaşmalar yapıyor. Bu anlaşmalar ise onun yaşamını şekillendiriyor. Bu sebeple de birey anlaşmalarını bilinçli yapmalı.

Yaşam rehberi minvalindeki bu eser adeta bir başucu kitabı... Okurun ufkunu genişletiyor ve hayatına yeni pencereler açıyor... Tüm maddelerin uygulanması ilk planda oldukça zor olsa da zamanla pratik uygulamalar yapılarak alışılması mümkün.

İçselleştirerek okuyan kişilerin yaşamlarında bundan sonra daha konforlu yaşaması olası...

Herkese İyi Okumalar.
Yanıtla
7
0
Destekliyorum  2
Bildir
Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
28 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Uzaktaki Soydaşlar: Saha Yakutlar
Türklerin tarihi genel olarak incelendiği zaman sanki bütün Türk tarihi Hunlarla başlamış gibi bir algı oluşabilir. Oysaki en basitinden linguistik veriler Türklerin tarihini binlerce yıl öncesine götürür. Üstelik dil araştırmaları Türklerin dünya üzerinde kapladığı sınırları da hiç olmadığı kadar genişletir. Türk tarihinde zaman içinde derinlere gidildiğinde bir kavmin adı ön plana çıkar: İskitler… Pers kaynaklarında Sakalar olarak anılan Yunanlıların Skytai Asurluların İşkuzai dedikleri bu kavim Milattan önceki yüzyıllara damgasını vurur. İskitler, geniş coğrafyaya yayılmalarından dolayı birçok kavim ve milletin tarihinde namlarını duyururlar. İskitlerin, Türklerle güçlü bağlarına istinaden Hunların atası olduğu son zamanlarda yapılan araştırmalarla kanıtlanır.

İskitler denilen devletleşmiş geniş bir coğrafyaya yayılmış bu halkın torunları ise günümüzde Sibirya’nın kuzeydoğu kısmında Yakutlar ismiyle yaşamlarını sürdürmektedirler. Türk tarihinde derinlere gidilince ismine rastlanan İskitlere, dünya coğrafyasında bugünkü Türkiye sınırlarından uzaklara gidildikçe rastlanır. Türkiye’ye yaklaşık altı bin km uzaklıkta olan Yakutistan’ın Türklükle bağlantısı ise ihmal edilmeyecek derecede önemlidir.

Ele alacağımız eserin yazarı Polonyalı V. L. Seroşevsky 1858 yılında Varşova’da dünyaya gelir. 1880 yılında Ruslar tarafından tutuklanarak Yakutistan’a sürgün edilir. Her şerde bir hayır vardır sözünü doğrularcasına 12 yıl boyunca sürgün hayatı yaşadığı Yakutistan’da boş durmayan Seroşevsky, Yakutları detaylı bir şekilde inceleyerek onlar hakkındaki bilgileri toplar ve elde ettiği verileri kitaplaştırır. Yazımıza konu olan “Saka-Yakutlar” isimli eser müellifin sürgün hayatının ve Saka-Yakutlar arasında geçirdiği günlerin eşsiz bir ürünü olarak akademik dünyada referans kaynağı haline dönüşür.

Seroşevsky, en verimli dönemini yaşadığı 22 ila 34 yaşları arasında eseriyle Yakutları siyasi, sosyal, kültürel, dini vs. olarak dünyaya tanıtmayı hedefler. Eserin başından sonuna kadar bu çaba neredeyse her satırda gözükür. İki ana bölümden oluşan eserine ilk önce Saka-Yakutların yaşadığı coğrafyanın genel özelliklerini belirterek giriş yapar. Her insan unsurunun yaşadığı coğrafyanın kalıbına gireceği gerçeğinden hareket edilirse Seroşevsky’nin bu tavrının gayet makul olduğu kabul edilebilir. Çünkü Yakut coğrafyasının kendine ait hususiyetleri ve ona göre şekillenen bir yaşam biçimi vardır. Bu kısımda iklimin insanı şekillendirici yönü tüm yalınlığıyla göze çarpar. Zira bu coğrafyada insan unsurunun soğuk bozkır ikliminden bağımsız halde şekillenmesi mümkün değildir.

Eserin birinci bölümünde garip bir tasnif söz konusudur. Zira bölüm başlığı “Sahaların Güney Kökenleri” ismini taşımasına rağmen yirmi üç sayfada anlatılan köken meselesine ek olarak yaklaşık iki yüz küsur sayfa Sahaların (Saha ya da Saka yazı boyunca birbirinin muadili olarak kullanılacaktır) sosyal, kültürel, iktisadi, edebi, dini, mimari yaşamına dair bilgiler verilir. Bu kısım eserin en zengin kısmını oluşturur. Çünkü her eserde rastlanmayacak özel bilgiler yazarın direkt gözlemleriyle sunulur.( Bu bölümün ayrı bir tasnifinin yapılması daha iyi olabilirdi. Zira ikinci bölüm eserden bağımsız bir makaleyi içeriyor.)

Müellifin her anlatının içinde olması eserin sözlü tarih yönünü açığa çıkarır. Anlatılan sosyal özelliklerdeki folklorik unsurların kökeni yazarın içinde bulunduğu oymağın mensuplarının direkt fikirlerinin alınmasıyla esere yansır. Tabii yazarın daha akademik hayatının başında olması onun kıyas yapma olanağını elinden alır. Bu nedenle akademik çözümlemeler bazen belgeselvari bilgi sunumundan öteye gitmez. Ama birbirlerinden yer yer aşırı derece farklılaşabilen Yakut boy yapılanması içindeki oymakların arasındaki farklılıklar iyi bir biçimde kıyaslanır. Mukayeseden söz açılmışken yazarın bazen Ruslarla Yakutları ibretamiz şekilde karşılaştırdığı da dikkatten kaçmaz. Misal “eski Sahalar, hatta günümüzdeki yaşlılar da. Rus besinlerini- çay, ekmek, şeker vb.- kötülerlerdi. Onlar doğal Saha besinlerine- kısrak sütü ve kımıza- karşı daha saygıyla yanaşıyorlar. Diyorlar ki, bu besinler insanı sağlıklı ve yiğit yapar." (Nam boyu, 1887). "Şimdi Sahalar tatlı yemekler yiyor ve Rus giysileri giyiyorlar da ne oluyor? Onlar, kuvvet ve dayanıklılık bakımından eskilerle kıyaslanabilirler mi? Eskiden ot biçenlere bir torba, simir ve kımız dışında bir şey vermezlerdi. Aylar boyunca başka besin görmezlerdi, ama sabahtan akşama kadar ot biçebiliyorlardı. Hem de hiç yorulmadan... Şimdi öyle biçemezler... Hepsi sağlamdı, sağlıklıydı" (Bayagantay boyu, 1886).”

Eserde bazen sunulan bilgilerin raporu andırdığı dikkatten kaçmaz. Özellikle Rusların hedef coğrafyalarından birisinde yazılanların yüksek önemi haiz olduğu dikkate alınmalıdır. Müellifin bu açıdan raporu andıran yazıları sanki tutsak bulunduğu Yakutistan’dan kurtulmak için bir vesile olabileceğini akla getirir. Zira Rus Çarlığı için eserde yazılanların önemi olacağına şüphe yoktur. Bu minvalde ekonomik özellikler ve onu şekillendiren insanın yapısı eserde iyi bir biçimde irdelenir. Boy yapısı, boyların sınırları, bölgeye göre değişen sosyolojik özellikler de sömürüyü hedefleyen bir devletin gözden kaçırmayacağı verileri içerir. Misal müellif şöyle bir bilgi verir: “Genel olarak Sahaların sağlıklı ve dirençli bir kavim olarak kabul edilmesi gerekir, yeni şartlara kolaylıkla uyum sağlamakla beraber, daha iyi beslenme ve sağlık koşullarının temin edilmesi durumunda hızla gelişerek güçlü, bedence gelişmiş ve çalışkan bir halka dönüşebilirler (s.64).”

Eserin en güçlü yönü ise kültürel yönüdür. Satırlar boyunca Saha kültürü bütün yönleriyle ele alınır. Sahaların inançları, giysileri, sanatları, özel yaşam alanları, evlilik ve ölüm anındaki davranışları, beslenmeleri, efsaneleri ve genel olarak edebiyatları gibi birçok konuda her eserde rastlanmayacak özel bilgiler verilir. Ayrıca her ne kadar çözünürlükleri kötü ve metinle eşgüdümlü olmasa da kültürü yansıtan birçok resmin eserde kullanılması çalışmanın kültürel kalibresini arttırmaktadır.

Her ne kadar yazar belgesel ve kültürel dozu fazla bilgiler verse de kendinden önce bölgeye gelmiş yazarların seyyahların bilgilerine başvurarak metnini zenginleştirir. Ama eserin, Selenge yayınevinin diğer eserlerine bakılacak olursa, tarih nosyonunun az olduğu dikkatten kaçmaz. Yazarın tarih vurgusu çok azdır. Efsane ve mitolojiden beslenen tarihi verileri kendi bölge insanından elde ettiği bilgilerle birleştirerek sunar. Bu konuda müellifin fazla suçu yoktur. Zira Yakutlara dair bilgiler kaynaklarda çok azdır. En basitinden Türk tarihine şekil veren Çin kaynakları Sakalardan pek bahsetmezler. Çünkü Sakalar onların görüş alanının dışındadır. Yayınevi de bu durumu fark etmiş olacak ki eserin sonuna Saha- Yakut tarihine kısa bir bakışın atıldığı yaklaşık elli sayfalık bir makale eklenir.

Sonuçta, bariz İskit-Türk benzerliğinin yeni yeni benimsenmeye başladığı günümüzde Türklüğün coğrafi ve tarihi sınırlarının genişliğini vurgulamak için bu tarz eserlerin çoğalması zaruridir. İskit- Saka-Yakut esasında birbirlerine uzak olmadığı gibi Türk tarih ve kültür sahasının da direkt içinde olduğu artık tüm bilim dünyasının malumudur. Eserde verilen bilgiler bunun en basit sunumudur. Eserin ön sözünde merhum Ahsen Batur’un bahsettiği (y) harfine ve (s) harfine dair değişim bile Saka-Türk bağlantısının ayyuka çıktığı bir örnektir. Buna ek olarak eserde geçen müellifin Sata taşı olarak zikrettiği efsane ise neredeyse bütün Türk gruplarında görülen Yada taşı efsanesinin Yakutlardaki şeklidir. Kültüre dair benzerlikler görülünce aradaki sınırlar kalkar. Eser boyunca Türklerle Yakutlar arasında birçok kültür öğesinde benzerlik fark edilir. Türk’ün Türk’e kavuşması için uzaklıkların engel olmadığı eserden anlaşılır.

Yanıtla
6
0
Destekliyorum  1
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
27 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Oklar ve Yaylar Hakkında Öncül Bir Çalışma
İlk baskısı, Kaliforniya Üniversitesi Yayınları arasında 1923’te yapılmış bu eser, okçuluk alanında, öncül bilimsel eserlerden biri olarak gösterilmektedir. Yazar Pope, bu eserinde, çeşitli kültürlere ait okları ve yayları karşılaştırarak incelemiş ve yaptığı testleri, sonuçlarıyla beraber okurların ilgisine sunmuş. Yazarın, hem bir okçu hem de bir tıp doktoru olması, tıp bilgisiyle okçuluk bilgisini birleştirerek değerlendirmeler yapmasına fırsat vermiş.

Eser, temel olarak “Yaylar” ve “Oklar” şeklinde iki ana bölümden oluşuyor. İnceleme konusu olan yaylar, ağırlıklı olarak Kaliforniya Üniversitesi’nden ve Amerikan Doğa Müzesi’nden temin edilmiş. Yazar, elde ettiği tüm yayları ve replikaları tanıttıktan sonra yay kirişleri üzerine iplik tipi, kiriş tipi ve kopma noktaları üzerine yapılan deneyi ve (porsuk ağacı, ceviz, bambu, palmiye gibi) yay ağaçları üzerine ulaştığı deneysel verileri açıklamış.

Oklarla ilgili bölümde ise okların nüfuzları, sürati, çarpma kuvveti, sertliği ve karakteristik özellikleri inceleniyor. Ok yelekleri, ok dönüşleri, okların sertliği ve temrenler açıklanarak okların kendi arasında ve silah mermileriyle karşılaştırması yapılıyor.

Kitabın “Ekler” kısmı, açıklamalar ve görsel materyaller açısından çok zengin (s. 63-85). Bu durum Pope ve birlikte çalıştığı ekibin, işlerini ne düzeyde bilimsel temellerde yürüttüğüne dair önemli bir ayrıntı. Testlerde kullanılan oklar, yaylar, temrenler, okların nüfuzları gibi başlıklarda eserde yer verilen konulara dair tüm görsellere bu kısımdan ulaşmak mümkün.

Çalışmanın satır aralarında, tabii olarak, Türk okçuluğu adına dikkat çeken bilgiler bulunmakta. Testlerde kullanılan Türk yayı, eser kaleme alındığı dönemde iki yüz yaşında olan efsane bir yay. Efsane olmasına önemli bir gerekçe, yazarın ifadesiyle “İlgili koleksiyonda en iyi şekilde korunan bu yaylar, en güçlü yay çeşitleridir. Modern dönemde yapılmış en uzun menzil atışı -450 yard- kısa süre önce Ingo Simon tarafından Fransa, La Tourque'da iki yüz yaşındaki bileşik bir Türk yayı ile yapılmıştır.” (s. 11) Türk yay takımı kullanmasıyla bilinen Ingo Simon, 422 metrelik rekor atışını 1914’te yapmış ve 1933'e kadar 462 yarda (422 m) ile dünya rekorunu elinde tutmuştu. Yazar Pope’un denemelerinde de bir yay ile yapılan en uzun menzilin 281 yard olduğunu ve bu atışın bir Türk yayı replikası ile gerçekleştirildiğini de ayrıca not düşelim. (s. 61)

Okçuluk ve erken ortaçağ silahları üzerine ilgisi olan ve eseri başarıyla dilimize kazandıran çevirmen Recep Efe Çoban, bu eseri takdim ederken: “Pope'un sahip olduğu okçuluk birikimini aktarmasının ötesinde Kızılderili, İngiliz, Türk, Çin, Japon ve hatta Güney Asya yerlilerine ait ok ve yayları kontrollü deneylerle karşılaştırarak kendisinden sonra yapılacak araştırmalara ışık tutmuştur. Özellikle nüfuz (delicilik tesir derecesi), çarpma kuvveti ve hız gibi konularda yaptığı deneylerin sonuçları, teorik bazı bilgilerin sağlam temellere oturmasına imkan vermiştir. Bu bakımdan eser, okçuluk üzerine çalışan her araştırmacı için bir başucu kitabı niteliğindedir” ifadelerini kullanıyor.

Saxton T. Pope (1875-1926), bu eseri yayınladıktan kısa bir süre sonra “Ok ve Yay ile Avcılık” (1925) ile “Bir Okçunun Maceraları” (1926) kitaplarını yayınlatmış. Erken sayılabilecek bir yaşta vefat etmese tutkuyla ilgilendiği okçuluk üzerine tecrübeleriyle harmanladığı nitelikli eserler vermeye kuvvetle muhtemel devam edecekti.

Ok ve Yay Hakkında Bir Araştırma’nın okçulukla ilgilenen tüm okurlar için ilgi çekici ve önemli detaylar içeren bir eser olduğu söylenebilir.

Faydalı bir okuma olması dileğiyle…
Yanıtla
2
0
Destekliyorum 
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
26 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Mezopotamya'nın (Siyasi) Tarihinde Yolculuk
Kitap, Mezopotamya bölgesinin zengin tarihini ve kültürünü ele alan bir eserdir. Radner, bu kitabında tarih öncesi dönemlerden başlayarak Sümerler, Akkadlar, Babilliler ve Asurlular gibi önemli medeniyetlerin gelişimini kronolojik bir şekilde inceliyor. Kitabın ana teması, Mezopotamya'nın coğrafi ve iklimsel özelliklerinin bu bölgedeki toplumların gelişimini nasıl şekillendirdiği üzerine kurulu.

Radner, Sümerler'in şehir devletlerinin kuruluşundan yazının icadına; Akkad İmparatorluğu'nun yükselişinden Babilliler ve Hammurabi Kanunları'na; Asur İmparatorluğu'nun askeri başarılarına kadar pek çok önemli konuyu ele alıyor.

Karen Radner, kitabında arkeolojik buluntular, antik metinler ve modern bilimsel araştırmalar gibi çeşitli kaynaklardan yararlanan bir anlatım yöntemi seçmiş. Anlaşılır ve akıcı bir metin olmasına rağmen kitabın ancak bir giriş mahiyetinde değerlendirilebileceği kanaatindeyim. Kitabın bazı bölümlerinin fazla detaylı ve teknik olduğu söylenebilir. Bölgesel ve kronolojik olarak geniş bir alanı kapsadığı için bazı konuların fazla yüzeysel geçildiği de ifade edilebilir.

Açıkçası, bir kronolojik akış şeması ile coğrafi özellikleri ifade eden haritaların olması çalışmayı daha anlaşılır kılacaktır...

Sonuç olarak, Karen Radner'in "Mezopotamya: Dicle ve Fırat Nehirlerinin Kıyısındaki Erken Yüksek Kültürler" kitabı, Mezopotamya'nın zengin tarihini ve kültürünü anlamak isteyen herkes için giriş mahiyetinde yeterli bir kaynaktır. Medeniyetin beşiği denilen coğrafyada şehir devletlerini ve imparatorluk/krallıklara geçişi, dini pratikleri, din ile devlet birlikteliği ve ayrımlarını görmek için okunması faydalıdır. Belki coğrafi etkiden, belki kültürel mirastan, belki genetik aktarımından, sosyolojik ve devlet anlamında birçok şeyin kaynağını veya günümüze geçmişin etkilerinin görülmesi mümkün.

Kitapta sosyal hayat ve yaşam tarzına ilişkin bilgilerin daha detaylı yer alması bence iyi olurdu diye düşünüyorum. Ancak olumlu yönden bakarsak da bu alanda okumalar yapmak için beni motive ettiğini söyleyebilirim.

Keyifli okumalar.
Yanıtla
3
0
Destekliyorum  1
Bildir
Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
25 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Deli Oyuncak: Hayat Böyle Bir Şey...
Arjantin'de zorluklar içinde büyümeye çalışan bir gencin hikayesi anlatılıyor romanda.

Babasız bir ailede çok zor şartlarda yaşayan Silvio'nun hayatından kesitler 4 bölüm halinde anlatılmış romanda.

İlk bölümde henüz çocukluktan çıkmamış olan Silvio, iki arkadaşı ile birlikte ufak çaplı hırsızlıklar yapar ve günlerini tasasız bir şekilde geçirir.

İlerleyen bölümlerde annesinin artık bir işe girip çalışması gerektiğini söylemesiyle iş aramaya koyulur. Bir süre bir kitapçıda çalışır, askeri okula gider, kağıt satıcılığı yapar.

Oldukça zeki bir genç olan Silvio hep hayatının bir noktasında maddi olarak iyi bir duruma geleceğini ve güzel bir hayatı olacağını düşünerek yaşar.

Genel olarak romanda net bir konu bütünlüğü veya belirli bir akışı olan bir kurgu yok. Yazar Silvio'nun hayatından kesitler sunup psikolojisini okuyucuya aktarmaya çalışmış.

Yazar sanki romanın ana karakterinin iyi bir insan mı yoksa kötü bir insan mı olması gerektiğine karar verememiş ve romanı yorumu okuyucuya bırakacak şekilde bitirmiş diye düşünüyorum.

"Hayat böyle bir şey, sürekli, ne olursa olsun şikayet ediyorsun." (s.94)
Yanıtla
3
0
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
14 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Kaçarlar Döneminde İran: İktidar Mücadeleleri ve Modernleşme Yolunda Çalkantılı Bir Dönem
Yılmaz Karadeniz’in sade ve anlaşılır diliyle kaleme aldığı "Kaçarlar Döneminde İran (1795-1925)" kitabı, okuyucusunu İran’ın tarihi ve toplumsal dokusunun derinliklerine götürüyor. Bu kapsamlı eser, Kaçarlar döneminde İran’ın idari, askeri ve sosyal yapısına dair titizlikle hazırlanmış bir inceleme sunuyor.
Kitap, özellikle tarih araştırmacıları ve Ortadoğu uzmanları için önemli bir başvuru kaynağı niteliği taşıyor. Yılmaz Karadeniz, eserde yer verdiği detaylı dipnotlar ve zengin kaynakça ile akademik çalışmalara sağlam bir zemin hazırlıyor. Eser, sadece Kaçarlar dönemi İran tarihini anlatmakla kalmayıp, aynı zamanda bu dönemin toplumsal hareketlerini de derinlemesine ele alarak, dönemin dinamiklerini çok boyutlu bir şekilde analiz ediyor.

Kaçar Hanedanı, İran coğrafyasında yüz otuz yıl süren iktidarı boyunca, kendisinden önceki idarelerin teşkilatlarından istifade etmekle kalmamış, aynı zamanda yeni birimler ihdas ederek bu teşkilatları geliştirmeye çalışmıştır. Bu süreçte, Selçuklu ve İlhanlı dönemlerinin idari, içtimai, mali ve askeri teşkilatları, Safevi dönemi uygulamalarıyla birlikte Kaçar yönetimi üzerinde önemli bir etki bırakmıştır. Bu dönemin devlet idaresinde, Sünni şahların hakimiyeti altında bulunan Kaçar Hanedanı, halkın büyük çoğunluğunun Şii olması nedeniyle son derece hassas davranmak zorunda kalmışlardır. Özellikle ulemanın halk üzerindeki etkisi sürekli olarak dikkate alınmış ve bu durum, Kaçar yönetiminin idari politikalarını belirleyen temel unsurlardan biri olmuştur.

Kaçar hakimiyeti döneminde, İngiltere ve Rusya’nın İran üzerindeki nüfuz mücadelesi, ülkenin idari yapısını derinden etkilemiştir. İngiliz ve Rus çıkarları doğrultusunda şekillenen politikalar, Kaçar devletinin iç ve dış politikasını önemli ölçüde yönlendirmiştir. Askeri alanda, Avusturya ve Prusya’nın etkisiyle yeni askeri birimler oluşturulmuş, bu da İran ordusunun modernizasyon sürecine katkıda bulunmuştur. İktisadi alanda ise Rusya ve İngiltere’nin etkisi, yeni ekonomik yapıların ve ticari ağların oluşumunda belirleyici olmuştur. Özellikle ticaret ve sanayi alanlarında, bu iki ülkenin baskın rolü, İran ekonomisinin şekillenmesinde önemli bir faktör olarak öne çıkmıştır.

Eğitim ve kültür alanında ise Fransız tarzı okulların kurulması, Kaçar döneminin yenilikçi ve modernleşmeci yüzünü ortaya koymaktadır. Bu okullar, Fransız eğitim sistemini benimseyerek, İran’da modern eğitimin temellerini atmış ve bu alanda önemli bir dönüşümün öncüsü olmuştur. Fransız etkisi, sadece eğitimle sınırlı kalmamış, aynı zamanda kültürel alanda da önemli izler bırakmıştır. Bu dönemde, İran’ın kültürel yapısı, Batılılaşma ve modernleşme hareketleri doğrultusunda yeniden şekillenmiştir.

Kaçar idaresinin ilk yıllarından itibaren, İngiltere ve Rusya’nın İran’daki nüfuz mücadeleleri ve iktisadi sömürü girişimleri, ülkedeki sosyal ve ekonomik dengeyi derinden sarsmıştır. Özellikle bu iki büyük güç tarafından pervasızca verilen ekonomik ve ticari imtiyazlar, İran halkının giderek fakirleşmesine ve zirai ile sınaî üretimin durma noktasına gelmesine yol açmıştır. Bu durum, ulemayı arkasına alan halkın ciddi tepkilerine neden olmuş, toplumun geniş kesimlerinde huzursuzluk ve hoşnutsuzluk yaratmıştır.

İngiltere ve Rusya'nın İran’da kurdukları bankalar aracılığıyla devleti ağır borç yükü altına sokmaları, ayrıca aldıkları imtiyazlarla mali kaynakları sömürmeleri, halkı çeşitli arayışlara itmiştir. Ekonomik sıkıntıların yanı sıra, devlet idaresinin bu duruma karşı yetersiz kalması, halkın tepkisini daha da artırmış ve ülkenin birçok bölgesinde isyanların patlak vermesine neden olmuştur. Bu isyanlar, yalnızca ekonomik koşulların kötüleşmesiyle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda devletin bu sorunlara karşı çözüm üretememesi ve idari yetersizlikler nedeniyle de körüklenmiştir.

İngiltere, siyasi iktidarı yıpratmak ve kendi çıkarlarını korumak amacıyla gizli Farmason teşkilatlarını kullanarak, İran iç siyasetinde etkin bir rol oynamıştır. Bu teşkilatlar, meşrutiyeti ülkenin ilacı olarak sunmuş ve halk arasında geniş bir destek bulmuştur. Ancak, bu süreç bağımsızlığın elden çıkmasına ve yönetimin Türklerden Acemlere geçmesine zemin hazırlamıştır. Farmason teşkilatlarının faaliyetleri, siyasi istikrarsızlığı artırarak, Kaçar idaresini zayıflatmış ve ülkenin bağımsızlık mücadelesini tehlikeye atmıştır.

Kaçar döneminin bu çalkantılı süreci, İran’ın iç siyasi yapısında derin izler bırakmış ve ülkenin modernleşme ve bağımsızlık yolunda karşılaştığı zorlukları gözler önüne sermiştir. İngiltere ve Rusya'nın nüfuz mücadeleleri ve iktisadi sömürü politikaları, İran halkının ekonomik ve sosyal yapısını olumsuz etkilerken, devletin bu sorunlara karşı yetersiz kalması, toplumda büyük bir huzursuzluk yaratmıştır. Bu bağlamda, Kaçar döneminin incelenmesi, yalnızca İran tarihi açısından değil, aynı zamanda uluslararası ilişkiler ve sömürgecilik tarihi açısından da önemli bir çalışma alanı oluşturmaktadır.

Kaçar dönemindeki bu eğitim reformları, Batı'nın modern eğitim sistemini benimseme girişimlerinin, ülkenin dini ve sosyal yapısıyla uyumlu bir şekilde yürütülmediğinde nasıl olumsuz sonuçlar doğurabileceğini göstermektedir. Misyoner okullarının yayılması, Kaçar yönetiminin Batılılaşma ve modernleşme çabalarının, yabancı güçlerin dini ve kültürel etkilerini artırmasına zemin hazırlamış, böylece İran'ın iç dinamiklerini olumsuz yönde etkilemiştir. Bu dönemin incelenmesi, eğitim reformlarının, bir ülkenin kültürel ve dini yapısıyla nasıl dengeli bir şekilde entegre edilmesi gerektiği konusunda önemli dersler sunmaktadır.

Misyoner okulları, ülkedeki dini azınlıkların çocukları için kurulduğu iddia edilmekle birlikte, gerçek işlevleri bu amaçla sınırlı kalmamıştır. Bu okullar, Batılı devletlerin İran'daki menfaat mücadelelerine giriştiği birer rekabet alanı haline gelmiştir. Her bir Batılı devlet, İran'daki nüfuzunu artırmak amacıyla kendi misyoner okullarını açmış ve bu okullar aracılığıyla dini ve kültürel etkilerini yaymaya çalışmıştır. Örneğin, Alman misyonerler 1830'da Tebriz ve Şiraz'da Hristiyanlar için okullar açmış, bu okulların açılma iznini ise Abbas Mirza'dan alabilmişlerdir. Bu durum, Batılı devletlerin İran'daki yüksek düzeydeki idari yetkililerle kurdukları ilişkilerin ne denli etkili olduğunu göstermektedir.

Alman görevli Wolf tarafından kurulan bu okullar, sadece dini eğitim vermekle kalmamış, aynı zamanda Batı'nın bilim ve kültürünü de İran gençliğine aktarmayı amaçlamıştır. Bu okulların, İran toplumunda Batılı değerlerin ve Hristiyanlık öğretilerinin yayılmasına katkıda bulunduğu, dolayısıyla ülkedeki geleneksel dini ve sosyal yapının dönüşümüne etki ettiği gözlemlenmiştir. Örneğin, Urumiye'de kurulan kız okullarının öğrenci sayısının beş yüzü geçmesi, bu okulların ne denli geniş bir kitleye hitap ettiğini ve Batılı eğitim sisteminin İran'da nasıl bir çekim gücü oluşturduğunu ortaya koymaktadır.

Misyoner okullarının genişleyen etkisi, İran'da dini ve kültürel bir dönüşümün yanı sıra, Batılı devletler arasında da bir rekabet alanı yaratmıştır. Bu okullar, Batılı devletlerin İran'daki stratejik ve ekonomik çıkarlarını pekiştirmek amacıyla birer araç olarak kullanılmıştır. Eğitim yoluyla gerçekleştirilen bu nüfuz mücadelesi, sadece kültürel ve dini boyutlarıyla değil, aynı zamanda siyasi ve ekonomik boyutlarıyla da İran'ın iç dinamiklerini etkilemiştir.

Kaçar Hanedanı dönemindeki bu çok yönlü dönüşümler, İran’ın idari, askeri, iktisadi ve kültürel yapılarında köklü değişimlere yol açmıştır. Selçuklu, İlhanlı ve Safevi dönemlerinden miras kalan teşkilatların yanı sıra, Batılı güçlerin etkisiyle oluşan yeni birimler ve uygulamalar, İran’ın bu dönemdeki gelişimini ve modernleşme sürecini derinlemesine etkilemiştir. Bu bağlamda, Kaçar döneminin incelenmesi, sadece İran tarihini anlamak açısından değil, aynı zamanda Ortadoğu’nun genel siyasi ve sosyal dinamiklerini kavramak açısından da büyük önem taşımaktadır.

Yılmaz Karadeniz’in "Kaçarlar Döneminde İran (1795-1925)" adlı eseri, Kaçarlar döneminin idari yapılanması, askeri düzenlemeleri ve sosyal yapısının yanı sıra, toplumsal hareketlerin kökenlerini ve gelişim süreçlerini ayrıntılı bir şekilde inceleyerek okuyucusuna geniş bir perspektif sunmaktadır. Bu bağlamda, eser hem akademik çevreler hem de tarihe ilgi duyan genel okuyucu kitlesi için oldukça değerli bir çalışma olarak öne çıkmaktadır.

Karadeniz, eserinde Kaçarlar dönemi İran tarihini titizlikle ele alarak, dönemin siyasi, sosyal ve ekonomik dinamiklerini derinlemesine analiz etmektedir. Yazarın sade ve anlaşılır dili, okuyucunun karmaşık tarihi süreçleri kolaylıkla kavramasına olanak tanırken, dipnotlarla desteklenen kapsamlı araştırma, eserin akademik değerini artırmaktadır. "Kaçarlar Döneminde İran (1795-1925)", yalnızca tarih bilimine katkıda bulunmakla kalmamakta, aynı zamanda okurlarına, geçmişin izlerini günümüzün ışığında değerlendirme imkanı sunmaktadır.

Kaçarlar dönemi İran tarihi üzerine yapılan bu titiz ve kapsamlı çalışma, tarih tutkunları için vazgeçilmez bir kaynak niteliği taşımaktadır. Karadeniz’in derinlemesine analizleri ve geniş perspektifi, okuyuculara Kaçarlar döneminin karmaşık yapısını anlama fırsatı tanırken, aynı zamanda tarihsel olayların günümüzdeki yansımalarını değerlendirme şansı vermektedir. Eserin, akademik dünyada ve tarih meraklıları arasında büyük ilgi görmesi ve önemli bir başvuru kaynağı olarak değerini uzun yıllar koruması beklenmektedir.

Bu eseri tavsiye ederken, Karadeniz’in sunduğu detaylı incelemelerin ve kapsamlı araştırmanın, Kaçarlar dönemi İran tarihine dair yeni ve derinlemesine bir bakış açısı sunduğunu belirtmek gerekmektedir. "Kaçarlar Döneminde İran (1795-1925)" eseri, hem akademik çalışmalara katkıda bulunacak hem de genel okuyucular için ilgi çekici ve bilgilendirici bir kaynak olacaktır.
Yanıtla
3
1
Destekliyorum  1
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
10 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Okumaya Niyet Edenlere Selam Olsun...
Yazarımız Mustafa Kutlu çoğunlukla hikaye ve deneme türünde kitaplar yazan, hikaye türü yazmadığı dönemlerde samimi bir hasretle beklenen bir yazar. 1968 yılında yayınlanan ilk hikayesi ile genç yaşında edebi hayatına adım atan Kutlu, sinemaya uyarlanan hikayeleri ve senaryoları ile de sevilmiş, ve uzun yıllar Türk Edebiyatının önemli isimlerinden biri olmuştur

Kitabımız “Selam Olsun” her ne kadar 'Deneme' türünde yer alsa da, yazarın hayatında iz bırakan anılarını bizlere siyah beyaz bir film karesi tadında yudum yudum izleten yazılardan oluşuyor. Yazıların her biri kimini bildiğimiz kimini hiç duymadığımız dostlarından bahsediyor ve öyle anlatıyor ki bazılarını, sayfa aralarına serpiştirilen resimlere tekrar tekrar bakma ihtiyacı hissediyorsunuz. Acaba bu duyguyu, bu içtenliği nasıl veriyor bizim gibi etten kemikten bir insan diye... Misal İsmail Gürcan’ı anlattığı yazısında ilk sayfaya iliştirdiği resme ithafen şöyle diyor yazar;

“Yüzüne bakın, Orada bütün bir vatan haritasının dağlarını, ovalarını, denizlerini göreceksiniz. Çöken omuzlara değil şimşekler çakan gözlerine bakın. Bu bir dadaş bakışıdır; kararlılık ile, iman ile, inanç ile bakmaktadır. Baktığı yerin ilerisini, baktığı şeyin içini, baktığı insanın ciğerini bilir. ”

“Yüce dağ başından kopup gelen bir türkü gibiydi Nurettin” diye başlıyor ilk yazısına ve Nurettin Albayrak ile ilgili anılar canlanıyor sayfalarda...

“Bir Tebessüm” başlığını verdiği yazısında “Zaten bu tebessüm kaç nesil gençlerini devasa saçağı altında toplamış değil midir?” diyor Sıtkı Aras için...

“Bu ülkede bugün için Türkçeyi en iyi kullanan iki yazar var. İkisi de Sivas’lı. Biri Ahmet Turan öteki Beşir Ayvazoğlu” diye başlıyor “Beşir Ayvazoğlu” isimli yazısında.

Nurettin Topçu, D. Mehmet Doğan, Muammer Ekti, Ebubekir Erdem, Ezel Elverdi, İsmail Kara, Mustafa Kara, Nusret Özcan, Mustafa Ruhi Şirin, Seyfettin Manisalıgil ile ilgili anılara da rastlayacaksınız bu kitabın sayfalarında. Hepsi ayrı bir sıcaklık ayrı bir lezzet bıraktı benim zihin dünyamda.

Kitaptaki bu samimi anlatımın, içtenliğin sebebi, kanımca, Mustafa Kutlu’nun güzel kalemi ve derin görüşüne ilave olarak, yaşanmışlıkların güzelliği...

Yaşananlar hayatın hangi döneminde olursa olsun, vefa bırakmıyor peşini ve yıllar sonra da olsa bu güzel anıları döktürüyor kaleminden..
Yanıtla
1
0
Destekliyorum 
Bildir
Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
07 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Budizmin kısa ama kapsamlı bir özeti...
Kitapta Budizm'in doğuşundan yakın tarihimize kadar olan yolculuğundan bahsediliyor.

Yazarın kitabın giriş kısmında bahsettiği gibi Budizm'in özellikle Asya'da birçok farklı yüzü olduğu için tek bir Budizm akımından bahsetmek mümkün değildir. Yazar bu düşünceden yola çıkarak kitabın ilk bölümünde Budizm'in doğuşunu Hindistan'dan başlayıp, Siddhartha Gautama'nın hayatından bahsedip Budizm'in ilk çıktığı dönemdeki genel prensipleri ve uygulama şekillerini anlatmış.

Daha sonra Budizm'in yayılmaya başlaması ve okullar vasıtasıyla öğretilmesi; ilerleyen bölümlerde Orta Asya, Çin ve Japonya'ya ulaşması ile bu bölgelerdeki yayılma ve gelişme evreleri anlatılmış. Sonraki bölümlerde Budizm geleneklerinden, felsefesinden bahsedilmiş. Son olarak Batıdaki yayılışlardan bahsedilerek kitap sonlandırılmış.

Yaklaşık 100 sayfalık bir kitap olmasına rağmen kitapta çok fazla sayıda kişi, yer ve teknik terim geçiyor. Daha önceden Budizm ile ilgili yeterli bilginiz yoksa, benim gibi kitabı okuyup anlamakta zorluk çekebilirsiniz. Budizm'e ilginiz varsa özellikle tarihi gelişimi ve dünya genelinde yayılışı ile ilgili değerli bilgilere ulaşabileceğiniz bir kitap.

"Buda'nın hayatı ve öğretileri, ıstıraptan öğrenmek üzerinedir ve bütün arayışı, ıstırapla nasıl başa çıkılabileceği olmuştur." (s.24)



Yanıtla
3
0
Destekliyorum 
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
07 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Modern filozof Žižek'ten Lacan rehberi!
Slavoj Žižek tarafından yazılan "Lacan'ı Nasıl Okumalıyız?", Jacques Lacan'ın derinlemesine psikanalitik teorilerini anlamak için bu kitap yardımcı olur. Žižek, Lacan'ın teorilerini daha anlaşılır hale getirmek ve okuyuculara daha derinlemesine anlama fırsatı vermek için örneklerini ve kendi yorumlarını kullanır. Okuyucu, kitapta Lacan'ın teorik temellerini ve temel kavramlarını öğrenir.

Lacan, gerçek, imgesel ve sembolik düzenlere büyük önem verir. Lacan, gerçekliği üç düzeyde inceler: gerçek, imgesel ve sembolik düzenler arasındaki ilişkiler ve bunların bireyin psikolojik yapısına etkileri ele alınıyor. Ek olarak, Žižek, "ayna evresi" olarak bilinen kavramı kullanarak, bireyin kendilik bilincinin gelişimi sırasında bir ayna karşısında kendisini tanıması sürecini tanımlar ve bu aşamanın bireyin benlik algısı üzerindeki etkilerini tartışır.

Žižek, arzu ve dürtü kavramlarını psikanalitik terapi ve süreç bağlamında ele alır. Arzunun ve dürtünün sembolik düzende nasıl ortaya çıktığını ve nasıl işlediğini açıklar. Lacan'ın teorisinde psikanalitik semptomların yerini ve bu semptomların nasıl okunması gerektiğini ele alır. Lacan'ın Sigmund Freud'un çalışmalarını nasıl yeniden yorumladığı tartışılır. Žižek, Lacan'ın Freud'dan nasıl ayrıldığını ve onun fikirlerini geliştirdiğini açıklar.

Žižek, Lacan'ın teorilerini hem bireysel psikolojiye hem de kültürel ve toplumsal analizlere uygular. Lacan'ın kavramlarının sinema, edebiyat ve popüler kültür üzerinden nasıl yorumlanabileceğini gösteriyor. Lacan'ın dilin bilinçdışı ve kimlik üzerindeki etkilerine ilişkin görüşleri kapsamlı bir şekilde tartışılır.

Slavoj Žižek tarafından yazılan "Lacan'ı Nasıl Okumalıyız?", Lacan'ın karmaşık teorilerini anlamak isteyenler için bu kitap çok önemlidir. Žižek, Lacan'ı kendi özel üslubuyla ve örnekleriyle daha erişilebilir hale getirir. Kitap, Lacan'ın teorik temellerini kapsamlı bir şekilde ele alarak okuyuculara geniş bir bakış açısı sağlar. Žižek'in analizleri ve yorumları, Lacan'ın fikirlerini daha iyi anlamak için yararlı yollar sunar. Žižek'in kitabı, Lacan'ın teorilerine ilgi duyanlar için bir başlangıç noktası olarak hizmet ederken, daha önce Lacan hakkında bilgi sahibi olanlar için de kapsamlı bir inceleme fırsatı sunar. Lacan'ın karmaşık ve soyut teorilerini somut örneklerle açıklamak, okuyucunun bu teorileri daha iyi anlamasını sağlar.
Yanıtla
1
1
Destekliyorum 
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
05 Haziran 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Selçuklu Dönemi Suikastlerine Bakış
Eski zamanlardan beri toplum ve devlet içinde önemli noktalarda olan kişilere yönelik planlı suikastler gerçekleştirilmiştir. Bunların bazıları neticeye ulaşırken bazıları da plan dışı gelişmeler nedeniyle başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Yazar Hasan Taşkıran, yüksek lisans tezi olarak hazırladığı bu eserinde tarihin önemli devletlerinden "Selçuklular" da gerçekleşen suikastleri mercek altına almış, yaşanan suikastlerin nedenlerini ve perde arkasındakileri irdelemiş, suikastlerin toplumsal, siyasi, ekonomik ve sosyal yansımalarını aktarmıştır.

Kitabı incelediğimizde; Selçuklu devletlerinde iki tip suikast modeli göze çarpıyor. Birincisi Hasan Sabbah'ın liderliğinde olan Haşşaşi de denen Batıniler'in devlet adamlarına olan suikastleridir. İkincisi ise hanedan mensuplarının iktidarı ele geçirme amacıyla birbirlerine karşı kurdukları suikastlerdi. Hasan Sabbah'ın örgütü oldukça başarılıydı. Zira Hasan Sabbah, Selçukluların yapısını iyi biliyordu. Onların zayıf ve kuvvetli yanları hakkında fikir sahibiydi. "Fedai" adını verdiği adamlarına haşşaş çektirerek zihinlerini bulandırıyor sonra da atalarının yaşadığı zulümleri onlara anlatıp, "İsmaili" tarikatı uğruna canlarını feda etmeye şartlandırıyordu. Bu sebeple Fedailer çoğu zaman halkın arasına karışıyor, devlet alimlerine "yardıma muhtaç kişi" rolü oynuyor ve onlara yaklaştıkları anda hançerleyerek ölümlerine sebep oluyorlardı... Büyük Selçuklu döneminde Batınilerin ses getirdiği en büyük suikast vezirler veziri "Nizamü'l-Mülk"e kurulan komploydu. Bu suikastte Sultan Melikşah'ın karısı Terken Hatun'un Batınilerle anlaşma yapması söz konusuydu. Öte yandan Sultan Berkyaruk ve Sultan Muhammed Tapar da suikaste uğramış ancak sağ kurtulmayı başarmışlardı. Özellikle Selçukluların fetret devrinde Batıniler'in komploları artmıştı. Bunun nedeni olarak da Batınilere uygulanan politikanın beğenilmemesi yer alıyordu. Bu dönemde birden fazla vezir, emir, beg, kadı ve fakih sınıfından kişilere suikastler düzenlenmiş ve devlet çöküşe sürüklenmişti...

Büyük Selçuklu dönemi sadece Batıniler değil kendi içerisinde çıkar çatışması yaşayanların da suikast düzenlediği anlara şahit oldu. Selçukluların yükseliş devri hükümdarı Alparslan başta olmak üzere dönemin en başarılı hükümdarı sayılan Melikşah da suikast yapılarak öldürüldüler.

Selçuklu devletinin genişleyen kollarında yer alan Irak ve Suriye Selçuklu devletleri ve Anadolu Selçuklu Devleti'nde de suikastler aynı mantıkla işlenmeye devam etti. Vezir, emir veya sultan hedef alındı. Amaç mevcut düzeni yıkmak ve devrilen liderin yerine geçmekti. Anadolu Selçuklu Devleti'nde Batıni girişimli suikastlere rastlanmadı. Burada daha ziyade iktidar hırsı için birbirini ezen devlet adamları ön plandaydı. Sultan Alaeddin Keykubat ve 2.Gıyaseddin Keyhüsrev, devlet adamlarının zehirletmeleri sonucu ölmüş liderlerdir. Dönemin en ünlü veziri Saadetin Köpek de suikaste uğrayanlardandı...

Yaşanan bu suikastlerin Selçuklu devletlerine büyük kayıpları olmuştur. Sultan Melikşah 'ın zehirlenerek öldürülmesiyle ihtişamlı dönem sona ermiş ve devlet gerileme dönemine sürüklenmiştir. Yine Anadolu Selçuklularda Keykubat'ın zehirlenerek öldürülmesiyle devlet düzeni karışık bir hal almış ve Moğolların egemenliği artmıştır. Batınilerin suikastleri ise halkı tedirgin eden bir hal almaya başlamış, insanlar yolda yürüyemez hale gelmiştir. Hatta öyle ki çoğu dilenci veya evsiz insan Batıni sanılıp öldürülmüştür.

Tarihi bir araştırma tezi olan bu kitap, geçmişimiz olan Selçuklular hakkında anlattığı kıymetli bilgileri ile beni ziyadesiyle memnun etti.

Tarihle ilgili arkadaşlara tavsiye ederim.

İyi Okumalar.
Yanıtla
1
0
Destekliyorum 
Bildir