“Bu İşte Bir Yalnızlık Var”da yine yalnız, yine hayat yorgunu, yine yitik bir geçmişe özlemle bakan, gelecek beklentisiz insanların dünyasına eğilmiş Tuna Kiremitçi; kahramanı Mehmet, karısından boşanmış, yalnız bir adam. Hayatını gitar dersi verip gitar tamir ederek kazanıyor. Hafta sonlarını birlikte geçirdiği kızı Ezgi, belki de onun mutluluğa açılan yegane kapısı. Cinsellik kadar duyguya da aç, ama ne zaman bir kadına yaklaşsa terk edilmiş olmanın verdiği bir eziklik duyuyor, kadınlara nasıl yaklaşılacağını bilemiyor artık. Onlara ne söyleyeceğini, yatağa girmeden oynanması gereken oyunun kurallarını bilmiyor; bir yanlışlık, bu yanlışlıktan doğan bir yalnızlık içinde Mehmet. Yalnızlığını biraz olsun unutturan arkadaşlarının -Ayşe ve Orhan’ın- evliliklerinin krize girdiği bir anda başlıyor hikaye.
İlk romanındakine benzer bir dramatik çatı kurmuş Kiremitçi. Birinci tekil şahsın, Mehmet’in bakış açısından aktarılan hikayede, bu kez diyaloglara daha fazla yer vermiş, anımsamalar yoluyla geçmişe yapılan yolculukları azaltırken hikayenin akışını hızlandırmış. Merkezine sıradan insanların sıradan hayatlarını alıyor, o insanların her birine sevgi ve anlayışla yaklaşıyor, onları suçlamadan, yargılamadan, sürüp giden yaşam içerisinde resmetmeye çalışıyor. Yenilikçi çabalar, okuyucuyu şaşırtmayı amaçlayan oyunlar ya da fantastik kurgular, sadece romanlarda karşılaşılabilecek trajediler, erotizm sosuna bulanmış heyecanlı maceralar, şişirilmiş cüzdanlarıyla/egolarıyla güzel kadınlar ve erkekler yok hikayesinde. Gereksiz uzatmalar da yok, sade ama işlevsel bir dille, hayatın içinden rasgele seçilen bir andaki duygu ve düşünceleri yakalayan ekonomik bir roman yazmış. İstanbul’un ortasında, sıradan insanların -kendilerine "biriciklik" duygusu verse de- sıradan olan aşkları, ilişkileri, mutsuzlukları, iradi bir tercihle değil zorunlulukla düşülen yalnızlıkları, yani hayatın kendisi, bizim ya da başkalarının da bir gün göğüslemek zorunda kalabileceği durumlar anlatılıyor “Bu İşte Bir Yalnızlık Var”da. Yitirilmiş, belki de hiç yaşanmamış bir geçmiş, anlamını yitirmiş bir şimdi ve içinde umudun varolmadığı bir gelecek...
Kurmaca yapıtlarda aradığımız işte bu can alıcı noktaların yoğunluğudur. Çünkü –Umberto Eco’nun ifadesiyle- “onlarda yaşamımıza bir anlam verecek formülü aramaktayız. Sonuçta, yaşamımız süresince, bize neden dünyaya geldiğimizi ve yaşadığımızı söyleyecek bir ilk öykünün arayışı içindeyiz. Kimi zaman kozmik bir öykü arıyoruz, evrenin öyküsünü, kimi zaman kendi bireysel öykümüzü. Kimi zaman kendi bireysel öykümüzü evrenin öyküsüyle çakıştırmaya çalışıyoruz”. Tuna Kiremitçi’nin romanlarını belki de böyle bir çakışmayı hissettirdiği için seviyoruz; belki de Bozcaada’da Yannis Bey’in Mehmet’in şarkıları için söyledikleri tercüman oluyor hislerimize; “şarkılarınızda insana dokunan bir şey var. Güzel, içli bir şey... Bence hepimiz kalbimizin derinliklerinde aynı şeye ihtiyaç duyuyoruz. Bir şey kalbimizi yakalasın, yalnızlığımız gidersin istiyoruz. Sahiden güzel bir şarkı bunu yapabiliyor”.
Güzel bir roman neden yapmasın?