Onaylı Yorumlar

Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
31 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Sayıların Tarihine Kısa Bir Bakış...
Kitapta sayıların izine ilk defa rastlanılan taş devri buluntularından, günümüz bilgisayar teknolojisinde kullanılan ikili sayı sistemine kadar olan süreçte sayıların, sayılarla yapılan hesaplamaların ve sayılarla harflerin ilişkilerinin geniş bir özeti veriliyor.

İlk olarak eski çağlarda insanların hayvan kemikleri üzerine çizgiler ve şekiller çizerek sayma ihtiyaçlarını karşıladıklarından bahsediliyor. Sayıların o dönemlerde hem sayma işlevleri olduğu hem de sembolik anlamları olduğu anlatılıyor.

Kitapta 2'li-5'li-10'lu ve benzeri sayı sistemleri açıklanarak tarihsel kullanım alanları kısaca karşılaştırılıyor.

Daha sonra sırasıyla Çin, Eski Amerika, Sümer-Mısır, İbranice, Avrupa antik dönemi, Hint-Arap dönemlerinde kullanılan sayı sistemleri yazılışları, okunuşları ve bulundukları bölgeye olan etkileri açısından anlatılıyor.

Yazar kitapta medeniyetlerin sayıların yazımı ve kullanılması ile ilgili birbirlerinden nasıl etkilendiklerini örnekler vererek okuyucuya anlatıyor.

Kitabın bazı bölümlerinde akademik anlatım biraz yoğun olsa da sayıların dünya tarihindeki gelişimini öğrenmek ve daha detaylı araştırmalar için fikir edinmek adına faydalı bir eser.

"Altı sayısı daha Sümerlerden beri 'kamil bir dünya sayısı' olarak kabul edilmiş ve belki de hem 1+2+3'ün toplamı hem de 1x2x3'ün çarpımından elde edilen sonuç kendisi olduğundan değer görmüştür." (s.22)
Yanıtla
2
0
Destekliyorum  7
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
30 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Senin için vazgeçilmez olan ne?
Kahramanımız genetik bir hastalık sebebiyle altı aylık bir süre içinde görme yetisini kaybedecek olan 9 yaşındaki, Mafalda. Romanın yazarı da anlatıcısı gibi Stargardt adı verilen ve sonunda körlüğe yol açan nadir bir dejeneratif göz hastalığından müzdariptir. Yazarın kendi hastalığından ve deneyimlerinden esinlenerek kaleme aldığı Mafalda’nın hikayesi, okul bahçesinde bulunan kiraz ağacına kadar, yetmiş adım atmasıyla başlar. Mafalda’nın en sevdiği şey okuldaki kiraz ağacına tırmanmaktır. Gelecek altı ay içinde görememeye başladığında ağaca tırmanamayacağını düşünür ve tamamen o kiraz ağacında yaşamaya karar verir. Bunun bir nedeni de kısa zaman önce kaybettiği büyükannesinin ruhunun o ağaçta yaşadığına inanmasıdır. Bu fikri ona, babasının Mafalda’ya her akşam okuduğu bir kitabın kahramanı verir. Çünkü o da bir ağaçta yaşamaktadır. Mafalda zaman zaman kiraz ağacı ile arasındaki mesafeyi adım olarak ölçüp, ne zaman karanlıkta kalacağını hesaplamaktadır. Yazar da hastalığı, görme yetisini bulanıklaştırmaya başladığında ailesinin evini böyle bulur.

Mafalda yaşadığı dramaya rağmen, kaderiyle yüzleşerek gerekli gücü ve cesareti kendinde bulmayı başaran bir kahraman. Rahatsızlığının seyrine karşın hem zekasını gittikçe daralan imkanlarına göre kullanabilmesi hem de durumunu kabul etme konusundaki metaneti takdire şayan. Ailesi, kedisi, okul hizmetlisi Estella ve arkadaşı Filippo’nun da desteği ile karşılaştığı zorluklarla mücadele etmeye çalışsa da Mafalda’nın en büyük motivasyonu, hayatındaki en büyük desteği sağlam bir karakter gücüne sahip olmasıydı. Açıkçası sadece onu olduğu gibi daha doğrusu olacağı gibi kabul edecek gerçek bir arkadaş bulamaması beni incitti. Mafalda’nın okulda en çok sevdiği kişilerden birisi hizmetli Estella’dır. İçinden geçenleri, hissettiklerini hep onunla paylaşırken Estella, onun korkularının cesaret ve farkındalığının şekillenmesinde çok büyük rol oynar.

‘Karanlık, seni yakalayan ve sessizce yiyen canavarların olduğu, kapısı ve penceresi olmayan bir odadır.’ Kaçımız çocukken uykuya dalmadan önce, uyuklarken ya da uyku arasında ışıkların kapalı olduğunu fark ettiğimizde karanlığın etkisiyle etraftaki eşyaların, çocukluğun verdiği geniş hayal gücümüzle kendimizi fantastik bir korku şöleni içine düşürmemişizdir ki? En masum yanımız, tecrübe ettiğimiz en saf halimiz, çocuklar, her zaman en hassas konumuz. Bu açıdan da yazar bu tür bir hastalığın bilinmesi ve bu vaziyeti yaşayan insanlar için sağduyulu olmaya dikkat çekebilmesi için çok iyi bir noktadan, dokuz yaşındaki Mafalda üzerinden yakaladı bizleri. Her şey yaşayacağı engel etrafında dönüyor olsa da parlayan zekası ve eksilen yeteneklerinin yerini alan özelliklerini keşfederek dolu dolu bir hayat yaşama kararlığını sürdürebilmesi ona yardımcı oldu. Bir yandan bizleri üzen ama bir yandan da hayatta en mühim şeylerin neler olduğunu fark ettiren iyimser bir hikaye idi.

Hastalık yavaş yavaş çöken kara bir bulut gibi gelse de cesaret, umut ve kararlılık aşılayan, motive edici bir serüveni, karanlıkta bile ışığı nasıl bulabileceğimize dair hayat dersi veren bir kitap. Önceliklerimizi biraz gözden geçirmemize, belki de şu anda bizim için önemli olan şeyleri gözden geçirmemize gerekçe sağlayan bir kaynak, sadeliği ve güçlü mesajlarıyla büyüleyici bir hikaye. Çocuk ve genç yetişkin edebiyatında bu tür konularda farkındalık yaratmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Küçük Prens, İçimdeki Müzik, Momo gibi kitapları sevdiyseniz eminim Kiraz Ağacı ile Aramızdaki Mesafe de kalbinize dokunacaktır. Kapak tasarımı ve hikayenin derlenip sunuluş şeklini de ayrıca beğendim. Bu haliyle görsel anlamda da profesyonelce hazırlanmış akıcı bir hikaye olmuş. İnsanın hem kalbini burkup hem de içini ısıtan bir hikaye okumak isterseniz, tavsiye ederim.
Yanıtla
6
1
Destekliyorum  3
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
29 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Çocuk Eve Sığmaz
‘’Bu kitap, bir çocuğun esenliğinden ve mutluluğundan kendini sorumlu hisseden herkes için’’.

•Teknoloji çağında doğayı kucaklayan çocuklar yetiştirme gayesiyle yola çıkmış bir baba, yedi bölümden oluşan kitapta doğa ile çocuklarının bağını kuvvetlendirme deneyimlerini aktarıyor. Kimi deneyimler çocukların doğada olmasının güzelliğini gözler önüne sererken kimi deneyimlerde yalnızca belirli kesimlerin erişebileceği veya erişmeyi tercih edeceği türden deneyimler. Özellikle Türkiye’deki yaklaşımlar göz önünde bulundurulduğunda, bazı deneyimler aşırı veya travmatik olabilir.

•Kitapta da bahsedildiği gibi çocuk yetiştirme konusundaki makul risk düzeyi, zamana ve mekana göre değişir. En iyi ihtimali umup en kötü ihtimale göre hazırlık yapmak gerekir. Ama bazı bölümleri bir kenara ayırırsam, mevcut çocuk & doğa bilincimi ve heyecanımı katlayarak çoğaltan bir kitaptı. Çocukların toprakla, bitkiyle, besinlerin sofraya gelme süreciyle, hayvanların yaşamıyla ve doğanın cömertliğiyle ilgili öğrenmesi gereken ne çok şey var. Onların doğadan başarıyı, başarısızlığı, sabrı, sorumluluk almayı, paylaşmayı ve hatta ölümü öğrenmeleri mümkün. Çocuğa bir bitkiyi büyütme sorumluluğu vermek, kirlenme kaygısı gütmeden çamurla temasını desteklemek, mantarları, yıldızları, hayvanların ve bitkilerin doğal yaşamını gözlemlemek, balık tutma sürecini deneyimlemek, kamp yapmak, ateş yakmak, yağmurda suya toprağa bulanmak, doğadan materyaller toplayarak koleksiyon yapmak, risk almak, zorlu süreçlere adapte olmak kitapta bahsedilenlerden bazıları. Özellikle çocuğun bir bitkiyi büyütmek için emek vermesi ve o bitkinin ürünlerinin sofraya gelme sürecini tanıması, onlara değer vermenin, doğaya minnet duymanın güzel bir yolu. Böylece çalışmanın değerini ve gerçek besinlerin tadını öğrenme fırsatı elde ederler.

•Başkalarını izleyerek dolaylı deneyim kazanmak değerli olsa da Vygotsky’nin de belirttiği gibi müdahalesiz öğretim anlayışıyla, çocukların ihtiyaç duyduklarında rehberler eşliğinde birinci elden aktif rol alması ve deneyim kazanması çok daha değerli. Doğanın içindeyken eşlik edebilecek birçok soru, etkinlik, deney mevcut. Yeter ki bu etkileşime hevesli yetişkinler olsun, çocukların zaten doğuştan gelen merak duygusu var. Çocuklara yapabileceğimiz en büyük kötülüklerden biri, içinde yaşadıkları doğal dünyaya karşı hissettikleri bu merak duygusunu köreltmektir. Örneğin çocuklar kötü hava fikrini yetişkinlerden öğrenir. Bu sebeple davranışlarımızın, konuşmalarımızın ve benimsediklerimizin önemi düşündüğümüzden fazlasıdır.

•Elbette aynı zamanda birçok faydası olan teknolojiden vazgeçmesekte onu doğaya tercih etmediğimiz bir yaklaşımı benimsemek ve bundan aldığımız keyfi yansıtmak, çocuklara keşfedebilecekleri güçlü bir kılavuz sunacaktır. Hangi teknoloji doğadaki çocukluk anılarının yerini tutabilir ki? Yaşasın doğada olmak…

''Çocuklar doğayla ve diğer canlılarla bağlantı kurmak için doğuştan gelen bir dürtüye sahip olan, biyofili eğilimli varlıklardır.''

''Çocukların ürettikleri sanat eserleri onların dünyaya seslenmesinin bir yolu, kitaplarda dünyanın onlara seslenmesinin bir yoludur.''
Yanıtla
1
0
Destekliyorum  1
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
27 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Rusya’nın Devrime Giden Günleri (1917)
Hayatını şekillendiren mesleği gazetecilik sayesinde, yirminci yüzyılın ilk çeyreğine damgasını vuran pek çok olayın gerçekleştiği ülkelerde bizzat bulunmuş ve gözlemlerini yazıya dökmüş John Reed’in en önemli eserlerinden biri şüphesiz, Dünyayı Sarsan On Gün.

Reed, Birinci Dünya Savaşı’nı takip etmek için gittiği Avrupa’da, Sırbistan, Bulgaristan ve Romanya’yı gezerek yazdıklarını “Doğu Avrupa’daki Savaş” adıyla kitaplaştırmış (1916). Ekim Devrimi sırasında bizzat bulunduğu Rusya’da, yaşadıklarını, gördüklerini, öğrendiklerini kaleme dökmüş. ABD’ye dönmesinden sonra Sovyet yanlısı görüşleri nedeniyle Reed’in üzerindeki baskılar artmış. Altı ay süreyle dokümanlarına el konulduğunu ve bunları ancak Kasım 1918’de geri aldığını biliyoruz. Maruz kaldığı sıkıntılar nedeniyle kitabın, eser olarak basılması, 1919 sonunu bulmuş (Ten Days That Shook The World).

“…anlatılanların çoğu kendi notlarımdan doğmuştur. Fakat sürecin neredeyse her gününü rapor eden yüzlerce çeşitli Rus ve İngiliz gazetelerinin dosyalarından, Russian Daily News yayınlarından, ayrıca Journel de Russie ve Entente adlı iki Fransız gazetesinin haberlerinden de yararlandım… Bütün bunları harmanlayarak 1917 baharından Ocak 1918 sonlarına kadar olan süreçle ilgili neredeyse tam bir dosya elde ettim.” (s. 29)

Kitabı okuyan ve çok beğenen Lenin, 1922 baskısına önsöz yazarak “milyonlarca adet sattığını ve bütün dillere tercüme edildiğini görmek istediğim bir kitap” ifadeleriyle esere övgüler yağdırmış. Yazar, Dünyayı Sarsan On Gün’ün basımından kısa bir süre sonra ABD’yi terk ederek Rusya’ya gitmiş. Eserinde, yer yer bu kitabın devamı niteliğinde bir başka kitap (Kornilov to Brest-Litovsk) yazmayı planladığını belirtse de ömrü buna yetmemiştir (öl. 1920).

Bugünden bakarak Rus Devrimi’ni yorumlamak gayet kolay görünse de devrimin yaşandığı zaman diliminde o günleri yorumlamak ve yazmak pek de kolay olmasa gerektir. Reed, Bolşeviklerin yükselişini, sadece Rus ekonomisinin ve ordusunun Kasım 1917 şartlarına bakarak değil, 1915’ten başlayan ve yozlaşmayla şekillenen bir sürecin mantıksal sonucu olarak değerlendiriyor (s. 14). Bu bakış açısını, eserin alt başlıklarına da yansıtıyor.

Öncelikle Rusya’nın o dönemdeki şartlarında etkili tüm aktörleri ve dönemin idari yapısını, “Notlar ve Açıklamalar” ile olduğu gibi aktarıyor. Siyasi partiler (Monarşistler, Bolşevikler, Menşevikler, Kadetler, Halkçı Sosyalistler…), parlamento, halk örgütleri, merkez komiteleri, anlattıklarından bir kısmı. Kopacak fırtına öncesinde, devrimin adımları atılırken arka planda olanlar, zenginlerin, işçilerin, askerlerin ve köylülerin gözünden ayrı bir başlıkta işleniyor.

“Gıda kıtlığı her geçen hafta biraz daha artıyordu. 250 gramlık günlük ekmek karnesi yarıya indirilmişti ve neredeyse elli grama düşene kadar kademe kademe azaltılmaya devam etti. Sonlara doğru insanlar bir hafta ekmek yiyemez hale geldi… Süt, ekmek, şeker ve tütün için insanın dondurucu yağmur altında saatler boyunca kuyrukta beklemesi gerekiyordu…” (s. 41)

Şubat ve Mart 2017’de artan isyanlar, grevler ve halk olayları neticesinde Çar idaresinin sona ermesiyle Geçici Hükümet’in göreve başlaması (15-16 Mart), ardından değişimin unsurları arasındaki çatışmalarla Geçici Hükümet’in devrilmesi ve Kerenski’nin ortadan kayboluşu (6-8 Kasım), ayrı bir bölümde ele alınıyor (s. 99-160) Bu bölümde ve kitabın genelinde, anlatılanlarla ilgili kararnameler, yapılan bildiriler, beyanlar, broşürler oldukça önemli yer tutuyor. Önemli evraklarla (ve bir kısmının görselleriyle) desteklenerek sürecin işlenmesi, eseri sadece bir hatırat olmaktan çıkarıp tarihi anlamda değerini arttırıyor.

Kitabın izleyen bölümlerinde Bolşeviklerin mutlak iktidarına giden olaylar ve 16 Kasım’da yapılan Köylü Kongresi anlatılarak son sayfalara varılıyor.

Birinci Dünya Savaşı, Rusya, Bolşevik Devrimi üzerine araştırma yapanlar ve dönem meraklıları için önemli bir kaynak olan bu eser, Sovyet yönetmen Sergei Eisenstein tarafından aynı adla filme alındı (1928). Eserden ve yazarın hayatından ilham alarak çekilen Kızıllar (Reds, 1981) ve Sergei Bondarchuk’un yönettiği film (Red Bells 2, 1982), Orson Welles tarafından seslendirilen (1967 tarihli) belgesel de burada eserle bağlantılı olarak izlenebilecek yapımlara örnek gösterilebilir.

Runik Kitap, siyaset serisinde yer verdiği bu eseri, Selim Yeniçeri’nin çevirisiyle tam da devrimin yıl dönümü olan Kasım 2022’de okurlarla buluşturmuştu.

İyi okumalar!

Yanıtla
2
0
Destekliyorum  1
Bildir
Hezarfen
Hezarfen
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
24 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Memluklar Kimdir?
Tarih boyunca kavimlerin ve insan topluluklarının etnisitesi merak konusudur. Etnik aidiyetin günümüzdeki kadar kesin çizgilerle ayrılmadığı bir dönemde kalem yordamıyla yeni sınırlar çizerek bazı tespitlerde bulunmak sakıncalıdır. Çünkü tarih, geçmişe dönük birçok değişkenin yeni bilgi ağları oluşturabileceği bir disiplindir. Bazı yeni bilgiler, eskilerini kökünden değiştirebilecek potansiyele sahiptirler. Bu yinelenme kati doğrular oluşuncaya kadar devam eder. Zaten tarihin en önemli amaçlarından birisi de reddedilemeyecek kesinlikteki doğruları literatüre kazandırmaktır.

Tarihteki bir kavim hakkında malumatın az olması ise yeni problemleri beraberinde getirir. Bazen elde o kadar az bilgi vardır ki; insan topluluğunun sadece adı eldedir. Tabii eldeki isimlendirme de tek taraflı olmayıp farklı kaynaklarda farklı şekillerde geçer. Misal aynı insan topluluğu Mısır’da Memluk sanını alırken, Karadeniz’in kuzeyinde Kıpçak, Hazar Denizi’nin doğusunda da Kazak ismini alır. Millet adı boy adı; boy adı da millet adı olunca ortaya karışık bir isim sistematiği çıkar ki çözülmesi şarttır. Aslında dil, antropoloji, tarih, din, arkeoloji disiplinlerinin kullanılarak bir insan grubunun etnik kökeni tespit edilebilir.

Hakkında fazla bilgi tespit edilemeyen Türkolog Budayev (Yazarın eserde biyografisi bulunmamaktadır) de “Kim Bu Çerkesler?” isimli eseriyle Memlukların ırki kimliğini tespit etmeye çalışır. Tabii bir insan topluluğunun etnik kimliği ilk aşamada o topluluğu hangi milletin daha çok sahiplendiğiyle araştırmacıya fikir verir. Görünürdeki insan grubunun kültürel duruşu günümüzle karşılaştırıldığında kültürün devamlılığına binaen elde edilen veriler üzerinden analiz edilir. Zor da olsa gerçek ortaya çıkar.

Budayev’in çözmeye çalıştığı düğümün sebebi Türk boylarının Asya’nın geniş steplerinde hatta dünyada birbirinden ayrılarak çok uzak alanlara göç etmesidir. Aralarında binlerce kilometre mesafe olan insan grupları zamanla farklı milletlermiş gibi algılanmışlardır. Tabii tarih boyunca insan gruplarının takip ettiği göç yolları deyim yerindeyse milletler havuzunu ortaya çıkardığından, kökenini bu alanlardan alan insan gruplarının etnik kimliği de merak konusu olmuştur. Örneğin, Karadeniz’in kuzeyi ve Kafkaslar; Asya ve Avrupa arasında köprü vazifesi görüp birçok etnik topluluğa ev sahipliği yapmıştır. İşte Memlukların yolları da bahsedilen Avrasya bölgesinden köle olarak Mısır’a düşmüştür.

Budayev, Mısır’daki Memluk topluluğunun kültürel karakteristiğini ortaya koyarak onların kimliğini deşifre edecek bir tezi oluşturur. Tabii hemen tahmin edilen etnik kimlik ortaya koyulmaz. Öncelikle Türk kültürünün spesifik özellikleri izah edilir. Bozkır kültürü ve çarvacılık üzerinden anlatılan Türklerin kimlik özellikleriyle Memlukların Mısır’daki tutum ve davranışları karşılaştırılır. Köklerinden sökülen bir çiçeğin çok uzak bir noktaya taşınsa bile aynı renkte çiçekler açacağı malumdur. Memluklar da bir tohum misali aldıkları kültürü Mısır’a taşıdıklarından Budayev’in elindeki malumat anlam kazanır. Misal en basitinden yeme içme kültürü etnik aidiyete dair şifreleri okura sunar. Bu minvalde kımız tüketen Memluk sultanlarının etnisitesini tahmin etmek güç değildir.

Esasında her ne kadar göç yollarının en önemli kavşak noktalarından geldikleri düşünülen Memlukların etnik aidiyeti tahmin edilse de bölgedeki Türk boylarının genel olarak ele alınması bir gerçeği de ortaya çıkarır. İsmi ve sanı belli insan topluluklarının farklı boy adlarına rağmen devirlerinde genel bir algıyla hepsi aynı bütünün parçaları kabul edilir. Böylelikle sadece Memlukların değil, bölgede hüküm sürmüş diğer boyların da etnik kimliği netleştirilir. Örneğin; Peçenekler, Oğuzlar, Kıpçaklar, Aslar, Alanlar, Macarlar, Tatarlar, Çerkesler vs. ayrı bir millet olmayıp; aynı milletin boyları olduğu kanıtlanır.

Belirli boyların ürettikleri kültürel kompozisyonlardaki benzerliklerin en görünür yüzü ise isimlendirmelere yansır. Onomastik (özel isimleri inceleyen bilim dalı), toponimik (yer isimleri bilimi) ve antroponimik (kişi adları bilimi) verileri çapraz şekilde karşılaştıran yazar, sadece isimler üzerinden Memlukların Türklüğünü kanıtlar. Üstelik yazarın elinde o kadar çok isim verisi vardır ki bu isimlerden bir sözlüğü de eserine ekler. Boy isimleri ise, Budayev tarafından özel olarak mercek altına alınır. Meşhur Rus tarihçi Gumilev’in metodolojisini takip eden Budayev onun gibi millet adıyla boy adını ayırarak, ismin zaman içindeki değişimi üzerinden tezine güçlü dayanaklar sağlar. Örneğin, Türk kültür sahası içerisinde olan günümüz Tatarları, Moğol İstilası döneminde ordunun öncü gücü oldukları için Tatar ve Moğol adı birbirinin karşılığıymış gibi algılanır. Oysaki Moğol millet adı, Tatar boy adı olup her ikisi de günümüzde olduğu gibi farklı etnisiteleri temsil eder. Bu tarz örnekleri bolca veren Budayev, etnik isimlendirmelerin tarihi geçmişini bilmeden yapılacak tespitlerin yetersiz kalacağını güçlü delillerle ispat eder.

İsimlendirmelerden sonra en önemli kültür taşıma unsuru olan dil üzerine yoğunlaşan Budayev, filolojik ve lengüistik verilerle Mısır Memluklarının hangi dilde konuştuklarını tespit etmeye çalışır. Elde edilen sonuçlar ilginçtir. Akademik derinliğe nüfuz etmeden dahi Memluk Sultanlarının Mısır’da oluşturdukları özerk alana bağlı olarak tercümansız halk içine çıkmadıklarından dem vuran yazar, yazılan Türkçe-Arapça sözlüklerin yönetici sınıfın dilini ortaya koyduğunu öne sürer. Sözlüklerden derlenen bazı kelimelerin günümüz Karaçay-Balkarça lehçesindeki karşılıklarına dikkat çeken Budayev, tezinin akademik çatısını çok güzel inşa eder. Son olarak diplomatik yazışmaların Türkçe yapılması bile Memlukların dilinin Türkçe olduğunun bariz kanıtı olarak sunulur.

Budayev son olarak, Memlukların asker sınıfından gelerek yönetimi ele geçirmelerine bağlı olarak Türklerin paralı asker olma sebeplerine ayrı bir bölüm ayırır. Türkler ve askeri kültür üzerine dönemin (13 ve 16. yüzyıllar arası) yazarlarına söz veren Budayev, Türklerin neden ordu-millet olduğunu sarih biçimde anlatır. Alıntılar o kadar önemli kilit noktalardan sondajlanmıştır ki Mısır Memluklarının neden başka bir sınıfa değil de asker sınıfına intisap ettikleri anlaşılır.

Eser her ne kadar “Kim Bu Çerkesler?” adıyla Mısır Memluklarının tarihinden bir sayfayı okura sunmayı hedeflemişse de bahsedilen konular küçümsenecek kadar basit değildir. Yazar tarafından yazıya dökülen her bir konu açılan her bir başlık birçok araştırma ve tartışma konusunu gündeme getirmektedir. Güçlü delillerle Orta Çağ ve günümüz kaynaklarının iyi sentezi; öne sürülen tezin güçlü argümanlarla desteklenmesini sağlamaktadır. Ara sıra yazarın Türklüğü öne çıkaran ve hissiyatının etkisini gösteren yorumlar yaptığı fark edilmekle beraber bunun kabul edilebilir seviyede olduğu aşikardır. Şayet anlatılanlarda fazla hissiyat varsa ikinci aşamada mantık aranır. Yazar sunduğu bilgileri mantıklı mesnetler bularak okura verir. Ama her şeye rağmen eserin daha geniş bir zeminde kapsamlı bir tarzda tekrardan ele alınması gerekliliği belirgindir. Zira konu kısa değerlendirmelerle ele alınmayacak kadar geniştir. Üstelik yazarın kısıtlı bir literatürü kullandığı kaynakça kısmından anlaşılmaktadır. Ama bu kısıtlı kaynaklarla bile çok önemli noktalara değindiği malumdur. Zaten tarih bilimi az veya çok kaynak kullanımı fark etmeksizin özü bulmayı önceleyen bir bilimdir. Yazarın bu konuda başarılı olduğu söylenebilir. Bu aşamada okurun iyi bir ön okuma olabilecek bu eserden bahsedilen mevzuya başlaması; ileri okumaları daha rafine hale getireceği düşünülebilir.

Sonuçta, Türkler Çinliler gibi dünyanın sadece belirli bir bölgesini mesken edinmemişlerdir. Bu yüzden yapılacak araştırmaların geniş bir coğrafyaya ve yaygın bir kültür yelpazesine yönelmesi şarttır. Aynı anda Gobi Çölü’nde, Akdeniz kıyısında, Sibirya taygalarında, Balkanlarda, Kafkaslarda aynı dili konuşarak at koşturan bir milleti araştırmak isteniliyorsa daha geniş düşünmek zaruridir. Akla hayale sığmaz etnik yakıştırmaların yapıldığı günümüzde Memlukların ya da başka insan gruplarının Türklüklerini tespit etmek ve bu yolda çaba sarf etmek tarih ilmi adına milli bir başarıdır.
Yanıtla
4
0
Destekliyorum  2
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
17 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Siberpunk'ın kutsal kitabı
William Gibson’un, yazıldığı zaman (1984) düşünüldüğünde insanı şaşkınlığa uğratan vizyonu ile kendinden sıklıkla söz ettiren kitabı neuromancer (ya da kitaptaki çevirisiyle nöromansçı) siberpunk akımı ile özdeşleştirilmiş dikkat çekici bir yapıt. Bu etiketten de anlaşılabileceği üzere odağına siber dünyayı alan kitap; insan yaşamının ve hatta bedeninin bilgisayarlar ve yapay zekâ ile bütünleşmesi, siber dünyanın öngörülemezliği ve sınır tanımazlığına dair kehanetleri ile gördüğü saygıyı kuşkusuz hak ediyor. Henüz internetin ortada olmadığı ve bilgisayarların sıradan insanın kişisel kullanımına girmediği bir çağda internet ve yapay zekânın geleceğine dair öngörüleri ile şaşırtıcı olduğu kadar, bilimkurguda kendine özgü bir alan açmasıyla da ilginç Neuromancer. Kuşkusuz giderek makineleşen insan ve yapay zekâ bilimkurgu dünyası için yeni temalar sayılmaz ve Asimov ve Heinlein gibi çeşitli yazarlar tarafından çeşitli şekillerde üzerinde durulmuş konular. O halde kitabı sıra dışı kılan ve hak ettiği üne kavuşturan şeylerin neler olduğunu sorabiliriz. Bunun için hikâyeye geçmeden de bir miktar bilgi vermek gerekiyor.

Öncelikle kitabın yarattığı matris (siber uzay) dünyası ve insanın sanal dünyaya entegre olması fikrinden bahsedebiliriz. Evet, kitap matrix filminden on beş yıl kadar önce bu filmdeki bazı fikirlerin çekirdeğini ortaya atmış ve büyük olasılıkla filme de etki etmiş. Kısaca; bağlanarak duyularımızla algılayabileceğimiz bir sanal dünya söz konusu. Elbette durum filmdekinden biraz daha farklı ve bu sanal dünya insanların içinde yaşamasından çok ticari faaliyet amaçlı yapılmış, bir çeşit grafik ara yüzlü internet sistemi; her şeyin bağlı olduğu bir ağ. İnternetten farkı içine ekran yerine duyu organları ile girilebilmesi. İkinci olarak; yine yazıldığı tarih açısından sıra dışılığı ile göze çarpan birkaç fikre özellikle vurgu yapmak gerekir. Bunlar; insan bilincinin tamamen bilgisayar ortamına aktarılabilmesi; insanların beyin implantları aracılığı ile yapay zeka tarafından yönlendirilebilmesi ve başka bir insana bağlanabilmemiz (onun gibi görüp hissetmemiz) olarak ifade edilebilir. Bilinç aktarımı, bir insanı tanımlayan tüm özelliklerin bilgisayar ortamında simüle edilebilmesi anlamına geliyor. Tüm becerileri, zayıflıkları iyi ve kötü yanlarıyla insanı “ben” yapan şey beyinde kodlanmış bilgiler ise bunların bilgisayara aktarılması ve orada tekrar hayata kavuşabilmesi neden mümkün olmasın diye soruyor Gibson. Tabi, aynı nedenlerle insan beyninin yapay zekâyla kontrolü de mümkün oluyor (yapay zekâ için bile zor bir iş olsa da). Yine yaşayan birisinin bedenine girip onunla aynı anda aynı hisleri yaşamak da çipler ve iletişimin halledemeyeceği bir şey değil.

Kitabın gelecek vizyonu burada bitmiyor; İnsan vücudunun modifikasyonu; organların mekanik organlarla değiştirilmesi-geliştirilmesi, yaşlanmanın durdurulması, vücuda takılan implantlar sayesinde ekstra özellikler (parmaklara bıçak takabilme, görüş kabiliyetini arttırma vb.) kazanma, sinir sisteminin modifikasyonu (daha hızlı tepki verme, iş yapabilme becerisini arttırma vb) gibi olaylar (Örneğin terminatörün görüşü gibi bir ekran) geleceğin siber dünyasına dair bir tablo çiziyor. Dahası kriyojeni yani insan dondurmanın ilginç sonuçları ile karşılaşıyor ve yapay zekânın “sınırsızlığına sınır çizmek” için kurulu bir polis birimi olan “Turing” ile karşılaşıyoruz.

Tüm bu fikirlerin bazıları; istediğimiz yere götürebildiğimiz iletişim araçları ile tüm dünya ile bağlantı kurabilen ve bilinçleri evlerindeki film platformları tarafından bilimkurgu-aksiyon filmleri ile tekrar tekrar doldurulan bizler için çok sıra dışı olmayabilir. Ancak 1984’ün dünyasında bunların ne kadar uzakta olduğunu düşünerek Gibson’un öncülüğünü anlayabiliriz. Kaldı ki Gibson’un fikirleri günümüz açısından bile ilginç ve yaratıcı.

Kitabın yarattığı ve adına siberpunk dünyası dediğimiz şey işte tüm bu teknoloji, implant, sanal bağlantı, yazılım, modifikasyon, yapay zeka, hologramlar, teknolojik korsanlık, hırsızlık, virüsler, bilinç nakli, uyuşturucular, Ninjalar, yakuzalar, arka sokaklar, suç, kara para, teröristler, eğlence, ticaret, uzayda yaşam, büyük şirketler ve uluslararası güç mücadelelerinin bileşiminde oluşan bir kaos. Şimdi bu kaostan nasıl bir öykü çıktığına bakabiliriz (bilgi kısmı).

Gökyüzü karlı ekran grisi ve bladerunner (1982) filminden çıkmış bir sahneyi andırır Çiba kentinde başlayan öykümüz, hackerların siber dünyadaki karşılığı olan konsol kovboyluğu (beyni ile bağlantı yapan) yapan Case’in başına gelenler çerçevesinde ilerler. Case Siber dünyada korsanlık yaparak adından bahsettirmişse de açgözlülüğü yüzünden sinir hasarına uğratılmış ve bu sebeple yetilerini kaybetmiş eski bir kovboydur. Geçinmek için cinayet dâhil her işi yapmakta ve giderek tükendiğini hissederek birinin kendisini ortadan kaldırmasını ummaktadır. Sevgilisi Linda ile tabut denilen daracık odalı otellerde, arka sokaklarda ve uyuşturucu çemberinde geçen sefil bir hayat sürmektedirler. Bir gün peşine düşen bir fedai olan Molly onu patronu Armitage ile görüşmeye zorlar. Armitage, Case’e onarılmaz kabul edilen sinir hasarını onarma (ve eski işine geri dönebilme) karşılığında bir iş teklif eder. İşi açıklamasa da bu gökten gelmiş bir mucize gibi teklif Case için bulunmaz nimettir. Böylece tedavi için ameliyatı kabul eder. Gelecekte kara klinik denilen yasal olmayan modifikasyon ve tedavi ameliyatları için merkezler bulunmaktadır. Ameliyat Case’i eski haline getirse de Armitage’ın ona bir sürprizi olacaktır. Öte yandan Molly de aslında Armitage’a şüphe ile yaklaşmaktadır ve Case ile giderek yakınlaşırlar. Armitage’ın kimliğini araştırırlar ve yaralanmış eski bir asker olduğunu öğrenirler. Yine de o hikâye çeşitli sürprizlere gebedir.

Patronları esas hedefini açıklanmaz. İlk işleri bir “inşa” çalmaktır. İnşa, bir insanın bilgisayar dünyasına aktarılmış halidir ve çalacakları inşa, Case’in ölmüş arkadaşı Düzçizgi dixie’ye aittir. Bu işte radikal bir gruptan yardım alırlar. Bu sırada kendisine kışdilsizi diyen birinden mesaj alırlar. Kışdilsizi bir AI yani yapay zekâdır ve sahipleri yörüngedeki şehirde (serbestaraf) yaşayan çok zengin bir şirket olan T-A’nın malıdır.

Kitabın bu noktasında bizim için şaşırtıcı sayılabilecek bir sürprizle karşılaşırız ve siberpunkla özleşmiş öykümüzde geleceğin dünyasında karşımıza neler çıkacağını beklerken bir anda İstanbul’da dolaşmaya başlarız. Kahramanlarımız sonraki görevleri için Beyoğlu'nda gezer, kapalı çarşı, mısır çarşısı, tünel Topkapı derken tuborgları bile gördükleri kısa bir İstanbul turu yaparlar. İstanbul’a hologramlar ile karşısındakinin gözünde istediği sahneyi yaratabilen tekinsiz bir kişi olan Rivieara için gelmişlerdir. Bir Ermeni olan terzibaşçıyan sayesinde ona ulaşırlar.

Operasyonun son halkası, yörünge şehri olan Serbestaraftadır. T-A şirketinin ve yörüngedeki şehrin sahibi olan, kendi içinde üreyen, dondurucuya yatan, dışa kapalı tuhaf bir aile, onların gizemli konakları ve sahibi oldukları yapay zekâlar ile ilgili planları beklediklerinden farklı gelişecektir. Öykü sona yaklaştıkça Armitage’ın şaşırtıcı öyküsü, Molly’nin geçmişi, kışdilsizinin gizeminin arkasında yatanlar ve sona kadar adını bile duymadığımız nöromansçının öyküdeki yeri de anlaşılmaya başlanacaktır.

Neuromancer, ilginç konusu ve geniş vizyonu ile etkileyici bir yapıt olarak görülmekle birlikte bunları sunuş tarzı açısından eleştirilebilir görülür. Metin, yazarın yarattığı terimlerin altını doldurmak, matrisin grafik halini gözümüzde canlandırmak ve öyküdeki muğlak kısımları anlamaya çalışmak açısından yer yer zorlayıcıdır. Olaylar arasındaki ilişkiler çok sıkı kurulmadığından, bazı şeyleri hatırlamak için geriye dönmek de gerekebilir. Sürükleyiciliği sona doğru artsa da genel olarak temposu yavaştır. Öte yandan Gibson’un önsözde de belirttiği üzere bu kadar vizyon sahibi bir eserde halen ankesörlü telefonlar ve kablolu bağlantılar ve eski teknolojiye özgü öğeler görmek de biraz uygunsuz kalır. Her şeye rağmen yalnızca İngilizce baskısı dünyada bir milyon satmış olan ve birçok dile çevrilmiş eser, öncüsü olduğu akımın takipçileri arasındaki “kutsal” yerini günümüzde de muhafaza etmekte ve okuyucusuna alışılmadık bir deneyim sunmaktadır. Bilimkurguya siber dünya cephesinden bakmak isteyenler, etkileri ve esinleri günümüzde de varlığını sürdüren yapıtın önemini takdir edecektir. Keyifli okumalar.
Yanıtla
3
0
Destekliyorum  2
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
15 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Militarist bilim kurgu
Bilim kurgunun “üç büyük isminden biri” olarak anılan Heinlein’ın muhtemelen en bilinen eseri olan Yıldız Gemisi Askerleri aynı zamanda “askeri bilim kurgunun” da mihenk taşlarından biri. Eseri yazıldığı zamana göre ilginç kılan, yazarın yarattığı evreni ve olayları özünde bir askerlik öyküsü içinde aktarması kuşkusuz. Geleceğin evreni; insan yaşamındaki sosyal, siyasal, ekonomik değişiklikler, farklı dünyalar, uzaylı varlıklar ve geleceğin insanının amaçları, bir askerin gözünden, askeri bakış açısıyla aktarılıyor; doğru, yanlış kavramları ve ahlaki tanımlamalar bu çerçeveden sunuluyor. Böylelikle, kendisi de vaktiyle orduda görev yapmış olan Heinlein’ın askeri yaşamın “erdemleri” konusundaki düşüncelerini de yakından görme fırsatı buluyoruz. Heinlein, tıpkı bir tartışma programında sırayla söz alan konuşmacılardan sonra sıranın emekli bir askere geldiği anda deneyimlediğimize benzer bir deneyim yaşatıyor. Böyle bir programda öncelikle “sivil” görüşün çeşitli renklerini duyar sonrasında ise daha kendine özgü bir askeri yorum görürüz. İşte, Heinlein da öyküde öncelikle sivil yaşam ve “liberal” düşünceye dair bir tablo çizerken sonrasında sözü askerlere bırakıyor. Bunu da askerliğe adım atan bir gencin hayat felsefesinin yıllar içindeki dönüşümünü deneyimleyerek görüyoruz. Burada bir parantez açarak yazarın bazen muhafazakârlıkla etiketlendiğini belirtmekte de fayda var.

Her ne kadar olaylar bilimkurgu perspektifinde ele alınsa da aslında bilim kurgunun daha çok yazarın fikirlerinin sunumu açısından bir fon oluşturduğu düşünülebilir. Öyle ki, bilim kurgu unsurlarını tamamen çıkartıp bir ikinci dünya savaşı öyküsü haline getirsek bile öykünün sahip olduğu birçok fikri muhafaza edeceğini söyleyebiliriz. Heinlein, öyküsünü günümüz dünyasının gelecekteki çöküşünün ardından kurulan bir yenidünya düzeni içinde sahnelemiş. Bu sebeple aslında, kısaca “özgürlük, eşitlik ve demokrasi” ile tanımlanabilecek çağımız “erdemlerinin” bir noktada insanlığın felaketine sebep olacağı ve mevcut düzenin taşıyamadığı sistemin yerini farklı ahlaki tanımlarla kurulan yenisine bırakacağı öngörüsü işlenmekte.

Kitabın yarattığı yenidünya düzeninde vatandaşlık ve oy hakkı yalnızca “hak edenlere” verilmiş. Sıradan insanın oy hakkına ulaşmak için en kısa yolu ise gönüllü askeri hizmeti. Her ne kadar refah içinde yaşamak için mutlaka vatandaş olmak gerekmese de vatandaşlık bir çeşit statü durumunda. Aslında daha çok bir etiket gibi. Ancak askerler “diğerlerini”, başkalarının fedakârlıkları ve çabalarıyla ayakta duran sistem sayesinde rahat bir yaşam süren, amaçsız, erdemsiz ve yararsız birer fani gibi görüyor. Bu yönüyle Heinlein yalnızca geçmiş dünyanın liberal görüşünün çöküşünü anlatmakla kalmayıp, geleceğin dünyasında da asker olanlar ve olmayanlar arasında bir sınır çizmiş.

Bu noktada kısmen spoiler da verecek şekilde konuya geçebiliriz; Hikâyemiz aniden içine daldığımız bir savaş sahnesi ile başlar. Farklı bir gezegende değişik yaratıklara karşı verilen, üst düzey bir askeri teknolojinin (uçabilen zırh takımları, çok çeşitli görüş, haberleşme ve ulaşım araçları, mini atom bombalarını içeren muazzam atış gücü vb.) kullanıldığı bir aksiyon sahnesine dahil oluruz. Profesyonel asker olan kahramanımız bize neredeyse sıradan haline gelmiş bir gününü yaşatır; aksiyon, şiddet, beklenmedik yaratıklar, kayıplar, korkular, hizmet bilinci. Aynı zamanda geleceğin dünyasında milletlerin içiçe girdiğini ve yeni bir düzen oluşturduğunu da görürüz (örneğin müfreze çavuşları Celal, bir Finlandiya Türk’üdür). Gezegenlerin yörüngesinden hareket eden gemilerden özel kapsüllerle yüzeye fırlatılan askerler, rutin haline gelen kazalar yüzünden sağ salim inip inemeyeceklerini bile bilmeden, yabancısı oldukları bir gezegene (ve belki de tuzaklara) atlamaktadırlar. Amacını ve hedeflerini henüz bilemediğimiz bu aksiyonun ardından kahramanımız johnnie’nin bu işe nasıl bulaştığını öğreniriz.

Babası ticaretle uğraşan johnnie, aile şirketindeki garanti ve rahat bir hayat yerine askerliğe gönüllü olmaya karar verir. Bu durum aslında önceden planlamadığı ve okul arkadaşlarına mahcup olmamak için içine sürüklendiği bir durumdur ve babasının beklentilerine tamamen karşıdır. Ne istediğini ve kendisini nelerin beklediğini bilmeyen kahramanımız, asker olmayı kafasına koymuş (ve sivil hayatta başka çaresi de olmayan) arkadaşıyla askerlik şubesine gider. Buradaki görevliler bilinçsiz gençleri askere almaya o kadar da gönüllü değillerdir ve bu işten vazgeçmelerini öğütlerler; bu, öyle herkese göre bir iş değildir. Buradan itibaren kahramanımızın askerlik hayatı başlar ve kitabın ortalarında kadar askerlik eğitimini deneyimleriz.

Askerlik mantığının ve amaçlarının sorgulamasını içeren bu bölümler aynı zamanda yavaş yavaş geleceğin kanunlarını tanımamıza da yol açar. Öykü ilerledikçe sistemi daha etraflıca tanırız. Bahanesi “özgürlük ve haklar” olan eski sistem insanlığın çöküşüne yol açmıştır. Suçluları hiçbir şekilde topluma kazandırmayan ve aslında “onları daha büyük suçlular haline getirmekten başka bir işe yaramayan” ceza sistemi değişmiş, kırbaçlanma gibi radikal cezalar getirilmiştir. Okullarda zorunlu tutulan ve eski askerler tarafından verilen “tarih ve ahlak felsefesi” dersiyle gençlere yeni düzenin temelleri ve eski inanışların “yanlışlığı” öğretilmeye başlamıştır. Kitaptaki fikirlerin özünü, johnnie’nin askerliğinden başlayarak kitap boyunca sürekli olarak geçmişi hatırladığı sahneler içinde öğretmenin bu dersteki konuşmalarında görürüz. Heinlein’ın fikirlerine katılıp katılmamak bir yana, çağımız sistemi üzerine çözümlemelerinin yüzeysel olmadığını belirtmek gerekir. Örneğin gelecekteki “oy hakkı” konusunda şunlar ifade edilir; “Otuz yaşındaki bir şapşalın oyunu on beş yaşındaki bir dâhiden nasıl daha akıllıca kullanabileceğini hiçbir zaman anlayamadım…ama çağ “sıradan insanın ilahi hakkının” çağıydı. Aman boşverin bunları, onlar aptallıklarının bedelini ödedi”.

Tam bir full metal jacket tadındaki eğitim süreci, çoğu kişinin bırakmak zorunda kaldığı zorlu süreçleri ve sert disiplini içerir. Kitabın tamamında burada gördüğümüz tatbikatların gerçeğini yaşar ve tekrar tekrar askerlik yaşamını deneyimleriz. Askerlik yalnızca acemi eğitimini tamamlamak açısından değil vatandaşlık hakkı için sonrasındaki zorunlu hizmeti sağ bitirebilmek açısından da tehlikeli bir iştir. Ayrıca askerler her zaman beceriksizlik veya sağlık sebeplerinden atılmakla yüz yüzedir. Kitabın başındaki fragmanda da hissettiğimiz üzerine askeri yaşam, tatbikat ve çarpışmalardan oluşan bu hava kitaba hâkim olan atmosferdir. Acemi eğitimini başka bir eğitim, bir savaşı başkası izler.

Sistem sorgulaması haricinde, kitabı bilim kurgu dünyası açısından ilginç kılanın, uzaylılarla savaş ve yaratıklara dair tasvirler olduğu söylenebilir. “Böcek” olarak tanımlanan ve bir çeşit örümceğe benzer uzaylılar öyküdeki asıl düşmanımızdır. Böcekler; asker, işçi ve kraliçe gibi sınıfları açısından bir arı kolonisine benzer şekilde gruplanan uzaylı türünü ifade eder. Kraliçeler ya da başka bir ifade ile “beyinler” dışındaki guruplar neredeyse kendi iradeleri olmayan robotlardır. Bu alt türler aynı zamanda bir komün yaşamını ve toplum için bireysellikten feragat etmenin önemini de temsil ettiğinden böcek tasvirlerinin kendi içinde de bir mesaj taşıdığı düşünülebilir; “kendisinden istenileni sorgulamadan topluluk için kendini feda etmeye hazır bireylerden kurulu bir toplum kolay yenilmez”. Bu toplum yapıları onları insanlar karşısında son derece güçlü bir rakip haline getirmiştir. Her ne kadar yer altında yaşasalar da başka gezegenleri işgal edip dünyaya saldıracak kadar büyük bir tehdittirler. Türleri için son güçlerine kadar savaşan askerler ve nerede oldukları bilinmeyen “beyinler”; böyle bir ırka karşı nasıl savaşılacağı sorusu da ilginçtir. Kitabın sonlarına doğru böcek savaşının gerilimi giderek artar ve sürükleyiciliği ve aksiyon dozu yüksek bir finale gidilir. Bir çeşit aliens (1986) kurgusu görürüz. Kitapta “böcekler” dışında da uzaylılardan bahsedilir, onlarla da savaş ve barış söz konusudur. Heinlein, kendi ayakları üzerinde durabilen bir sistem yaratılmasına rağmen insanlığa yönelik tehditlerin hiçbir zaman sona ermediği ve felaketlerin her zaman kapımızda olduğu mesajını verir. Kriz anında toplum daha da askerleşecek ve sivil düşünce bir kez daha sorgulanacaktır.

Yıldız Gemisi Askerleri, çoğu zaman çok tanıdık gelse de genelde ilgi çekici bir askerlik öyküsü ve dozajı düşük bir bilim kurgu yapıtı olarak ifade edilebilir. Kitabın en eleştirilebilir kısmı elbette militarist sisteme dair övgüsü. Bununla birlikte sıcak ve soğuk savaşların etkilerinin halen yoğun bir şekilde hissedildiği 1959 yılında yayımlandığı düşünülecek olursa militarist karakterinin eleştirilebilir olmakla birlikte çok da şaşırtıcı olmadığını düşünebiliriz. Bu yönüyle karakteri aslında distopya sonrası bir düzen arayışı gibidir. Yine de geleceğe dair bir kurguda 20. Yüzyılın militarist iklimini görmek pek de keyifli sayılmaz. İnsanlığın gelecekte de aynı sorunlarla boğuşacağını ve insani değerlerin yerinde sayacağını düşünmek çekici değil. Heinlein için ise militarizm bir ilaç; geçmişin çözülemeyen sorunlarına bir çaredir; katılması güç bir görüş.

Kitabın yayımlandığı tarih açısından önemi, bilimkurgu dünyasına askerliği getirerek yeni bir akım başlatması şüphesiz. Bu akım bilimkurgu edebiyatında ve özellikle sinemada kendine özgü bir tür haline gelmiş ve günümüzde de popülerliğini yitirmemiş durumda (Joe Haldeman, Bitmeyen Savaş ve John Scalzi, Yaşlı Adamın Savaşı gibi). Kitabı okurken tasvir edilen sahnelerin günümüz bilimkurgu veya uzay-aksiyon filmlerine ne kadar benzediğine şaşırmamak da elde değil. Bu yönüyle adeta bir devam filmini izler gibiyiz. Ancak bunun sebebi Heinlein’ın yolundan giden çok yapım olması elbette.

Kitapta havada kalmış önemli bir konu örümceğe benzer ve en az insan kadar zeki böceklerin nasıl olup da başka dünyaları istila edebilecek bir teknoloji yaratmış oldukları. Yer altında yaşayan ve çoğunlukla içgüdüleri ile yaşayan bu türün böyle bir şey yapabileceğine inanmak oldukça güç. Burada olduğu gibi kitabın bilimkurgu çerçevesi açısından çeşitli boşluklar içerdiğini söyleyebiliriz.

Son olarak belki de filme çekilmesi sebebiyle (Starship Troopers-1997), Heinlein’ın en popüler eseri durumundaki Yıldız Gemisi Askerlerinin bilimkurgu yaratıcılığı açısından Ay zalim Bir Dünyadır’ın epey gerisinde kaldığını belirtmek gerekir. Bu sebeple beklentimin biraz altında kaldığını söyleyebilirim. Her şeye rağmen bilimkurgunun kült isimleri arasında yer alan Heinlein’ın yeni bir türe kapı aralayan Yıldız Gemisi Askerleri harcanan vakte değer. Keyifli okumalar.
Yanıtla
2
1
Destekliyorum  1
Bildir
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
13 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Büyüleyen Bir Aşk Masalı...
Yazar bir kitabı ile daha bizleri büyülemeyi başarıyor. Bu sefer masal türünde karşımıza çıkan yazar, yalın anlatımıyla kendini ispatlamayı başarmıştır. Okurken bir sonraki sayfasını merak edeceğiniz, bir solukta okuyup bitirdikten sonra tadının damağında kaldığını hissedeceğiniz bu kitap bizleri bambaşka bir maceraya götürmektedir. Kitabın tek eksi yönü bazı bölümlerde tekrara düşerek okuyucuyu sıkmasıdır. Ama bu eksi yönü diğer artı olarak gördüğümüz yönler kapatmayı başarabilmiştir. Biraz kitaptan bahsedecek olursak, beş prensin bir rüyada gördükleri aşk uğruna düştükleri macera dolu yollar ve onları bekleyen zorluklar diyebiliriz. Maceralarındaki en önemli beş erdem ise kararlılık, cesaret, iyilik, tutku ve özgürlük. Bu beş erdem kitabı okurken sık sık karşımıza çıkmaktadır. Bakalım bu prensleri neler bekliyor? Okurken verilen mesajlarla ders alacağımız bu kitap bizlere çok şey öğretecektir. Bazen tekrara düştü diyerek eleştirdiğim kitap, son bölümünde bizi şaşırtmayı başararak okunmaya değer bir kitap oluyor. Yine ve yeniden yazarın kalemine sağlık.
Yanıtla
2
2
Destekliyorum  1
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
10 Ocak 2025
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
Sağlıkla Yaşam
Kitabın içindeki tüm beslenme önerileri bilimsel verilerden yararlanılarak hazırlanmış. Zaten yazar da alanında uzman bir hekim olduğu için verdiği bilgiler de bilimin ışığında. Beslenme düzenini değiştirmenin aslında o kadar da zor olmadığını, kapitalist düzende sırf daha fazla ürün satabilmek için beslenme düzenimizi nasıl bozduklarını bir kere daha öğrenmiş oluyorsunuz.

Yazım dili sade ve anlaşılır. Bilimsel veriler oldukça anlaşılır bir dil aracılığıyla aktarılmış. Ayrıca kitabın içinde yer alan beslenme önerileri ve tarifler de oldukça kullanışlı. Ben kendi üzerimde denemeye başladım. Zaten bu tür bir beslenme düzeni ve egzersiz yaparak sağlıksız olma ihtimaliniz kalmıyor eğer başkaca kalıtımsal bir rahatsızlığınız yoksa.

Egzersiz yapmak derken öyle yoğun bir sportif faaliyetten de bahsetmiyor yazar. Sadece günlük basit açma germe hareketleri ve düzenli yürüyüş önerilerinde bulunuyor. Pek çok belgeselde de uzun yaşayan insanların sırrının egzersiz ve beslenme olduğu ayrıca iyi bir sosyal çevre ve arkadaşlığın da etkisi olduğu kabul ediliyor.

Herkese keyifli okumalar dilerim.
Yanıtla
3
0
Destekliyorum  4
Bildir
Kitapkurdu
Kitapkurdu
Bilgi İçin 
Onaylı Yorum Bu yorum, Onaylı Yorumcu tarafından yazılmıştır.
Bilgi İçin 
26 Aralık 2024
Satın Alma Onaylı Bu ürün yorum sahibi tarafından satın alınmıştır.
“Çirkini sevmeyi bilenlere…”
Adar... Vücudu yaralarla, acılarla dolu bir genç. Güzel yüzünü kapatan yaralar, onu bir gün dedesinden kalma ıssız bir konağa hapseder. Bu konakta çalışanlarıyla ve doktoruyla kendine ait bir dünyası varken bir gün davetsiz bir misafir onun en değerlisini çalar. Sonrasında hayatında hiçbir şey eskisi gibi olmaz. Yaraları bile…

Kabuk tutan yaraların altında birçok şeyi barındıran bir kitap bu. İnsan, tevekkül, değişim, sevginin gücü, dostluk ve bazen de insanın en çok kendisine hicran olduğu… Bir “lanet”!

Adar, her ne kadar birinci karakter gibi görünüyorsa da bir de onun Ezher’i var. Bu ikili, kitabı bir solukta bitirmenize sebep olacak.

Keyifli okumalar.
Yanıtla
7
0
Destekliyorum  8
Bildir