Kazaklar ve Kazakistan
Kazakistan Asya’da kıtanın büyük bir kısmını kaplayan bir Türk cumhuriyeti… Bazılarının söyleminde geçtiği gibi Türki bir devlet değil. Yani kültürü ve edebiyatıyla vs. Türk’e benzeyen değil, bilakis her şeyiyle Türk… Böylesine ortak tarihe sahip olduğumuz bir milletin ülkemizde tam manasıyla tanındığını söylemek de maalesef mümkün değil. Üstelik yıllarca Rus tahakkümünün katı totaliter ve sömürgeci yönünden dolayı, Türklüğü unutturulan Kazak insanının köklerinden uzaklaştırılmasından ve tahrip edilen benlik bilincinden dolayı Kazakların da kendini tam manasıyla tanındığını savunmak zor…
Böylesine bilinirliğin kısıtlı ve muallak olduğu bir ortamda Kazak bilim insanları, Sovyet devletinin 1990’lı yıllarda dağılmasından sonraki süreçte Kazaklara milli bilinç aşılamak ve dünyaya açılmaya namzet Kazak devletini uluslararası platformlarda tanıtmak için bir komisyon kurarak bir kitap hazırlarlar… İşte ele alınan kitap böyle kolektif bir çabanın ürünü olup, yeni cumhuriyetin ilmi mecradaki ilerleme isteğini kanıtlar.
Öncelikle bahsedildiği gibi eserin çok yazarlı olması bazı problemleri de beraberinde getirir. Bu tarz eserler editoryal olarak hazırlanacağı zaman bir ön seçimle makaleler elden geçirilir ve uyumlu hale getirilerek olası sorunlar ortadan kaldırılır. Ama bu eser için böylesine bir terkibin olduğunu savunmak güçtür. Çünkü; yeni bir devlet, kendi tarihini yeniden yazmak için müelliflerini ve eserlerini seçmekten ziyade toplamayı kendine hedef edinir. Ayrıca eserin kapsamı, öncül bir eser ortaya koymak amacına binaen çok fazla detaya girmeksizin, genelde dar tutulur. Zira bir ülkenin tarihi fasiküllerce anlatılsa dahi bütünüyle ele alınması güçtür. Ayrıca fikri yapısı farklı, ilmi metodu değişik bilim insanlarınca içeriği özet mahiyetine uygun makaleler bir araya getirilerek, Kazaklar ve Kazakistan hakkındaki soru işaretleri ortadan kaldırılmaya çalışılır.
Ek olarak her ne kadar eser; Kazak bilim insanlarının dilinin çözüldüğü, sömürgeci unsurların uzaklaştığı bir dönemde kaleme alınsa da yazarların fikri birliğinin bulunduğunu söylemek güçtür. Yukarıda bahsedilen ana sebeplere ek olarak yazarların anlayış ve ilmi bakış açılarının farklı olmasına bağlı olarak eserde bazı tezatlar bulunur. Ayrıca yazarların yetiştiği ilmi ortama bağlı olarak sunulan bazı konuların muallak ve tartışmalı olduğu gerçeği ortaya çıkar ki bu sorunların sadece kitap bağlamında ortadan kaldırılması güçtür. Bu nedenle eserde sunulan bilgilerin direkt yanlış olarak yaftalanmasından ziyade, okurun anlayış geliştirmesi evladır. Zaten yazarlar da bilgi aktarımını önceledikleri için doğrudan tartışmalı mevzuları sayfalara taşıdıklarını ve uzun uzun tartıştıklarını söylemek güçtür. Küçük bir örnek verilecek olursa, İskitlerin kökeninin bilim dünyasında tartışmalı bir mevzu olduğu bilinir. Oysaki İskitlerin Türk olduğu son zamanlarda yapılan araştırmalarla barizdir. Ama İskitleri ele alan yazar bu tartışmalardan uzak durur ve sadece eldeki materyallerle bulgularını aktarır.
Eserde verilen bilgilerle, Türk akademik camiasının sunduğu bilgiler arasında da tam manasıyla paralellik bulmak mümkün değildir. Özellikle Kazakistan’ın Pers ve Hint coğrafyasına yakınlığı ve bu iki kültür sahasının etkilerinin olası yönüne karşın, bahsedilen yakınlığın bazen bir aynilik ilanına dönüşmesi, bu tarz fikirlerin satırlarda bolca gözükmesi köken konusunda kafa karışıklıklarına sebep olur. Oysaki Kazakistan coğrafyası yüzlerce yıl boyunca Türk kültür ve tarihinin durmaksızın aktığı bir mekandır. Böylesine bir coğrafyanın orijinini değiştirmek yeni tezatları ve anlamsızlıkları beraberinde getirir.
Tabii ne kadar Türk ve Kazak bilim adamları arasında tam bir mutabakat olmasa da Türk tarihi ele alınırken ismi geçen kavimler ve devletler, aynı şekilde Kazak tarihi zikrolunurken de tekrarlanır. En basitinden bu adlandırmaların tekrar gündeme gelmesi, Türk tarihinin bütünlüğünü ve Kazakistan’ı kapsayan intişarını göstermesi yönünden önemlidir. Bu bağlamda İskitler, Hunlar, Wusunlar, Kanglılar, Göktürkler, Türgişler, Karluklar ve Oğuzlar detaylı bir şekilde eserde anlatılır.
Kazakların kökeni meselesinde de ayrı bir başlık açıldığı ve antropolojik birçok verinin kullanıldığı dikkatten kaçmaz. Irk tespiti konusunda uygulanan metotlar günümüzde DNA araştırmaları çok geliştiği için oldukça geri (iptidai) kalır. Misal insan vücudunun çeşitli şekilleri ölçülür (antropometroloji), kan grupları ve yapıları tahlil edilir (seroloji), deri yapıları ve parmak izleri analiz edilir (dermatoglifika), diş yapısına bakılır (odontoloji), kafatası şekli değerlendirilir (kraniyoloji). Eserde belirtildiğine göre bütün bu araştırmalardan sonra elde edilen verilere göre Kazakların Avrupalı ve Moğol unsurlarının karışımından oluştuğuna dair ırki köken yapısı ortaya koyulur. Tabii bütün bu araştırmaların bolluğu, köken konusunun ne kadar zorlama olduğunu da kanıtlamaktadır. Bu kadar çok araştırmanın neden yapıldığı, metazori bir teze ulaşılmak istendiğini üstü kapalı da olsa gösterir. Üstelik elde edilen sonuçların tam sunulmaması; sunulan bilgilerin -Sovyet dönemi düşünüldüğünde- pek de doğrulanabilir olmaması kafa kurcalar. Zaten bu uzun ırk tespiti mevzusu, bir yerden sonra, editörün -haklı olarak- yazarları Batılı ve Rus tezlerinin etkisinde kalmakla itham etmesine neden olur.
Türk tarihinin Asya’da zuhur etmesine karşın bilindiği gibi Hunların, Oğuzların vs. Türk kavimlerinin başka coğrafyalara yönelmesi bazı Türk boylarının tarihinin kendi havalisi içinde anılmasına sebep olur. Bunu yönde adım atan Ruslar da Asya’da birbirinden yolları ayrılan ve uzak coğrafyalara düşen Türk kavimlerini farklı milletlere dönüştürecek bir propaganda sürecini başlatır. Rus emperyalizminin etkisiyle millet adı Türkiye Türklerine mal olurken, Asya’nın ortasında ortak kökenden olmalarına karşın Kazak, Özbek, Kırgız, Türkmen, Azeri gibi Türk boyları farklı milletler (!) şeklinde lanse edilir. Kitapta sömürünün bu yönüne pek değinilmese de işin aslının böyle olduğu yazarların anlattıklarından net bir biçimde anlaşılır.
Rus emperyalizminin ilmi mecradaki sistematik dezenformasyonlarıyla birlikte, sosyal hayatın temelini dinamitleyen gayri insani politikaları ise tarihe not düşecek şekilde anlatılır. Bu baskı ve ucu soykırıma dayanan Sovyet uygulamalarının yumuşatılmadan anlatılması eserin nispeten özgür bir ortamda yazıldığını kanıtlar. Özellikle Sovyet Rusya politikalarına binaen 20. yüzyılın ikinci çeyreğinde Kazakistan’da yaklaşık 2 milyon insanın hayatını kaybetmesi vurgulanır. Yine Kazak topraklarında yapılan nükleer denemelerde radyasyona maruz kalan Kazak insanının trajedisi satırlara yansır. Tabii ayrı kitaplara konu olacak bu dramların kitapta fazlaca yer kapladığı savunulamaz.
Rus zulmünün insan haklarını tehdit eden yönleriyle birlikte ekonomik emperyalizmin bütün bileşenleriyle anlatıldığı da dikkat çeker. Özellikle Kazakistan’ın ekonomik potansiyeli uzun uzun ele alınır. Ekonomik-politik üzerine yapılan tespitler ülkenin sömürüsünün ne şekilde yapıldığını ortaya koyar. Ayrıca kabaca Kazakistan’ın tarihi Eski Çağ, Orta Çağ, Çarlık Dönemi ve totaliter dönem olacak şekilde ayrı ayrı bölümlerde ele alınmasına karşın her bir bölümdeki iktisadi yaşama ayrılan başlıkların doygunluğu dikkat çeker. Bunun ekonomi temelli tarih algısının Sovyet ilmi camiasında etkin olmasından kaynaklandığı savunulabilir. Zira eserin yazıldığı dönemde, tarihin temelini ekonomik ilişkilere bağlayan Marksist tarih kuramlarının Rusya’da etkin olduğu kesindir.
Eser güçlü bir tarih anlatısıdır. Sunulan bazı bilgiler özeldir. Savunulan bazı tezlere her kitapta rastlamak mümkün değildir. Türk tarihinde kurulan yüzlerce devlet olmasına binaen güçlü bir hükümranlık ve etkisi olmasına karşın Kazak Hanlığı gereken ilgiyi görmez. Eser, Kazak Hanlığı üzerine yeni bilgiler vererek, Türk okurunun ilgisini bu az bilinen Türk devletine çeker. Yine Türk tarih anlatımında muteber olarak anlatılmayan Moğol istilası faydalarıyla ele alınır. Coğrafi yönden Moğol etkisine birinci derecen maruz kalan bir bölge düşünülürse bunun objektif bir yaklaşım olduğu savunulabilir. Yine İpek Yolu anlatısı kusursuz olup, kıta içindeki meşhur yolun bütün damarlanmaları tarihi belgeler ışığında net biçimde ortaya koyulur.
Eserin bölümlerinin metodolojik tasarımına bakılırsa, Kazakistan’ın geçmişindeki her dönem önce siyasi olarak ele alınır. Bu siyasi hayattan teşekkül eden sosyo-ekonomik ve kültürel şartlar detaylandırılır. Son olarak özel anlatılar ayrı başlıklarda verilir. Bu anlatımın endüktif yönü konu sonunda anlaşılır. Zira okur siyasi tarih ile insan ilişkisini daha iyi fark eder. Özel başlıklarla anlatılan dönüm noktası denilebilecek siyasi olayların kuluçka evresi böylelikle daha iyi anlaşılmış olur.
Eserin önsözünde her ne kadar Kazak milli hareketine gerekli yer ayrıldığı söylense de çekilen çilelere karşın, kardeş kavim Kırgızların önemli kültür mirası Manas Destanı gibi bir metnin yazılmasının bile, Kazak mücadelesi söz konusu olduğunda yetersiz kalacağı savunulabilir. Çünkü, bu cansiperane hareketlerin dönemi için kolay olmadığı malumdur. Özellikle Alaş Orda hareketi üzerinde daha fazla durulması, Kazak fikir adamlarının canları pahasına savunduğu fikirlerin makul olanın çok üstünde gündeme sayfalara taşınması okurun talebi dahilindedir.
Sonuçta; tarihi, kültürü ve kimliğiyle Türklüğün kadim kodlarını taşıyan bir kavim kendi mensupları tarafından tahlil edilerek başta Kazaklar olmak üzere dünyaya mezkur kitap sayesinde sunulur. Bugün benzer birçok esere ve makaleye rastlamak mümkündür. Ama yazıldığı dönem düşünülürse eserin ne kadar eşsiz olduğu anlaşılır. Yine emperyalist baskının, zulmün ve zorbalığın eserde özgürce haykırıldığı malumdur. Bahsettiğimiz eser Kazak insanının geçmişte çektiği çilelerini ortadan kaldırmaz, geçmişin acı hatırasıyla dertlenenlerin derdine derman olmaz, kayıpları geri getirmez, zamanı geri döndüremez ama hakikate insanoğlunun borcunu öder. Keşke her eser bu borcu ödemeye namzet olsa…