Mustafa Armağan’ın eserin başından sonuna kadar anlatmaya çalıştığı şey; Osmanlı’yı önyargılardan, kalıplaşmış, ezberletilmiş ve sorgusuz sualsiz kabul edilmiş doğru sanılan verilerden bağımsız olarak okumak ve değerlendirmek gerektiği. Bu anlamda Kanuni devrinden sonra gerileme dönemi olarak değerlendirilen, yaklaşık 350 yıl boyunca sanki hiçbir şeyin doğru yapılmadığı izlenimi verilen tarihi sürecin bu kadar basite indirgenemeyeceğini anlatıyor haklı olarak. Ancak bunu yaparken, tarihle uzaktan yakından ilgisi olmayan, ya da tarih hakkında söz söyleme salahiyetleri kısır olan Çetin Altan, Necip Fazıl Kısakürek ve Yılmaz Karakoyunlu gibi insanların yazdığı kitaplardan alıntılar yaparak yanlışlarını sergileme çabasına girmesi de gereksizdi bana kalırsa. Tarihi kulaktan dolma ezber bilgilerle değerlendirmeyen insanlar için yukarıda zikredilen şahısların tarih adına söyledikleri sözlerin hiçbir önemi ve değeri yoktur. Biz Halil İnalcık, İlber Ortaylı gibi değerli hocaların birikimleri ile okuruz tarihimizi. Kavga etmeyiz ve tapmayız da aynı zamanda. Mustafa Armağan’da bunu bilmeli bence. Evet, bu ülkeye belki matbaa geç girdi. Şimdi matbaa var, ama biz hala okumuyoruz. Bu bile matbaa hakkında kalıplaşmış “Matbaa geç geldi geri kaldık” sloganının ne kadar doğru olabileceğini sorgulamamıza yeter bir sebep değil mi bugün için…